22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

‘Koparıldığımız Topraklar’ üzerine ‘Başkaldırı bu topraklarda daha farklı’ Ë Erdem ÖZTOP ayın Mahir Öztaş, yeni kitabınız Koparıldığımız Topraklar, bundan önceki yapıtlarınızdan farklı; diğerlerinde bir tür macera, polisiye konuya hakimken, bu yeni romanınızda durgun bir ırmak misali akan hikâyeyle karşılaşıyoruz, neden? Bunun nedeni, anlatımın gerektirdiği tekniğin bir sonucu olabilir. Yoksa Soğuma ya da Bir Arzuyu Beslemek neredeyse Koparıldığımız Topraklar’la aynı evrensel sorunlar çerçevesinde kurgulanmıştı. Soğuma, yitik bir yazarın ardında, o yazarın yazdığı bir romanın çevresinde gelişen kurgusal bir edebiyat tarihiyse, Bir Arzuyu Beslemek, bu ülkeden kendi arzusuyla kaçan, bundan hoşnut bir anlatıcının eleştirel ve kurgusal bir ülke tarihiydi. Gerçekte şimdi, bütün bu temalara yeniden dönüyorum, ama bu kez anlatıcı kaçmak zorunda olan birisi, sorumluluk, şiddet, iktidar ve yazı, onun gözde temaları. Anarşizm düşüncesiyle nasıl tanıştığını anlatıyor ve bunu bugünden yaparken yaşadığı dönemin bilincinde, Bay Jiang’ın çok önceden söylediği gibi, “Artık hiç kimse devrimden söz etmiyor.” Böylece o da, bu duruma uygun kişisel bir söyleme ulaşıp kendi geçmişine soğukkanlılıkla bakıyor. Son bölümde söylendiği gibi: “Artık yanlışlarımı ve heveslerimi görebileceğim bir yerdeydim.” Bir başka neden de şu olabilir: Yalnızca kırk yıla yayılan bir sürece değil, deneyimlerin aktarıldığı bir söylemle çok daha uzun bir dönemin kültürel sorunlarına değiniliyor. Her ana bölümün sonundaki bölüm, özellikle böyle düşünsel bir konuya ayrılmış. Bu, ilk ana bölüm sonunda yazmanın sorunlarına, devrime ilişkinse, bir sonrakinde Dostoyevski’nin Ecinniler’i bağlamında, Niyetçayev ve karanlık bir dönemden yüzyıl kadar sonra onun soluk bir kopyası olan bir döneme ayrılmış. Üçüncü bölümün sonundaysa, anlatıcı dönüş yolunda uçaktadır. Bu bölümde edebiyatın bir gün tümüyle değişeceğinden söz edilerek kendi yazdıklarına da dıştan bir bakış atılır. Sonra dördüncü bölümün girişi, çok geniş bir döneme, Osmanlı’dan günümüze yaşanan bir kopukluğu anlatır. Satır aralarında anlatılan anlatıcının çocukluğu, bu öykünün yalnızca küçük bir parçasıdır. Rusya’da yüzyıl önce yaşanan bütün siyasal ya da edebi gelişmeler bizde karşılığını yeni bulmaktadır. Kısacası “koparılma” kültürel bir kavramdır, “belki köksüz oldukları topraklarda” ve “değişim ateşini soğutmaya çalışan geleneksel bir ortamla” verilen bir kavgadır. Hâlâ süren bir kavgadır bu. Belki her yerde ama en çok burada. İşte bu yüzden, en azından bir bölümüyle, en tutkulu olanlarımızın ruhsal güçleri tam da bu romanda, Koparıldığımız Topraklar’da anlatıldığı gibi hâlâ yapay kanallara akıp boşa gidiyor. Romanın yapısına dönersek, her dört ana bölüm ayrı bir romanmış gibi okunabilir ayrıca dizilişleri de değiştirilebilir, ama bu dediğim, her bölümün bütünle olan vazgeçilmezliğini, bu biçimin de en uygun diziliş olduğunu ortadan kaldırmaz. Çizgisel bir akış yok. Şöyle de diyebiliriz aslında, sayfa kateSAYFA 20 S Mahir Öztaş yeni romanı, Koparıldığımız Topraklar’la okurla buluştu. Diğer kitaplarında olduğu gibi, gene evrensel sorunlar etrafında kurguluyor bu romanını da. Bu kez ‘68’li bir kahramanın gözünden, arayışın peşine düşüyor, geçmişini tahlil ediyor. Öztaş’la Koparıldığımız Topraklar‘ı konuştuk... dildikçe, aynı oranda geriye dönme ihtiyacı duyuluyor… Kuşkusuz aynı şey paragrafsız yazılan, Bir Arzuyu Beslemek’de de vardı, istediğiniz yerinden açıp okuyabilirdiniz, ama özellikle aradığınız bir yeri bulmak olanaksızdı. Burada da aynı şey var. Bütün bölümler anlatıcının deneyimlerini anlattığı bir giriş paragrafıyla açılıp, anlatılana uygun bir ses, doku, konu içinde kendini tamamlıyor. Belki bu denli yalın değil. Daldan dala atlayarak, geçmiş deneyimler bir sarmal gibi örülüyor. Yaşamda da böyledir aslında. Bir konu üzerinde yoğunlaşmak isteriz, ama duyduğumuz bir kokunun, sesin ya da gözümüze ilişen bir nesnenin ardında yitip gideriz. Metne ve kurguya gelince, çok daha karmaşık ve belirsiz kurallara dayanan bir iç işleyişi var. GERÇEĞİN ANLATIMI Soğuma adlı yapıtınıza dair söylenmişti sanırım: “Gerçeğin ne olduğunu dile dayanarak anlatmak zordur.” Bu kez de aynı durumu mu düşünürsünüz; dil gerçeğin anlatımında ne gibi etkiler yapar yazara ve sonra da okuruna? Evet, Soğuma’daki anlatıcı söylemişti bunu. Handke’nin, Konstanz Gölünden Atla Geçiş’inde esinlendiği söylence, buz tutmuş gölü bilmeden geçen atlının, daha sonra karşısına çıkan ilk insandan, gölü gerisinde bıraktığını öğrenmesiyle içine düştüğü dehşet. Dilin kullanımına ilişkin bir eğretileme. Soğuma’da bu, romanın başlarında buna yapılan bir göndermeydi. Şimdi aklıma iki öykü geliyor. Birincisi, bir Brecht öyküsü, öldüğü sanılan eski bir Nazi üzerine bir film çekilmektedir, yolu oraya düşen bir adamın bu role uygun olduğu görülür. Sahne adamın acımasızlığı üzerinedir, bir de elma yeme sahnesi vardır, ama adam yönetmeni bir türlü hoşnut edemez. Sonunda, oradan ayrılırken elma adamın açlığını bastırmıştır, ama gerçekte rolünü başaramamıştır. Oysa onun suçu değildir bu, insan kendini oynayamaz: Elmayı aç bir insan nasıl ısırırsa öyle ısırmış ve acımasız birinin nasıl elma yiyeceğini iyi canlandıramamıştır. Gerçek nedir burada? İkinci öykü bir Sartre öyküsü, arkadaşlarının nereye saklandığını öğrenmek için işkence yapılan, ama gerçekte nerede olduklarını bilmeyen adam, en sonunda, mezarlıkta saklandıklarını söyler. Rastlantı sonucunda arkadaşları yakalandığında, onunla birlikte Sartre bizi de bir ikilemin ortasında bırakır. İkilem diyorum, aslında bir yığın soru, adam bir hain midir? İnsanın kendini bir davaya, arkadaşlara bağımlı duyması ne demektir? Koparıldığı mız Topraklar’da, aynı soru, insanın konumu, bir davaya duyduğu “sorumluluk” bağlamında tartışılır. Diyeceğim bütün bu öyküler yine de bize gerçeğin görünümleri üzerine bir fikir verir. Bunu yalnızca dile dayanarak yapmaz. Felsefeye, toplum bilime, sanata dayanarak da yapar. Bu konular üzerine düşünen Andre Malraux’ya burada bir selam göndermemiz gerekir. Aslında ben bu öyküleri anlattım, ama yalnızca “kıssa” olarak. Sözgelimi bu Borges’in Hain ve Kahraman İzleği başlıklı öyküsü olsaydı, belki de bu “kıssa” yalnızca başlığa indirgenecekti. Yoksa bir yapıt, neyse odur, kendi özgün gerçekliği içinde bir bütündür, başka türlü anlatılamaz. Koparıldığımız Topraklar’ın anlatıcısı bir yerlerde şöyle der, “gelecek hemencecik oradaydı, tıpkı gerçek gibi, çok yakınımızda, bizden yanaydı.” Ne kadar gençliğe özgü görece bir gerçek duygusu, değil mi? Kitabın kapağı sizin ‘geçmiş’ fotoğraflarınızdan parçalar alınarak oluşturulmuş; o zaman Koparıldığımız Topraklar, Mahir Öztaş’ın ‘geçmiş’ini anlatıyor diyebilir miyiz? Doğru, çoğu benim yirmili yaşlarıma ilişkin fotoğraflar. Kimisi sakallı, kimisi bıyıklı, romanda anlatıcının “çiçek çocuğu” ile devrimci arasındaki bölünmeyi tek bir kişilikte bütünleştirmesini de çok iyi simgeliyor. Sol alt köşedeki, bizim seçimlerde parmağımıza sürdükleri mor rengi andırır damga da “gerçek”, Bombay – şimdilerde Mumbai Havaalanı’nda vurulmuş bir pasaport damgası. Hemen yanında, uzun şortlu fotoğraf da Çin’de, Guanz Hou’da çekilmiş. Anlatıcının giderek belleğinden silinen, onun uzak geçmişinden taşıdığı fotoğraflara gelince; Troubadour Kahvesi’nde Bay Jiang’ın gösterdiği, Çinli kızın fotoğrafı; Koray Kaplan’ın odasında bulduğu, Cem Baysal’la birlikte çekilmiş fotoğrafı; Renan’ın gönülsüzce katılacağı bir yürüyüş öncesi çekilmiş fotoğrafı. Bu fotoğraflara çok uygun “kurgusal” fotoğraflar da kullanılabilirdi. Oysa kitabın kapağını ayrı bir yapıt olarak düşünebiliriz, bu kapak Koparıldığımız Topraklar’a hep eşlik edecek midir? Bütün bu nedenlerle benim “geçmiş”imi anlattığı söylenemez. Bana kalırsa çoğu özyaşamöyküsü bile gerçekte kurgusaldır. Hatta bakınız, bir röportajınızda, bu roman bir belgesel manifesto, siyasi bir kurgu, özeleştiri, itiraflar, diyorsunuz!.. Evet, ama öyle bir bakış açısıyla da “okunabilir” anlamında diyorum. Kitap kapağının da bu anlayışla seçilmiş olması, bu açıdan da iyi bir şey, diyeceğim tartışmaya açmak açısından. Kurgusal yapıt, roman nedir? Yolculuk yazısı, anı nedir? Sybille Bedford örneğin, roman tadında anıları vardır. Yoksa bilemem, daha önce yazdıklarım benim “geçmiş”imle çok daha ilintili olabilir. Yalnız şu kadarını söyleyeyim, Koparıldığımız Topraklar’ın özyaşamöyküsel bir yapıyı andıran herhangi bir bölümünde, hiç beklenmedik metinsel göndermelerle karşılaşılabilir. Peki, siyasi bir kurgu oluşturup, özeleştiri yapmayı neden istediniz? Bir çıkış noktası vardır muhakkak… Demek istediğim şu; belki de başkalarının özeleştiri yapmasını, tartışmasını istemişimdir. Kuşkusuz şu var, yıllar önce Cumhuriyet Kitap’ta çıkan bir konuşmamda, 1990 başlarında, anarşist eğilimli olduğumu söylemiştim. Sonra Koparıldığımız Topraklar’da bir bölümü geçen şiir, 1974’de yazılmış, Yarın dergisinde 1983 başlarında yayımlanmıştı. Bunlar ilk göze çarpan şeyler. Bütün buna benzer, belki de yalan yanlış anımsadığım sayısız özyaşamöyküsel ayrıntının romana ne kattığına ben karar veremem. Zaten romandaki kişiler ve anlatıcı bütün bunları tartışıyor. Öyle ki siyasal ya da sanatsal tartışmalara bir bölüm ayrılmış. Tartışma denilen şeyin doğası üzerine bile uzun uzun düşünülüyor. Viktor Serge’in bir anlatısında, tutuklanmış iki devrimci söyleşmektedir. İçlerinden birisi, dışarı çıktıklarında, işçi devleti kurulduğunda onun gibi düşünenlere hoşgörü gösterilmeyeceğini söylediğinde, daha özgürlükçü düşünceleri savunanı, anarşist bir işçi, gülümser ve yeniden tutuklanacaksa onun için savaşın hiç bitmeyeceğini, dışarı çıktığında onlara karşı da savaşacağını söyler. Benim anlatıcıma gelince, Katmandu’ya doğru yoluna devam edip çiçek çocuğu olmayı ya da öğrencilik günlerinde bir anarşist olarak, ama eylemden uzak, köşesine çekilip eleştiriler yazabilirdi. Oysa o, hiçbir anarşistin olmadığı, bu topraklara özgü bir dönemde, komünistlerle birlikte çalışmayı seçiyor, salt duyduğu “sorumluluk” gereği ya da eylemden uzak kalmamak için, ama felsefi bir ikilem ve çıkmaz pahasına. Romanda bu bağlamda, İspanyol İç Savaşı’na ya da Cezayir’de yaşananlara yapılan gönderme, anlatıcının konumu ve düşünceleri açısından çok açık, anarşistlerin Cumhuriyetin yanında faşistlere karşı savaşması asla “devlet”in savunulması değildi, demokrasinin ve devrimin savunulmasıydı... KÜLTÜREL KOPARILMIŞLIK Türkiye’de henüz doğru düzgün bir dönem romanı yazılmadığından söz ediliyorken, daha ismiyle bir dönem romanı izlenimini veren Koparıldığımız Topraklar’da dönem anlattığınızdan söz edebilir miyiz? Anlatıcı bize tanık olduğu kırk yıllık geniş bir dönemi anlatıyor, ama daha önce de değindiğim gibi, bu kültürel koparılmışlık çok önceleri başladı ve hâlâ sürüyor. Bu yüzden de, dönem konusunun ya da tarihsel göndermelerin çok ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 993
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle