06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Y eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER [email protected] Fıstık Ahmet’in ‘Bir Başka Kentte Ölümü Beklemek’ kitabı, Büyükada’yı kendi istekleriyle terk eden Rumların sözlü tarihi Bu şehir arkandan gelecektir F ıstık Ahmet (Tanrıverdi), 2003’te yayımlanan Zaman Satan Dükkân adlı kitabında, 1960’ların Büyükada’sından insan görünümleri betimliyordu: “Kederden mi neden böyle sararmış rengi ruhsarın” gibi şarkıların güftecisi Ahmet Refik Altınay’dan, Şehir Hatları’nda kamarotluk yaparken bulduğu cüzdanı idareye teslim edince terfien bilet memuru olan Kamarot Bekir’e; filozof edasıyla “Madem ki toprağa basıyoruz, günah işliyoruz” diyen Marangoz Cimo’dan, ikinci iş olarak tahtırevanla hasta taşıyan ayakkabı boyacısı Gogo’ya; Ada’nın Lefter’leri Papaz Lefter, Taklitçi Lefter, Bakkal Lefter ve Futbolcu Lefter’den, sütçü dükkânına her sabah Yalova’dan toprak, cam, teneke kaplarda yoğurt gelen Sarandi’ye... Evet, Fıstık Ahmet, Türkler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Levantenlerin farklı dilleri, dinleri, görenekleri, yemekleriyle benzersiz bir kültür bileşimine erişen Büyükada’yı anlatıyordu. Bir dönem matbaacılık ve reklamcılıkla uğraşan, otuz üç yıldır meyhanecilik yapan, ama her şeyden önce doğma büyüme Büyükadalı olan Fıstık Ahmet, Zaman Satan Dükkân’ın ardından başka kitaplar da yayımladı: Hoşçakal Prinkipo, Ay’ Yorgi Rehberi, Büyükada’nın Solmayan Fotoğrafları, Atina’daki Büyükada, Barba’nın MÜREKKEBİ KURUMADAN Adsız göç öyküleri ıstık Ahmet, bir buçuk yıl içinde Atina’ya dört kez giderek, Türkiye’yi kendi istekleriyle terk etmiş yüzden fazla Büyükadalı arkadaşıyla görüşmüş. Görüştüklerinin duygularını, düşüncelerini, öykülerini adlarını vermeden aktarmış. Eski Büyükadalılar arasında pişman olanlar da var, doğru yaptığını söyleyenler de, kendi istekleriyle terk etmelerinin gerekçelerini açıklayanlar da, akrabalarının yanına gelenler de. “Ah vre Ahmet, çok korktum o anarşi zamanında İstanbul’da çalışmaktan. Biliyorsun, işyerim Taksim’deydi. Her Allah’ın günü bir olay oluyordu. En çok Kanlı Pazar korkuttu beni. Gözümün önünde insanları vuruyorlardı. Otuzdan fazla ölen oldu; kimi kurşunlanarak, kimi ezilerek. Su deposunun üstünden silah atılıyordu. (…) Buraya gelince her şeyin söylendiği gibi olmadığını gördüm ve çok şaşırdım. (…) Gel diyen arkadaşlarımdan da yakınlık, dayanışma görmedim…” “Azınlık olmanın ne kadar zor olduğunu bilir misin, Ahmet? (…) Bak şimdi sen anlatıyorsun, biz gidince siz azınlık oldunuz diye. (…) Biz oradayken sizinle kültürel anlaşmazlığa düşmezdik. Çünkü iki taraf da aynı toprağın insanıydı, ada kültürüyle yetişmişti. Gelenlerle şimdi sen anlaşamıyorsun. Ben ne yapayım?..” “Televizyonda bir programda seni dinledim, Ahmet. Bizler için demiştin ki, gitmemeliydiler. Batı Trakya’daki Türkler de ıstırap çekti, ama gitmediler. Topraklarına sıkı sıkı sahip çıktılar. Belki doğru söyledin, ama bizim toprağımız yoktu ki. Biz toprak adamı değildik, biz zanaatkârdık. (…) F Hem sana bir şey daha soracağım: İmrozlular da toprak sahibiydi, onlar niye gitti? (…) Sen katilleri getirip İmroz’u açık cezaevi yaparsan, tabii gider adamlar…” “Bak Ahmet, bu konular çok derin ve çok köklü. (…) Hükümetler veya devletler ne yapıyor? (…) Karar başka yerlerde alınıyor ve biz kobaylara uygulanıyor. Yunan tebaalıların kovulmasını geç; biz Rumların göçünü başlatan kim? Azınlıklara karşı alınan bir dizi kararlar var hükümet tarafından. (…) Sen biliyor musun ki önce İmroz’daki Rum okulları kapatıldı, sonra orasını yarı açık cezaevi yaptılar ve arkadan jandarma kışlasını yerleştirdiler. Bu ne demektir, Ahmet? Rahat kalır mı insanda?” “Türkiye’de Rum olmakla, Yunanistan’da Türk olmak aynı şey, Ahmet. Her iki durumda da dışlanıyorsun toplumdan. Evvelden biz adadayken nasıl görülüyorsak, İskeçe’deki Türk de Yunanlı için aynı görülüyordu. Şimdi İskeçe’deki Türk, AB vatandaşı oldu. Avrupalıyla eşit. Ya Türkiye’deki Rum, Türk ile eşit mi halen? Polis olamaz, devlet memuru olamaz, subay olamaz. (…) Vre çöpçü bile olamaz be!” “Adadan giderken ben çocuktum, Ahmet. Babam, evi kapatalım da ileride dönünce otururuz demişti. Adadaki bir Rum tanıdığımıza vekâlet verdik ve kiralamasını istedik. Aradan kaç sene geçti biliyor musun, tam 38 sene. Özal zamanında Türkiye’ye girişimiz serbest olunca ve evlerimizde oturmamıza izin çıkınca geldim, ama eve giremedim. Kirayı ödeyenler, çıkmayız dediler. Ev benim, tapu benim. Hayır, giremezsin dediler. Mahkemeye veririm dedim. Seni vururuz dediler…” ? Mezeleri… Bu kitapların pek çok sayfasında, evlerini, dükkânlarını, okullarını, anababalarının gömütlerini, anılarını geride bırakarak Büyükada’yı terk etmek zorunda bırakılan Rumların yaşamışlığı, yaşanmışlığı vardı. Fıstık Ahmet’in geçen yaz çıkan kitabı Bir Başka Kentte Ölümü Beklemek… (Adalı Yayınları), bu kez farklı bir bakış açısından yaklaşıyor konuya. Bu yeni kitap, Fıstık Ahmet’in, Büyükada’yı “kendi arzularıyla terk eden” Rum dostlarının anlattıklarından oluşan bir sözlü tarih niteliğinde: “Atalarından bu yana asırlardır Büyükadalı olmalarına karşın, Yunan tabiyetindeki kimi akrabaları ve dostlarını 1964’te kovan devlet, onları kovmadı. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Büyükadalı kimi dostlarımız, Büyükada’yı kendi rızalarıyla terk ettiler. Şimdi geri dönseler, eskiden yaşadıkları güzellikleri bulamayacaklarını biliyorlar. Zaman akıp giderken, bulundukları yerde, yani Atina’da yaşamlarına devam ederken, neleri kaybettiklerini ve neyi kazanamadıklarını görüyor olmaları üzüntüleri oldu…” Kitabının başına, Kavafis’in dilimizde birkaç çevirisi olan o ünlü şiirini almış Fıstık Ahmet. Ben Cevat Çapan çevirisini yeğlerim: ‘Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim’ dedin / ‘bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. / Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; / bir ceset gibi gömülü kalbim. / Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? / Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, / kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, / boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.’ // Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. / Bu şehir arkandan gelecektir. / Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, / aynı mahallede kocayacaksın; / aynı evlerde kır düşecek saçlarına. / Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. / Başka bir şey umma / Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, / öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de. Kavafis’in dizeleri, kuşkusuz, böylesi bir kitaba, önsöz olabilecek kadar uygun düşüyor. “Keşke gitmeselerdi, keşke siyasî nedenlerle gitmeye mecbur olanlara uymasalardı, keşke doğdukları büyüdükleri, ekmeklerini kazandıkları, aile mezarlarının bulunduğu Büyükada’da yaşasalardı, yaşayabilselerdi” diyor Fıstık Ahmet. Evet, anlattıklarına bakılırsa, birçoğu “yeni bir ülke bulamadı”, “başka bir deniz bulamadı”, “Büyükada arkalarından geliyor”, “yine Büyükada’nın sokaklarında dolaşıyorlar, yine aynı evlerde kır düşüyor saçlarına”. Ama 1964’te zorunlu olarak gidenlerin tersine, Büyükada’yı kendi istekleriyle terk edenler, ne kadar kendi istekleriyle terk etmişlerdi Ada’yı? Bu terk ediş, ister zorunlu olsun, ister gönüllü, yönetimlerin yarattığı düşmanlık ortamının, her fırsatta kışkırtılan yabanıl nefretin sonucu değil miydi? ? SAYFA 6 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1030
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle