Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ öne çıkarılması bana doğru gibi gelmiyor. Julien Gracq’ın Sirte Kıyısı başlıklı romanındaki tarihsel gerçekleri soyutlama düzeyinde olmamakla birlikte, burada kurmacanın payını birazcık artırmak gerektiğini düşünüyorum. Kuşkusuz, başkaldırının, bu topraklarda biraz daha farklı algılandığını yazdığım söylenebilir. Anlatıcı, başkaldırının ruhunu Londra’da işgal evlerinde geçirdiği günlerde kavramaya başlıyor. Gerçekten de sanki bir dünyanın ve bilinen bir tarihin sonu gelmiş, onun yerine yeni bir dünya ve bir başka tarih yenibaştan açılıyormuş gibidir. Bana sorarsanız, asıl bir on beş yıl kadar sonra, romanın özellikle Londra’da açıldığı bölümün, çok farklı bir dönem ruhu taşıdığı yadsınamaz. Hesaplaşma yaparken, çok netsiniz, dolayısıyla da bir hayli üzgün!.. Bay Jiang soruyor ya romanın sonlarına doğru, özlem duyuyor musun diye... Özlem kavramıyla hesaplaştıktan ve kararsızlık/belirsizliklerin ardından, gizli özlem duygusunun ortaya çıkışına tanık oluyoruz… Kuşkusuz özlem hep duyulacaktır. Geçmişe duyulan özlem gibi belirsiz bir kavramdan söz ediyoruz. Anlatıcının konumunu düşünün. Düşündüklerinin ne kadarını gerçekleştirebildiğini. Üstelik gezginlik bile onu doyurmaktan çok uzak. Katmandu’ya çok geç gittiğine üzülüyor örneğin. Anımsamak istediği yüzleri gerektiği gibi izleyemediğine üzülüyor. Sonra bir de siyahbeyaz fotoğraflar var. Bir daha çekilmesine olanak olmayan fotoğraflar. Oysa duygusallıktan vazgeçmeyi kesinlikle öğrenmesi gerek, kurtuluşu biraz buna bağlı, hani o da belki. Ne de olsa içimizde gizlice varolduğunu düşündüğümüz bir duyarlığın dışında geçmişi yeniden kurabileceğini sanan her şey bir yakıştırmacadır, asılsız, uydurma ve düzmecedir. TÜKENMİŞLİK DUYGUSU Tükenmişlik duygusu yayılıyor iyice romanın sonlarına doğru… Tükeniyor da. Sonunda bulduğu ve sevdiği kadının babasının ölümünde kendisini suçluyor. Zaten orada bir belirsizlik var, bu konuda anlatıcının sorumluluğunu tümüyle bilemiyoruz. Kendisine anlatılanlar ve yaşadıkları birbirine karışmış. Geriye dönüp baktığınızda, tüm bu sözünü ettiğimiz duyguların, sorumlulukların paylaştırmasını nasıl yaparsınız peki? Romanın, anlatıcının geçirdiği hastalıkla açılması nedensiz değil. Öyle bir zaman gelir, hastaysanız, bir de yabancı bir ülkedeyseniz, içinizdeki yalnızlık ve bozgun ürkütücü bir boyut alır. Yaşamındaki beklenmeyen olaylar onu kendi toplumunun ve alışkanlıklarının uzağına atmıştır. Onun için yeniden başlamanın ne anlama geldiğini düşünür, çünkü garip ama, her şeye karşın eski günleri, o acılı geçmişi özlüyordur. Sizin de anlatıcınız ya da siz, koparılan toprakların ötesinde yabancı kalabilmeyi başardığınızı düşünür müsünüz? Bir zamanlar benimle ilgili yazılarda, seçtiğim temalar ve ülke edebiyat geleneğiyle olan bağımın zayıflığı anlamında bir “yabancı” olduğum söylenmişti. Yazmaya gelince, bunu çeşitli kereler anlatmıştım, yazmak oldukça teknik bir iş benim için. Zaten anlatıcı, son bölümlerden birinde, romanı nasıl yazdığını ayrıntılarıyla anlatıyor. Onun da, gençliğinden beri yazıyla uğraşan birisi olduğunu unutmamak gerek. Anlatıcı, bu topraklarda kendisini yabancı hissetmekte ya da bunu benimsemek zorunda bırakılmaktadır. Kendi topraklarında, ama kendisine yabancı bir çevrede olduğunu hiç unutmamak ve hep gelişmeleri izlemek, tetikte olmak zorunCUMHURİYET KİTAP SAYI 993 dadır. Sonunda kaçacak, ama yerinde bir deyişle, hani neredeyse ‘kovulacaktır’. Peki, yabancı olmak aidiyetsiz olmak mıdır aynı zamanda? Bence hayır, ama bu bir seçim sorunudur. Varoluşçu bir anlamda “bağlanma” olmasa da, bir düşünceyle bağ, anılardan kopamama, taşıdığınız bir şeyler, dil, anılar, dostluklar hep olacaktır. Yalnız birbirinden çok farklı yabancılıklar vardır. Koparıldığımız Topraklar’da tartışılan da bu, anlatıcının ilkgençliğinde, o küçük Boğaz köyünde çizdiği baskı ortamını düşünün, oradaki yabancılığını, sonra “işgal evlerinde” yaşadığı özgürlük duygusunu. O insanları, ancak orada, Londra’da tanıyabilirdi. Sonra Bay Jiang ve Troubadour Kahvesi. Aynı dönemde İstanbul’da o türden kahveler açılmamıştı bile. Kuşkusuz Londra’da, bu anlamda uyum sağlarken, başka açılardan da yabancılık çekmektedir. DÖNEMİN RUHUNU VERMEK Bir kuşaktır anlattığınız; ‘68’li bir kahramanın kendiyle hesaplaşmasıdır. Aşk bu türden anlatıların temeline oturur genelde, siz de romanınızda Ece’ye olan tutkulu bir aşk hikâyesini anlatırsınız özünde… Koparıldığımız Topraklar’da, Amerika’da, California’daki öğrenciler ve çiçek çocuklarına, Woodstock’a bir iki cümleyle değinilir, ama geniş bir dönem anlatıldığı ve önemli olan “dönemin” ruhunu verebilmek olduğu için. Bunu şunun için diyorum, anarşist gelenek içinde, yazılacak çok şey romanın dışında kalmıştır, yoksa Amerika söz konusu olduğunda Emma Goldman’dan, Londra deyince Conrad’dan, onun romanlarında anarşistleri anlatışından söz etmemek olmazdı. Bütün bunlar ve satır aralarındaki sayısız ayrıntı, Koparıldığımız Topraklar’ın geri planındadır. Koparıldığımız Topraklar, her türden gücün edineni lekeleyen bir şey olduğunu bize anıştırır. Kadınlarla olan ilişkiler de bunun içinde. Kundera, özellikle kadınların ruh, beden ayrımı yaptıklarından söz eder. Leonard Cohen, bir şiirinde, ya da şarkısında diyelim, “cinsler arasında savaş” olduğundan söz eder. Benim anlatıcım da Arzu Cerit’le yaşadığı ilişkide, birlikte yaşadığı Arzu’nun sevişme ve düzüşme arasında bir ayrım yaptığını söyler alaylı bir biçimde. Oysa sonraları Nihan Erayda ile yaşadığı ilişkide bu konuda Arzu’ya hak verecektir. Koparıldığımız Topraklar’ın anlatıcısı, iktidara karşı devrimci bir tutum almak gerektiğinde, kadınların hemen her zaman ilk sırada yer aldıklarını anlatır. Onların, hemen her konuda daha kesin tutumlar almayı yeğlediklerini söyler, ya coşkuyla başkaldırır ya da sessizce uzlaşırlar. Anlatıcı bu durumu gördüğünde, evliliği yeren, üstelik bunu “mülkiyetin en kötü biçimi“ olarak nitelendiren düşünceleri anımsar. Koparıldığımız Topraklar’ın anlatıcısı sonunda Ece’de aradığını bulmuştur. Sonu açık uçlu gibi görünen romanın bizi getirip bıraktığı noktada, bu ilişkinin sürmesi ancak anlatıcının gerçeği Ece’ye, ne olduğunu belki bizim de bilmediğimiz gerçeği anlatmamasıyla olasıdır. Sözlerimi, romandan bir alıntıyla, tutkunun tepe noktasında, anlatıcının Ece’yle ilgili geliştirdiği söylemle bitirmek isterim: “Çocuğum benim, kız arkadaşım, sessizliği ve uysallığı düşün, usulcacık ölmeyi ve ölürken bile sevmeyi, buna karşın hiçbir zaman ölmemeyi, aslında yitirilen bütün zamanlar ve kovulduğumuz bütün ülkeler sana benzerler.” ? erdemoztop@yahoo.com Koparıldığımız Topraklar/ Mahir Öztaş/ YKY/ 388 s. SAYFA 21