Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ozan Özgür’ün ‘Gecenin Kapıları’ romanı üzerine Üç resim, bir roman 1978 yılında Türkiye İşçi Partisi üyesi yedi genç, Ankara’nın Bahçelievler semtinde, saatlerce işkenceye maruz kaldıktan sonra vahşice öldürülmüştü. Gecenin Kapıları, tarihe ‘Bahçelievler Katliamı’ olarak geçen bu cinayeti konu alıyor. Ë Can SADAY ecenin Kapıları”nın son sayfasını çevirdiğimde anladım, her sabah uyanır uyanmaz görebileceğim şekilde, yatağımın yanındaki giysi dolabına küçük mıknatıslarla iliştirdiğim üç resimden ortadaki, Behice Hanım’ın resminden neden bu kadar etkilendiğimi. Solunda, kara gözlerinden, pazar sabahları annesi için icat ettiği omletlerden, yavrularını emziren kedisinden, sonu gelmez piyano alıştırmalarından, Türkçe öğretmeninden, hayatındaki her şeyden duyduğu gururla gülen küçük dostum Piraye’nin resmiyle, sağında, acımasız rüzgârların, kötücül yağmurların, usul usul işleyen hain rutubetin aşındıramadığı bir kehribar damlası gibi duran, hayatın bütün anlamsızlığına rağmen anlam olunabileceğini, dünyanın bütün çirkinliklerine rağmen güzel kalınabileceğini duyurmaya çalışır gibi berrak, tutkulu, yalnız gülüşüyle platonik aşkım Türkel Hanım’ın resimlerinin arasında duran Behice Hanım’ın resminden söz ediyorum. Şimdi anladım; bu yüzde beni böylesine etkileyen şey acıydı, Bahçelievler katliamının acısı, bütün hatlarına oturan onulmaz acı. Onları en iyi anlatan, yakın ifadeyle gencecik, pırıl pırıl yedi yoldaşı, Faruk, Salih, Hürcan, Osman Nuri, Latif, Efraim ve Serdar’ı kaybetmenin acısı mı sadece; hayır, solun bütün heyecanı, ataklığı, içtenliği, toyluğu ve çaresizliğiyle şiddet sarmalına kıstırılışını, asırların miskinliğini üzerinden atıp doğrulmaya, yönünü çizmeye çalışan bir halkın kana boğuluşunu, güneşli günler aramaya koyulan bir ülkenin kirli, yapışkan bir karanlığa sürüklenişini sezmenin acısıydı, Behice Hanım’ınki. Bahçelievler’de yitirdiklerimizin cenazesinde çekilmişti bu fotoğraf, Salih’in cenazesi miydi, yoksa Serdar’ın mı, ne fark eder... Hınçla, öfkeyle dalgalanan kalabalık, mezarlıktan ayrılma vaktinin geldiğini bilmezden gelerek, dağılmamakta inat ederken, altmış sekiz yıllık bedenini kalabalığın az ötesindeki bankta dinlendiriyordu Behice Hanım. Mikrofonu uzatan gazeteciye bakmıyor, saldırının amacına dair sorusunu cevaplarken gözünü biraz ilerideki kalabalığın üzerinde gezdirerek, kısa cümlelerle, sert vurgularla konuşuyordu. Söyleyeceklerini toparlamaya çalışmıyordu; tersine, günlerdir beynini zonklatan sezgilerini, ülkeyi bekleyen uğursuz geceye dair öngörülerini aklından korumaya çalışır gibiydi. Apak saçlarının geriye doğru kayarak açıkta bıraktığı köşeli, geniş alım endişeyle kırışmış, seyrek, belli belirsiz kaşları öfkeyle çatılmıştı; gözlerindeki inançlı ve kararlı bakış, şişmiş gözkapaklarının kıyısından tereddüt çizgileri halinde CUMHURİYET KİTAP SAYI 992 “G şakaklarına yayılıyordu. Küçük ama belirgin elmacık kemikleriyle biçimli burnu arasındaki sınırı işaretleyip bıçakla kesilir gibi aralanan solgun, ince dudaklarına, oradan da hiç alışılmadık sarsıntılar karşısında yine her zamanki devinimleriyle kıpırdayan çenesine inen derin çizgiler boyunca akan ise tek bir şeydi: Acı. Doğru, hafızai beşer nisyan ile maluldür. Hafızanın kötü anıları silme eğilimi, iflah olmaz iyimserliğimizle ve sabahtan yeni bir umut çıkarma gayretimizle birleşince, ciğerimizi dağlayan acılarımızı salt siyasi olgulara, nedensonuç zincirinin halkalarına dönüştürebildiğimiz de bir gerçek. Olguları bir kenara not etsek de, dindiremediği acılarını burulan yüreğinde, tutuşan hafızasında sakla en büyük ödüldür. Taptaze bedenlerimizden her kalp seğirmesiyle fokurdayarak akan, sıcacık köpürüp akan, akıp okul önlerinde, hücrelerde, maltalarda, sokaklarda, meydanlarda göllenen, göllenip yağlı, şerbetli dumanı tüten, tütüp kaymak bağlayan, pelteleşip katılaşan, döküldüğü yerde kızılı kara, pas rengi, şarabi, mor, sarı dalgalar halinde kuruyup kalan kanın acısını, zulüm ve sömürünün yeryüzünden silinmesinden başka ne dindirebilir ki? Unutmamalıyız. Hafızası beyaz boşluklarla delik deşik edilmiş bir açlık grevi eylemcisinin kim olduğunu unutmamak için avucuna kendi adıyla birlikte, ölen arkadaşlarının adlarını da yazması gibi; her ağacın kuş kırımlarını, eski yangınları etinde saklaması gibi, unutmamalıyız. KIPKIZIL BİR YARA İZİ... Ozan Özgür, “Gecenin Kapıları” adlı romanıyla büyük bir acıyı kutsayıp, tenimize işliyor. Kimliğimize elmas sertliğinde bir kilit taşı ekliyor. Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partili 7 Solda Salih Gevenci, yanında Faruk Ersan 7 TİP’li gençten ikisi. maktansa, unutmayı, uyuşmayı, gerçeklerden kopmak pahasına uydurma olduğunu bile bile gündüz düşlerine dalmayı tercih eden bütün bir toplum gibi, nisyanın gölgesine sığınıyoruz. Oysa hafızadır insanın kişiliğini saklayan ve acılarını göğsüne saplanmış bir madalya gibi taşımasını bilen halklar hak eder onurlu yaşamayı. UNUTMAMALIYIZ Kapılarını ardına kadar açtıkları karanlığı ülkenin üzerine boca edenlerden hesap sorabilmek, umut, emek ve sergi kapılarını açıp zulmü tarihe gömebilmek için işkencelerin, katliamların acısını tenimizde zonklayan, insanlığın ortak acıları dinene kadar hep zonklayacak bir kurtuluş ahdi olarak taşımalıyız. Çünkü hafızadır insanı insan yapan ve unutmak, halk düşmanlarına verilecek gencin öldürülmesi, siyasi tarihimizdeki ilk toplu cinayet değildi ve sonuncusu da olmadı, ancak geçmişimizi kıpkızıl bir yara izi gibi işaretleyen katliamlar dizisinde işlenişindeki tüyler ürpertici hunharlıkla öne çıktı. Attıkları her adımda biraz daha canileşen, içine battıkları çirkefte debelendikçe yeni canlar alan faşist katiller, bütün bir gece boyunca baş başa oldukları kurbanlarını, saatlerce eziyet ettikten sonra çıplak elleriyle boğarak öldürmek için uzun süre uğraşmış, cinayetleri bir anlık kararlılıkla değil, saatlerce dinmeyen, aksine kudurup azgınlaşan bir kana susamışlıkla işlemişlerdi. Böylesine caniyane bir katliamı romanlaştırmaya girişerek çok ağır bir yükü omuzluyor Ozan Özgür ve yükünü dizleri titremeden taşıyor. Belli ki sadece aklının değil, yüreğinin imbiğinde de yıllarca damıtmış eserini. Anlatımda sığlığa düşmeden, naylon karakterlere, duyarlılık gösterilerine, yapay diyaloglara, çalakalem “düşünce” akıtmalara, Türkçeyi haber diline daraltan yavanlıklara yüz vermeden, evrensel ölçütlerde sağlam bir roman yaratmış. “Gecenin Kapıları” ne kadar yerel görünürse görünsün, on yıllar sonra dünyanın başka bir köşesinde Türkiye’nin siyasi tarihinden habersiz okur tarafından da edebiyat lezzetiyle okunabilecek bir eser. Şairliğinin getirdiği hüneri ortaya koyan yazar, Türkçenin yazılı dilde yeterince kapsanamayan güzelliğini, sözlü anlatım gücünü ustalıkla değerlendiriyor. Konuşma dilinin söyleyiş biçimlerini, Orta Anadolu ağzının özgün üslup ve kelimelerini deyimlerle, zengin benzetmelerle, yerli yerinde ve uyum içinde kullanmasını biliyor. Kurguda sağladığı çeşitliliğin de yardımıyla, bu canlı üslupla, ifade tutanaklarından ve röportajlardan aktardığı pasajları, bölüm başlarına serpiştirdiği dizelerle halk şiirini, hatta kurbanları uyarmak için çırpınan çınarların ve her şeye tanıklık eden Ay’ın konuştuğu bölümlerde lirizmi harmanlayarak, destansı bir anlatıma ulaşıyor. Romanın kurgusu da bir durulup bir çağlayan, en tiz perdelerde uğunup kendinden geçtikten sonra karara vararak kendini bulan, leitmotiv şeklinde her yerde hissedilen bir ezgiyi farklı perdelerde ve tempolarda yinelerken adeta senfonik bir derinlik kazanan semahları çağrıştıran yapısıyla, dilin ve anlatımın gücünü destekliyor. Roman, katillerin iç dünyalarının, birbirleriyle ve toplumla ilişkilerinin, farkında oldukları ya da bilmedikleri yönlendirmelerin, siyasi güdülerinin anlatıldığı uzun bir giriş bölümüyle başlıyor. Arka planda ülkedeki genel siyasi tablo hissettirilirken, geçkin bir pavyon kadını kılığına bürünen Ulus Meydanı’yla simgelenen başkentin çürümüşlüğü de sahnede boy gösteriyor. Öte yandan, adım adım cinayet gecesine doğru ilerlerken gördüklerimiz, katillerin sadece insanlığa düşman bir ideolojiden değil, gündelik hayatlarımızı kuşatan, en sıradan ve masumane çatlaklardan ruhumuza sızan çirkeften de beslendiğini düşündürüyor. Romanın son sayfasında, hikâyenin tanığı Ay, yazara şu sözlerle devrediyor yükünü: “... Yıllar yıllar sonra bugün, kurtulmak, ilelebet unutmak ve yeniden gömülmek için nisyana, yükümü sana devrediyorum. İster yaz, ister anlat. İster taşı, ister at. Karar senindir. Lakin anlatılacaksa, sonunda mutlaka şu hüküm eklenmelidir: ‘Göğe yedi elma uçtu. Yedi kızıl elma. Ve yerde kalanlar erdiler muratlarına. Onlar erdi muradına, yeni yeni tosuncuklar çıksın kerevetine. Hak mı, hukuk mu, adalet mi, vicdan mı? Cehennemin dibine! Barış mı, huzur mu, kardeşlik, insanca bir hayat mı? Niçin ve ne hakla?’” ? (*) Gecenin Kapıları/ Ozan Özgür/ Yordam Kitap, Ekim 2008, İstanbul/ 459 s. SAYFA 6