Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ buldu. Sanıyorum, konuyu “popüler” yapan başka şeylerin yanı sıra, özellikle Hatırla Sevgili dizisi oldu. Birden genç kuşaklar annebabalarının, dede ve nenelerinin anlatılmamış hikâyeleriyle yüz yüze kaldılar. Bunun yararı olduğu gibi, tartışma sadece “Biz neler çektik!” çerçevesini aşmazsa, bunun demokratikleşme çabasına katkısı zayıf olur. Demirel de 12 Eylül mağduru oldu ama, 12 Eylül’e yol açan koşulların faillerinden biriydi. ‘BİZ NELER ÇEKTİK!’ Sanıyorum ki, henüz “Biz neler çektik!” noktasındayız. Bu çerçeve sizce nasıl aşılabilir? Neler yapmalı? O dönemdeki siyasi çatışmaların doğrudan aktörleri olanlarla, sözgelimi, benimle, benim yüzümden sorguya çekilmiş, baskıya uğramış, işkence görmüş yakınlarımın “mağduriyetleri” arasındaki farkı bilince çıkarmak gerekir. Ben, 12 Eylül darbesinden sonra, başıma büyük işler açabileceğimi bile bile, beş yıl boyunca, gizli bildiriler ve gizli gazeteler dağıtmaya devam ettim. Yakalandığımda, on altı aylık oğlum da on gün boyunca, İzmir Emniyet Müdürlüğü’nün sorgu odasında tutuldu. Hukuk dışı sorgu metodlarının sonucu, oğlum baygınlık, annesi ağır kanama geçirdi ve hastaneye kaldırıldı. Faillerin, sorguyu yürüten ekip ve o ekibe yasadışı sorgu olanakları verenler olduğu açıktır. Dolayısıyla bu ve benzeri hikâyelerin – dinleyen olursa anlatılması meşru ve gereklidir. Benim üzerimden konuşmaya devam edersek, yurt dışına çıkma ya da bir köşede durumun sakinleşmesini bekleme şansım olduğu halde, bu adımı atmamam bir sorumsuzluktu. Dönemin aktörleri, kendi “sorumsuzluklarını”, içlerinde bir akrep gibi uyuyan “fail” olma ihtimalini, bir yandan ve haklı olarak “demokrasi ve insan hakları” talep ederken, kendi iç ilişkilerinde ve çevrelerinde yaşayan kalabalıklara, kendilerine benzemeyenlere, farklı düşünenlere, farklı algıladıkları insanlara karşı davranışlarına bir göz atarlarsa, sorunun sadece siyasi değil, sosyal ve toplumsal bir boyutu olduğu da görülebilir. Zorba bir rejimden kurtulma çabası önemli ve zorunludur ama, bu, bu çabayı sürdürenlerin tümden masum oldukları ya da ömür boyu masum kalacakları anlamına gelmez. Sol ve aydın çevrelerdeki kadın düşmanlığı, eşcinsellere, kendilerini “Türk” olarak tanımlamayanlara karşı ayrımcı, dışlayıcı tutumların “biz neler çektik” hikâyesinin bir parçası olarak işlenmesini önerebilirim. Olayların kesişim noktasında bulunan Mehmet Nazım, ülkesine dönmek isteyen bir sanatçı, ama sürgünde... Bu noktadan bakınca, sizinle Mehmet Nazım karakteri arasında bağ kurmak çok olası. Siz de onun gibi, Türkiye’ye dönmek istiyor musunuz? Tilkiye ciğer yer misin, diye sormuşlar; gülmekten, cevap veremiyorum demiş. Benimki de öyle işte. Vatandaşlıktan atıldığım için, dönüş işlemleri normaline göre daha yavaş işliyor ve sık sık tahliye komasına giriyorum. Türkiye’nin havasını solursam, sanki daha iyi yazarım gibi geliyor bana. Hatta hikâyelerim bile değişebilir. Tabii çok müthiş bir hayal ve çok berbat bir bekleyiş. Bir küskünlük, kırgınlık, sizi ülkenizden uzakta bırakanlara yönelik bir öfke yok mu içinizde? Döndüğünüzde bu duyguları arkanızda bırakabilecek misiniz? CUMHURİYET KİTAP SAYI 993 Bu duyguların hepsi bir parça var. Kırılmışlık duygusu, sık sık uç vererek bugüne kadar duygusal hayatımın bir parçası olmaya devam etti. Başlangıçta öfke duygusu, giderek küskünlüğe evrildi. Vatandaşlıktan atıldığımı haber aldığımda, yeniden öfke duygularımın kabardığını hatırlıyorum. Devlet denilen, değişen ve geçici olan bir mekanizma, ondan bağımsız, onun hükümdâr olduğu sınırlar içinde doğan birini nedeni ne olursa olsun dışlamaya hakkının olması, ağır bir insan hakları ihlalidir. Türkiye isterse, beni, örneğin annemin mezarını ziyaret etme hakkından mahrum bırakabilir ve sınırda “ecnebi” muamelesi yapabilir. Sözünü ettiğiniz duyguların küllenmesi biraz da, devletin ve hükümetin tutumunu değiştirmesine bağlıdır. Türkiye, demokratikleştiği, insan hakları ihlallerinin azaldığı, geçmişe ilişkin suçları ve sorumluluğu üstlendiği ölçüde, bu duyguların değişeceğine inanıyor, inanmak istiyorum. İstanbul’u çok özlediğinizi biliyorum. Geri döndüğünüzde, ilk olarak neler yapmak istersiniz? İlk olarak istediğim, annemin ve ağabeyimin mezarlarını ziyaret etmek olacak. Sonra, halen doğduğum köyde yaşayan babamla beraberliğime mümkün olduğunca çok vakit ayıracak, kardeşlerimi ve sevdiğim arkadaşlarımı bulacak, İstanbul’da gençliğimin izlerini aramaya çıkacağım. ARTAN MESAFE Hikâyelerim değişebilir dediniz. Nasıl değişebilir sizce? Neler konu olur, neler artık konu olmaktan çıkar? Bunu, Köln’de geçtiğimiz yıl Matti Braun adlı bir sanatçının, Ludwing Müzesi’ndeki “Öz Urfa” adlı sergisini gezerken düşündüm. Türkiye’yi, şehirlerini ne kadar az tanıdığımı düşündüm. Türkiye ile ilişkimin “edebiyatın” sunduğu olanakları fazla aşmadığını, bunun kaçınılmaz olarak, doğup büyüdüğüm topraklarla aramdaki mesafeyi sürekli artırdığını, yabancılaşmaya neden olduğunu, düşündüm. Türkiye’de serbest seyahat etme koşullarım oluştuğunda, bu ülkeyle yeniden tanışmış, yeni hikâyelerle yüz yüze kalmış olacağım. Nâzım Hikmet nihayet Türkiye vatandaşı oldu. Neler düşünüyorsunuz bu konuda? İyi bir karar ama Nâzım Hikmet’e yararı dokunmadı. Vatandaşlık kararı, aynı zamanda, Nâzım Hikmet’in sürgünde ölmesine neden olan cezai kararların resmen kaldırılmasıyla, kişi olarak tümden rehabilite edilmesiyle birleştirildi mi bilmiyorum. Yıllarca kaldığı Bursa Cezaevi’nin, aydınlara yönelik terörün hatırlanmasını belgeleyen bir müze ve eğitim merkezine dönüştürülmesi arzusu var mı, bilmiyorum. Karar, böylesi adımlarla birleşirse gerçek anlam ve işlevini kazanabilir. Hem devlet kendi değişimini ilan etmiş hem de genç kuşaklar yıllar önceki haksızlıkları öğrenme imkânı sağlamış olur. Mehmet Nazım ismi bana, baba Nâzım ile oğul Memet’i çağrıştırdı ve bu keşfin doğru olup olmadığını merak etmekteyim... Doğru çağrıştırmış. Mehmet Nazım adı, Nâzım Hikmet ile oğlu arasındaki şiirsel ve trajik ilişkinin sinyaliydi. ? asliulusahin@gmail.com Babasız Günler/ Doğan Akhanlı/ Turkuvaz Kitap/ 144 s. SAYFA 19