22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

...KISA KISA... Ë Aydoğan YAVAŞLI “Allah gözlerini yeryüzüne çevirdi mi, ilkin Deveçıkmaz yokuşunu görür. Deveçıkmaz büyür, büyür, şehir kadar olur; sonra yine alabildiğine hem bu kez yırtınırcasına büyür, dünya kadar olur.” arık Dursun K.’nın 4. baskısı Cumhuriyet Kitapları arasında çıkan Rızabey Aileevi adlı romanı bu paragrafla başlar. Bu paragrafla başlayan Rızabey Aileevi, tıpkı Deveçıkmaz Yokuşu gibi büyür büyür, bütün bir şehri, (dikkatinizi çekerim: “kenti” değil, şehri! Çünkü şimdiki kentler o zamanlar şehirdi) ardından dünyaları kuşatır. Kimin dünyalarını? Aslında yalnızca hayatını kumarla kazanan üçkâğıtçı Hulusi’nin de değil; ağzı iyi laf yapan, az buçuk okumuş yalamış (ve de işsiz!) Kemal’in de değil, Cemal’in, Fatma’nın, Tahsin’in de değil! Hepimizin dünyasını kuşatır. Çünkü hemen hepsinin hikâyesinde birer parça olarak siz de varsınız: Siz, biz, onlar, ötekiler… Bir biçimde girmişiz hikâyenin bir yerlerine. Ya öfkemizle, ya gururumuzla, ya kıskançlığımızla, ya alçakgönüllülüğümüzle, ya kalleşliğimizle, küçük hesaplarımızla ve çoğun aşklarımızla… Aşk varsa mutlaka ve illa ki ölüm de vardır. Rızabey Aileevi de ölümle bitiyor. Sevgilisi elinden alınan Cemal, Hulusi’nin cesedini çiğneyerek ulaşır Kemal’e. Belindeki tabancasını iki defa patlatıp Hulusi’yi yere serer. Hulusi, “Yandım anam!” diyerek yere düşer. T sonra Selim, sonra bisikletçi Ali, sonra geri kalanları… Elimde ibrikle koştum. Erkeklerin hepsi donlaydılar. Hepsi Cemal’anın üstüne çullanmışlardı. Vuran vuranaydı. Berber İbram Efendi: “Bir ip bulun, bir ip bulun…” diye bağırdı. Birileri bir çamaşır ipi koşturdu. Elini kolunu sıkıca bağladık herifin. Kımıldayacak hali yoktu. Yüzü gözü kana batmıştı. Hulusi Efendi gözleri açık, havaya bakıyordu. O saat gitmişti daha. Bisikletçi Ali: “Siz bakarak olun, ben giyineyim, karakola haber ileteyim…” dedi. Giyindi. Gitti. Erkekler, Hulusi’nin başında dikelip birer cigara yakıştılar. Ateşleri kedi gözü gibi parlıyordu. Sonra sonra bu ateş parlaklığını kaybetti; Rızabey üstüne gün ışıdı. Cumartesiydi.” Rızabey Aileevi lir. Hulusi’nin fabrikalarda filan iş bulacağı yoktur zaten. Kumarcılığını kullanarak Şişman’ın kahvesinin arka bölmesinde kendine göre bir iş tutar. Böylece kaldıkları odanın kirasını ödeyebilirler. Kemal’se bir fabrikada iş bulur, ama bulduğu yalnız iş değil, bir yığın beladır da! Rızabey Aileevi, yukarda adlarını saydığım üç beş kişinin çevresinde ve kısa bir zaman diliminde geçmesine karşın, bol ve içten diyaloglarla beslenerek sağlam karakterler çizmekte, sürüp giden hayatın kodlarını güçlendirmektedir. Fakat Tarık Dursun K.’nın bir dil ve ayrıntı ustası olduğunu da yeri gelmişken burada belirtmemiz gerekiyor. Rızabey Aileevi’ni okuyan okuyucu, yalnızca İzmirli işsiz birkaç kafadarın ev ve iş arama, sonra fabrikada süren aşk, grev ve nihayet bir cinayetle biten maceralarına tanık olmuş olmuyor. Bütün bunların yanında ve bence esasen, Türkçenin kullanım olanaklarıyla da yüz yüze geliyor. Tarık Dursun K. bunu nasıl yapıyor, görelim bakalım: çektim şarabı. Kafayı bulunca yola çıktım. Ali Usta’ya zevzeklenmişim galiba. O da nerden buldurmuş, nasıl buldurmuş; Kemal’e haber uçurur, daha Tepecik otobüsüne binmeden, yakama yapıştı aldı.” (63) “Celep cesurdu, ama yine küçükten arttırdı alçak. Çocuk kaçamak yaptı. Ben onun dediğinin az fazlasına çıktım. Durdu. Bir türlü güveni yok… Dünden beri hep böyle ufaraktan gidiyor. Öldürüyor bizi.” (92) “Erkekler Hulusi’nin başında dikelip birer cigara yakıştılar.” (161) Tarık Dursun K.’nın kendi sözcükleriyle küçük dokunuşları o kadar etkili oluyor ki, bazen bir metin okuduğunuzu değil de tanıdık kişilerin rol aldığı bir filmi izliyormuşsunuz duygusuna kapılıyorsunuz. Tıpkı Çehov’un, O. Henry’nin ve bizde MŞE’nin (Memduh Şevket Esendal), Sait Faik’in hikâyelerinde olduğu gibi, küçücük bir an parçasında bütün bir hayatın kodlarına rastlıyorsunuz. Deveçıkmaz Yokuşu bugün İzmir’de hâlâ var. Karataş’taki Rızabey Aileevi’nin yerindeyse yeller esiyor. Hulusi’ler, Kemal’ler, Tahsin’ler, Cemal’ler, fabrikalarda çalışan genç kızlar, sevgilileri, ustabaşları, mahalleleri, bakkalları… Hepsi var. Yazanları oldukça da var olacaklar anlaşılan. Rızabey Aileevi’ni okumak, insan yanlarımızı dünden bugüne, sonra da geleceğe taşımak için bir çabadır olsa olsa… ? Rızabey Aileevi/ Tarık Dursun K./ Cumhuriyet Kitapları, 4. baskı. 164 s. “Odanın kapısı yıkıldı sandım. Bir omuzda açıldı. Kemal Efendi fırladı. Sonra öbür odaların erkekleri, İbram Efendi, Tarık Dursun K.’nın ustalığı işte tam da burada: Rauf Mutluay’ın çok doğru saptadığı gibi, “Aslında Tarık Dursun, güçlü hikâye anlarını gözetler hep. Onun için başlangıçlar da bitimler de son derece etkilidir eserinde; vurucu, hızlı, sade ve yoğun. Çarpılıp susar ve kalırsınız, bir filmin bitişinde olduğu gibi.” Roman, Hulusi ile Kemal’in, bu iki işsiz arkadaşın iş ve kalacak bir yer arama amacıyla gittikleri Şişman’ın kahvesinde başlıyor. Şişman’ın kahvesi, İzmir’in ‘gâvur’ yüzünün küçük bir kesiti gibi: Kalabalık. Yahudiler, Rumlar, Türkler karmakarışık. Şişman’ın yardımıyla işletmeciliğini Davut’un yaptığı Rızabey Aileevi’nde bir oda tutarlar. Sonra sıra iş bulmaya ge “Kıştı. Yağmur atıyordu. Hulusi’ylen ikimiz işsizdik.” diyor, sözgelimi. “Yağmur atıştırıyordu” demiyor. “Hulusi ile” de demiyor. Başka örneklere geçelim: “Şakir Usta’yla aralarında ne vardı ki? Anlayamadım. Şakir Usta’nın büyük kızına yeşillenmiş olabilirdi.” (74) “Yedirdiğim haftalıklar az gelmişti de… Havra sokağında çektim şarabı, SAYFA 24 CUMHURİYET KİTAP SAYI 993
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle