06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ mindeydi. Orta kararın da altında bir şair, “Varlık’ın her sayısında Dağlarca, Dağlarca... Başka şair yok mu?” diye sorarak Yaşar Nabi Bey’e çıkıştı. Yaşar Nabi Bey, ayaküstü tartışmalara girenlerden değildi. Ama şunu da söyledi: “Dağlarca yüz gereksiz dize yazsa, bir dizesiyle şiiri ‘şiir’ olur. Öyleleri de var ki, bin şiirinde tek dize bulamazsınız.” Hiç unutmam, Dağlarca bir konuşmasında “Yeni bir dize bulacağımı bilsem, Ankara’dan Adapazarı’na yaya yürürüm” demişti. “Çılgınca seviyorum sıcaklığımı...” ya da “Hastayım ama ne kadar güzel/Gidiyor yüzer gibi vücudumun bir yeri.”, “Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum,” vb. türünden dizelerdi ardından koştuğu... Referans noktalarınız dev ustalar genellikle… Sanatçıları insani donelerle ele alıyorsunuz. Sanatçıda hayvan duyarlığı vardır; yani içgüdüsel bir duyarlıkla, kimin kim olduğunu bilir. Şairin, her şairi beğenmediği sanılır. Mesela Cahit Külebi’yle Türk Dili Dergisi ’nin yazı kurulunda birlikte çalışıyorduk. Külebi’nin esmer yüzü bir pehlivan sırtı gibi parlamıştı, Hilmi Yavuz’un “Mevlânâ Hayder” şiirindeki “ölüm, uysal bir mesnevi gibi/ aktı gider, döne döne/ güneş batarken sararır” dizelerini okurken. “Bakış Kuşu” yayımlandığında da, “Hilmi’yi kıskanıyorum” dediğini anımsıyorum. Sanırım, bir ozan karşısında en yüce övgüyü simgeliyordu buradaki “kıskançlık” sözcüğü. Kendisini Dağlarca ile karşılaştırırken de, “Sıvas’ı ondan önce edebiyata ben soktum,” derdi. Darbeler ve şiir konularını da işliyorsunuz yazılarınızda. Tanıksınız, darbelerin şiire ve şairlere neler yaptığını yaşadınız. Anlatır mısınız bu değişen bakış açılarına göre kıyaslamalar yaparak? 27 Mayıs’ta kitaba bir şey söylenmedi, tersine, destekledi. 27 Mayıs’tan sonra, 1940’larda yayımlanmaya başlanan klasiklere yenileri katıldı. Okur, özel yayınevlerinin de girişimiyle Marx’ı, Hegel’i, Engels’i, Lukacs’ı, Fischer’i, Rus sanat kuramcılarından Suçkov’u... tanıdı. 12 Mart, Komünistlikle suçlayarak, kitabı hayatın dışına attı. Çuval çuval kitap yakıldı. Çağdışı din kitapları görmezden gelinirken, bilim ve sanat kitaplarının yazarları mahpushanelere atıldı. 12 Mart, Alman faşistlerinin Avrupa’da yarım bıraktığını, Türkiye’de tamamlamıştır. 12 Eylül ise kültürel kurumlaşmalara en büyük düşmanlığı yapmakla kalmamış, Atatürk’ün, ömrünce dizginlemeye çalıştığı yobazlığı hortlatmıştır. Kitabın Işığını Söndürenler’de de bu yakma olayını vurguluyorsunuz. Nasıl vurgulanmaz; bilgi ışığına duyulan hınç hiçbir dönemde 12 Eylül’deki kadar olmamıştır. 12 Eylül düşüncesi, Alman faşizminde olduğu gibi, insanı insanlığıyla buluşturan düşünceye karşıydı. Homeros’tan Thomas More’a, Cervantes’e, Marx’a, Heinrich Heine’ye, Freud’a, Seghers’e, Brecht’e, Thomas Mann’a, Remarque’a... Nice yazarın kitabı, iktidarca yasaklanmış, meydanlarda yakılmıştır. Yakma şenliğinde (!) kendi kitaplarının alevi yüzüne vuran Heine, “Bugün kitapların yakıldığı yerde yarın insanları da yakarlar” demiştir. Bizde de, en yaşlısından en gencine, adlı sanlı bütün yazarların kitaplarını toplatılıp imha edilmiştir. Darbeler, edebiyatı da tedirgin etti… Etmez mi! Edebiyat ekini, özgürlük ortamında başak verir ve iki yüz yıldır, insanımız ne çekiyorsa bilgisizlikten çekiyor. Toplumsal güç, daha 12 Eylül’ün enkazını bile kaldıramadı. Kaldıramayınca enkazın altından lağımlar kaynadı. İnsanlık belki kitapla açmadı gözünü, ama insanın gözünü kitap açmıştır. Aydınlanma, kitap uygarlığıdır. Bizde aydınlanma yönelimi Tanzimat’la başlamış, bunun eylemsel değeri ancak Ata türk devrimiyle anlaşılmıştır. 1950’de Dicle Köy Enstitüsü’ne girdiğimde kendimi klasiklerin arasında bulmuştum. Yıllar sonra o kitaplığın ardiyeye dönüştüğünü görünce yıkılmıştım. Ülkede bilgi çölleşmesi böyle başlamıştır. Ne hallere düşüldüğünü bundan anlayın! “12 Mart cuntası, okuru kitaptan koparmaya kalkıştıysa da gelişmenin önünü alamadı, 12 Mart sonrasında okuma yeniden hayatın içine girdi” diye yazıyorsunuz “Şiirselliği Öldürmek”te. 12 Mart’ın ortamında edebiyatçıların cesaretini artıran birkaç cesur yüreğe, birkaç cesur kaleme mutlaka değinmeli... 12 Mart öncesinde Nâzım Hikmet şiirinin serbest kalmasıyla bir tabu yıkılmış; Darvin, Marx, Engels, Politzer gibi düşünürlerin raflarda görülmesi, özgür bir okuma ortamının doğmasına yol açmıştır. 1960 sonrasında, Yaşar Kemal, yerine oturmuş bir yazardı. Köylünün bürokrasiyle çatışmasını öne çıkaran Fakir Baykurt ilgi uzun yıllar odağı oldu. 12 Mart sonrasında Bir Gün Tek Başına romanında 27 Mayıs öncesinin aynasını tutmuştur topluma Vedat Türkali. Adalet Ağaoğlu Bir Düğün Gecesi ’nde, askeri cuntayla sermaye kesimi arasındaki birliği cesaretle ortaya koymaktan çekinmemiştir. Öte yandan, opera Sanatçısı Ruhi Su’nun, türkülerimizi opera ağzıyla söylemesi bir yenilikti. Böylece halk, yüzyıllar sonra Yunus Emre’yle, Pir Sultan’la, Kazak Abdal’la, Karacaoğlan’la, Dadaloğlu’yla, Nâzım Hikmet’le kucaklaşıyordu. Ayrıca, Kuzgun Acar’ın emekçi elini andıran yontusunu görmek için Antalya’ya gidenler oluyordu. O Antalya ki, son yıllarda meydanlarında yontular yasaklandı, galerilerinde nü’lerin kalçalarına tülbent bağlandı... 12 Mart sonrası, Nâzım Hikmet, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin Korkmazgil gibi şairler öne çıkarılmış, Ahmet Muhip Dıranas, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Oktay Rifat, Cahit Külebi gibi nice şiir devi, slogan devrimcilerince burjuva şairi sayılmıştır. Şiirimizin sallantılı bir dönem yaşamasında bu karmaşanın etkisi olduğunu düşünüyorum. Oysa yazılan, “şiir” niteliği taşıyorsa, elinde devrim bayrağı dalgalandıran ne ise, sevgilinin kirpiğine imge düşüren de odur. Şiirin kalıp dökücüsü şairin kendisidir. İyi şair, duyarlığıyla, yaratıcı imgelerle, şiirsel anlamı keşfederek kalıbı aşar. Şairi kendi yaratıcı koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Bu bağlamda darbe dönemlerine atfen politize olmadınız hiç.. Olmadım, öyle bir tip değilim. Duygu adamı istese de politize olamıyor. Onların savaşımı dışta değildir, içlerindedir. Nice sanatçı, eline kılıç almamıştır, ama çoğunun elinden kılıcı bıraktırmıştır. Victor Hugo, Fransız devrimi demektir. Klasikleri erken yaşlarda okumaya başladım. İnsanın, kendini kendi içinde oluşturması düşüncesi yetti bana. Yaşamım boyunca insanlığa yürüyen yolda adımlarımı hep hızlandırdım. Erasmus’un, “Hayvan hayvan olarak doğar, insan insan olarak doğmaz, oluşturulur,” sözünden ne anlaşılıyorsa öyle bir şey. Bu politika ise, ben de politik düşünüyorum demektir. Hepimiz bu “oluşum”un içindeyiz. Kıyısında kalmak kötü! Bunun ölçüsü de, bilgiyle, duyguyla kaynaşarak, kendi dünyamızı yaratmaktır. Ve ardında leke bırakmamak... Dediğiniz doğru; güzel olanda leke daha çok belli oluyor çünkü. Pupa Yayınları’nca yayımlanan kitabıma Ardında Leke Bırakmamalı Sevgi adını vermemin nedeni de bu. Bu adın insana bakışımla örtüştüğünü sanıyorum... ? [email protected] Ayna/ Adnan Binyazar/ Pupa Yayınları/ 318 s. Ardında Leke Bırakmamalı Sevgi/ Adnan Binyazar/ Pupa Yayınları/ 176 s. SAYFA 17 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1030
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle