Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ bunlar zaten çocukta bir kök, aile, mahalle, kültür aidiyetini güçlü kılıyor. Özellikle kız çocuklarının değersiz sanıldığı bizim gibi erkek kültürlerde babası tarafından değerli bulunmak güçlü aidiyet duygusu yaratıyor. Senin sorduğun anlamda kültürel aidiyetime gelince: ben kendimi bir dünya vatandaşı olarak görecek biçimde eğitildim. Yani Cervantes Don Quijote’u, yalnızca İspanyollara, Hugo Sefiller’i yalnızca Fransızlara veya HıristiyanBatılı okura yazmamıştı. Bana, yani Buket olarak bana da yazmıştı. Dünya kültür mirasının ben de bir mirasçısıydım! Annem bunu daima vurgulayarak büyüttü bizi. Müslümanlar şuna inanır, o Hıristiyan, şu Yahudi işidir gibi dünyanın en beter ayrımına asla girmezdi. Bu yüzden kendim yurtdışında bir Türkiyeli ve Müslüman kadın olarak ayrıma uğradığımda çok şaşırmış ve üzülmüştüm. Fakat anneme bu evrensel eğitim için ne kadar minnettar olsam azdır. Bugün hem Türkiye’de dindar veya dinsiz, muhafazakâr veya liberal, farklı kültürler tarafından okunuyor, hem de yabancı ülkelerde de kabul görebiliyorsam bunun asıl nedeni annemin biraz da sülalesinden gelen SufiMevlevi hümanizma anlayışının ürünüdür. Çünkü ben ‘seküler hümanizmayı’ sonradan kendimi eğiterek edinmedim (ki böyle edindiğim siyasi ve felsefi görüşlerim var). Ben herkesin eşit, özgür ve değerli doğduğunu hava ve su gibi doğal olarak kabullenerek büyüdüm. Son yıllarda kendimi Akdeniz’in, Balkanlar’ın, Kafkas ve Ortadoğu’nun kültürel karışımı olarak gördüğüm Doğu Akdeniz’e ait olarak hissediyorum. Beni en mutlu eden ezgiler, danslar, renkler, kokular ve yemekler hep Doğu Akdeniz kökenli çıkmaya başlayınca böyle bir aidiyetim olduğunu zevkle kavradım. Galiba artık bir pergel gibiyim ben; sivri ayağı İstanbul’a saplı, kalemli ayağı Derviş gibi dönen/gezen bir pergelim! Peki ya Ekela gibi, hayatınızda hiç, doğup büyüdüğünüz yerle yaşamak zorunda kaldığınız yer arasında sürüncemede kaldığınız oldu mu? Ya da bunu, zorunluluğu sürgünlüğe vardırdınız mı hiç? Evet oldu. Üniversiteye giderken, 1721 yaşları arasında özellikle genç bir kız olarak daha özgür, baskısız, renkli ve bağımsız yaşamaya o kadar özlem duyardım ki, özellikle kadınlarının hayatını kontrol eden, katı kuralları olan ve yeniliklere kapalı 1970’lerin Türkiye’sinden egzotik, özgür ülkelere kaçıp, bir daha geri dönmemeyi düşünürdüm. Ama özellikle yazmak, anadilin ülkesinde kalmaya, onun yaşayarak dönüşümüne bizzat tanıklık etmeye mecbur bırakıyor insanı. Daha sonra zaten çok hayran olduğum bütün kültürlerin de kendi zaaflarını ve onların kendi içlerindeki bağnazlıklarını tanıyınca kendi kültürümle daha kolay barıştım. Yani insan mükemmel kültür olmadığını öğrenince kendi yanlışlıklarını daha akılcı olarak ele almaya başlıyor. Sonra zaten farklı algılıyor ve sorguluyor, belki de iyileştirme konusunda çorbaya tuz koymaya karar veriyor. Yolculuk hikâyeleri, sizin yolculuklarınızda yaşadıklarınızdan oluşuyor. Yolculuklardan arda kalanlar kalemle buluşuyor… Her yolculukta muhakkak bir yol arkadaşı edindiğinizi görüyorum… Kahramansız bir yol mümkün değil sanırım? Öyle değil. Erdem sen elindeki yedi öyküye bakarak bunları söylüyorsun ama bunlar 12 yılın içinden belki 120200 yolculuktan seçilmiş yol arkadaşlıkları. Ben aslında yollarda sohbet etmeyi CUMHURİYET KİTAP SAYI 992 pek sevmem, daha çok okumak, yazmak, şimdilerde küçük bilgisayarımda (net book) film izlemeyi veya uyumayı tercih ederim. Yolda, çok ender ve müthiş ilginç olduğu için hikâyelerini naklettiğim yalnızca yedi yolcu… “Miyako San ve Hiroşima Uçağı” adlı hikâyedeki kahramanınız Hiroşimalı Miyako, babasının baskısına uğruyor, daha doğrusu aile geleneklerinin, erkekler arası iktidar çekişmesinin kurbanı olarak sevdiği Amerikalı Phil’den ayrılmak zorunda kalıyor… Aklıma yakın zamanda kaybettiğiniz babanız geldi bu hikâyeyi okurken; yollardaki Buket Uzuner’le babasının ilişkisi nasıldı, ‘yol’ babanızla aranızda ne gibi bir ilişki kurdu? Evet, senin de babamı son yolculuğuna uğurlarken beni yalnız bırakmadığın için bildiğin gibi canım babamı geçen hafta kaybettim. Babam bana daima güvendi, bana kızdığında veya düşüncelerime karşı çıktığında bile güvendiğini saklamadı. Müslüman ülkelerde babaları tarafından sevilen ve değer verilen, insan olarak algılanan kızlar topluluk içinde dimdik dolaşır, hayatları boyunca kendilerini erkeklerden aşağı hissetmez, erkekleri sever, onlara asla düşman olmazlar. Bence babaları tarafından değer verilen kızlar kendi oğullarını da kızları kadar çok severler. Babam, kendisine ters düşen konularda bile benim kararlarımı daima destekledi, bunaldığımda: ‘sen yaparsın kızım, ne olacak ki…’ derdi. 1970’lerde ‘Bir kadının mutlaka bir üniversite diploması ve araba ehliyeti olmalı, bir erkek nasılsa hayatını kazanır!’ diyebilen bir adamdı. Biz de birbirine âşık babakızlardandık yani. Nur içinde yatsın! YEMEK TARİFLERİ Hikâyelerin sonlarında farklı bir şekilde hikâyenin de sonuna denk gelen yemeğin tarifini veriyorsunuz. Bu fikir nasıl ortaya çıktı peki? Yemek, tıpkı müzik, dans, folklor, tekstil, tasarım gibi kültürlerin işaretlerini taşıyor. Ancak yemeğin farkı tat duyumuza hitap ettiğinden algılama hissi güçlü olmasında yatıyor galiba… Yani yabancı kültürlerden bahseden hikâyelerimin yanında oraya ait pratik bir yemek tarifi ekleyerek okuru damağındaki tatla o ülkelere seyahat ettirmek istedim. Bakalım başarabilecek miyim? Kitaptaki görseller de sanırım sizin ‘yolda’n topladıklarınız! İleride bir müze açmayı düşünür müsünüz örneğin? Seyahat ettiğim bazı şehirlerde müzeye dönüştürülmüş yazar evlerini ziyaret etmeyi çok severim. Bizde henüz bu pek az, yazarları ve kitapları vatan haini ve düşmanı ilan etmekten onların mirasıyla gururlanmaya zaman bulamamışız galiba! İşte Burgaz Ada’da Sait Faik evi, Büyükada’da Hüseyin Rahmi Gürpınar, vb… Benim Moda’daki küçük stüdyom zaten şimdiden neredeyse müze gibi… Kim bilir belki otuz yıl sonra? Son olarak, yolda geçen bir yaşam… Yolda geçecek bir yaşamın da işareti olsa gerek, değil mi? Evet, kesinlikle öyle… Umarım sonuna kadar Yolda olurum, çünkü gerçekten seyahatle beslenen biri için yerleşmek ölümden beterdir. Daha görmediğim iki kıta, onlarca büyük şehir, müzeler, kütüphaneler ve oteller, lokantalar, tanışılacak yüzlerce yeni insan var… Yollar var… ? erdemoztop@yahoo.com Yolda/ Buket Uzurer/ Turkuvaz Kitap/ 160 s. SAYFA 5