06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Adnan Binyazar’ın deneme kitapları ‘Ayna’ ve ‘Ardında Leke Bırakmamalı Sevgi’ Duyguda söz estiriyor yine! Adnan Binyazar’ın Ayna ve Ardında Leke Bırakmamalı Sevgi adlı kitaplarında kendisi gibi duyguda söz estiren ustaları görüyoruz. Eskiyenin, şairi belli alışkanlıklara sürüklemiş olan biçimler olduğunu okuyoruz. “Dilde yaratıcılık, dil devşiriciliği değildir; sözcüklere anlam biçme, sözcüklerin anlam alanlarını genişletmektir” derken, edebiyatımızda bugün yaşanan tıkanıklığa işaret ediyor Binyazar.kitaplarını konuştuk usta edebiyatçı, dilin titiz işçisi Adnan Binyazar ile. Ë Gamze AKDEMİR rayışın sancısı… Bu arayış ve arayış sonucunda sizin vardığınız noktalar, okurla paylaştıklarınız hep var yazılarınızda… Arayışın sancısını sadece dil, edebiyat, kitap anlamında da algılamıyorum tabii. Yazılarınızda bu daha önde olsa da sanatın her dalı, yaşamın her nüvesi var… Bilim, teknik mesela, bilim teknik bile var… İnsanı özde araştıran, sıklıkla keşfe koyulan biri Adnan Binyazar… Arayış her şey için söz konusu. Bir yazı yazıyorsunuz o yazıyı aklınıza gelen her düşünceyle oluşturabilirsiniz. Ama yazıda “öz” olanı, söylemek istediğinizi, vurgulamak istediğiniz mesajı ortaya çıkarmak önemli. Yazının ilk aşaması tasarlamaktır. Ama tasarlarken sonucu göremezsiniz. Sonuca varmak için kaleminizi yola çıkarmalısınız. Doğum bile sancılı oluyor; arayış, kalemin yola çıkarılmasına benzer bir doğuma koyulmadır. Sancı, varoluş sürecidir. Sancısız yaratım olmaz. Cervantes, Dostoyevski, Balzac gibi büyük yaratıcıların yaşamlarında, gizlenmiş sancıların izleri vardır. Sancı, varoluşun yapısında var. Sancı olmadan yaratım da olmaz. Sancı yaratım evresinin duyurucusudur. Sancıyı duymadın mı kötü! İşkenceye yatırılanın sancısı olmaz, acısı olur. Acı meşakkatlidir, sancının haz veren bir yanı vardır. Sanatçı, sancıyı göze alır. Her sancı bir yaratımı muştular. Bilimin sancısı da sanatın sancısından farklı değil. Einstein önce formülü buluyor, sonra onu eyleme nasıl dökeceğini düşünüyor. O anda başlamıştır sancı. Rodin’in bir taşa verirken ki sancısını düşünün, sancıyı hazza dönüştürmeyen yaratıcı olamaz. Arayışın sancısı böyle bir şey... Neden ayna? Gerçek, aynadan gizlenemez. Bakmasını bilen, aynada ruhunun yansımalarını da görür. Aynada size yönelik dış betimlemeleri değil, kendi gerçeğinizi görürsünüz. En yakınınız bile, sizin aynada kendinizi gördüğünüz gibi göremez. Ayna, camın ardındaki sırdır. “Sır”dan yansıyanı gören, içinin aynasına bakmayı da öğrenir. “TÜRKİYE’NİN AYNASI PARAMPARÇA” Ya aynanın parçalanması… Ayna parçalandığında, ona bakanı da parçalar. Türkiye’nin aynasında, hemen her alanda bir parçalanma var. Ayna’da yer alan denemelerde bu parçalanmaya ilişkin yazılar var. Sizinkiler son sözü söylemeyen nitelikte yazılar ama okurla etkileşimi nasıl? Hiçbir yazı son sözü söylemez. Hele deneme, söz söylemiyor gibi algılanır. Bir de, yazıda “son”un başlangıç olduğu durumlar vardır. Deneme türü yazıların ki sona erdirmek değil, düşündürmektir. Düşünce, düşünce olarak kalmaz, kişiyi kendi içinde SAYFA 16 A serüvenlerini ballandıran nektarın tadını ellisinden sonra almaya başladım. Don Quixote’yi yanımdan ayıramayışımın nedeni bu. Benim için düşüncenin, ironinin, anlatımsal tadın özü bu kitaptaydı. Okudukça, iyi kitaptan başka tatlar alınıyor, inanın... “SÖZ ÜLKESİNİN YURTTAŞI DAĞLARCA” Ve yazarken de aynı şey oluyor... Yazma, okunanı eylemli kılmaktır; ama aktararak değil, düşüncenin özüne vararak. Düşünceyle söylem arasında uyum, yazının “yazı” olmasını sağlıyor. Bir anı... Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nin düzenlediği “II. Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Sempozyumu”nun onur konuğu idi. Ona sunayım diye ödülünü İstanbul’a ben getirmiştim. Kendisine İsviçre’de Türk yazınıyla ilgili kitaplar da yayımlayan Union Yayınevi’nin, benim yazımın da yer aldığı seçkisinden söz ettim. Yazım Dağlarca ile ilgiliydi, şair Baki’nin “Söz ülkesinin padişahı benim” dizesinden esinlenerek, “Söz Ülkesinin Yurttaşı” başlığını koymuştum. Başlık üzerinde uzunca düşündü Dağlarca ve şunları söyledi: “Herkes söz ülkesinin yurttaşıdır. Bir ozanı tanımlamak için şöyle demeli: Bu ülke yoktu. Ozan, toprağıyla, evleri saraylarıyla, gökyüzüyle söz yarattı. Söz, Tanrı’nın bakışıdır. Ben şiir ortamında büyüdüm. Evde şiir yazanlar vardı. Onlardan kısa sözün şiir olduğunu öğrendim. Şiire çok küçük yaşlarda başladım. Şiir yazarak el terbiye edilir. Şiir, bütün ellerden kalan ısıdır... Buna melek mi dersiniz, şeytan mı dersiniz; okuldan çıkan çocukların sesi, sevinci mi dersiniz; her şairin şiiri kendi tik tak’ıdır.” Ardından da şöyle ekledi: “Yaz, ama kimseye benzeme!” Yazmanın sırrı bu sözdedir. Evet, sizin yazılarınıza da klasik deneme türünde yazılar diyemeyiz... Diyemeyiz, çünkü özellikle Ardında Leke Bırakmamalı Sevgi ’de güncellik ağır basıyor. Deneme, durağan bir yazı türü değil. Her an, şiirle, öyküyle akrabalığını anımsatır. Yazar, arıya benzer; Yazarın iyi bir şey yazmasının, emdiği nektarla doyuma ulaşan arıdan farkı yoktur. Yazarlık, nesneyi kavrayıp onun çağrışım alanına girmektir. Bir anı daha... Diyarbakır’da, Güneydoğu Belediyeler Birliği’nin konukevinde kalıyordum. Odamın koridorunda eskilerden bir kaftan sergileniyordu. Bir anda, o kaftanı zarif bir geline yakıştırdım. Baktıkça çağrışımlarla sarmalanıyordum. “Şah Mahmet” öyküsünün duygu kurgusunu o sorgulamaya yöneltir. Yazılarımda bu iç sorgulamaya yöneltimin ağır bastığını sanıyorum. Adnan Binyazar gökten zembille inmedi, biliyoruz ki kitapla olağanüstü bağı ta çocukluktan başlıyor... “Don Quixote”yi yanınızdan ayırmıyorsunuz, Balzac’ın Tılsımlı Deri’si de en sevdikleriniz arasında. “Kâğıt Kokusu” başlıklı yazınızdan kâğıt kokusunun hayatınızdaki yerinin başlangıcını öğreniyoruz. Anam benzin kokusundan hoşlanırdı. Ben karnındayken benzin koklamak, kahve telvesi yemek istermiş. Bende öyle bir alışkanlık olmadı, ama basımevinden yeni çıkmış kitabı, anamın benzin kokladığı gibi, içine bakmadan alır koklarım. Uzun yıllar dolmakalem kullandım. Kaleme dolduracağım mürekkebi önce koklardım. 78 yaşlarımda bir halk hikâyesi dinledim. Masalını Yitiren Dev’de dikkatini çektiğini biliyorum. Doğu’nun küçük bir kasabasında bir yaşlıdan dinlediğim o halk hikâyesinin kitabını İstanbul’da bir vitrinde görünce deliye döndüm. Aşçı çırağıydım. Akşama kadar pazarda çorba sat, masalara yemek yetiştir, yerleri ben süpürüyorum, bulaşığı ben yıkıyorum. Kışın bile yalınayak dolaşıyorum. Öylesine yoruluyorum ki, geceleri, döşeği ottan, yorganı bir kaput olan yatağıma kendimi zor atıyorum. Öyle olmasına karşın, bir ablanın ödünç verdiği Elif ile Yaralı Mahmut adlı kitabı, mum ışığında, sabaha kadar okudum. Bir hafta boyunca, bir gece önce bitirdiğim kitabı yeniden okuyordum. Fotoromandı, Pecos Bill’di, bu tür çizgiromanları hiç okumadım. O kültüre çok uzaktım. Kaldı ki istesem de okuyamazdım, parayı nerden bulup da alacaktım onları!.. İstanbul’dan Diyarbakır’a döndüğümde on dört yaşımı bulmuştum. Bir yazlık sinemada Romeo ve Juliet filmi oynuyordu. Film yazlık sinemada on yedi gün gösterildi, ben de bir inşaat aralığından on yedi gün seyrettim. Filmde geçen sözler büyülemişti beni, kitabını buldum. Hayatın kitaplarda olduğunun bilincine Shakespeare’in sözlerini ezberleyerek vardığımı söyleyebilirim. Kitap insanla, insan kitapla yaşlanır; Suç ve Ceza on sekiz yaşında okunup orada bırakıldı mı, onun olgunluk dönemi, yaşlılığı dönemi bilinmez. On yedi yaşlarında okuduğum Don Quixote benim için yel değirmeniydi, Sancho Pansa’nın top gibi havaya atılıp yere düşmesine gülmekti, kılıçla delinen tulumdan akan şarabı düşman kanı sanmaktı. Cervantes denen o anlatı büyücüsünün kaftana borçluyum. Belki de sıradan bir kaftandı o, gelinle de ilgisi yoktu. Hatta bir erkeğin kaftanı da olabilirdi... Yazar nesneyi yazmaz, nesnenin yaratıcısıdır o. Çok genç Adnan Binyazar da böyle mi düşünürdü? Kuşku duymaz mıydı? Gençlik, yazarlığın en yanıltıcı dönemidir. Gençken yazdığın her şeyin “yazı” olduğuna inanıyorsun. Gençlikte yazdığım birçok yazıyı yazmamış olmayı çok isterdim. Gözlem gücü bir yana, yazarın dil işçiliği zamanla gelişiyor. Olaylarla yüz yüze geldikçe yazının emek isteyen bir disiplin işi olduğunu anlıyorsunuz. Ölümün Gölgesi Yok adlı romanımın ilk sayfasını elli kez, altmış kez yazma gereksinimi duyduğumu anımsıyorum. Genç yazarın önünde iki büyük tehlike vardır: Birincisi büyüklenme duygusuna kapılarak her yazdığının “yazı” olduğuna inanır. İkincisi kimsenin yazamadığını yazdığı saplantısına kapılır. “ÖYLELERİ DE VAR Kİ, BİN ŞİİRİNDE TEK DİZE BULAMAZSINIZ” “Şiiri Öldürmek” adlı yazınızda 12 Mart döneminde Nâzım’ın şiirinin, şiirsel değerinden çok slogan olacak söylemiyle, kitlesel coşkuyla algılandığını yazıyorsunuz... Sloganlaştırılan şiir, kitleselleşir. O ölçüde de şiirliğini yitirir. Şiir “dış”a taşırıldı mı, ona artık şiir diye bakılmıyor, bağırtının çağırtının aracı sayılıyor. 12 Mart sonrası, bir iki sloganla şair sayılanlar oldu. Nâzım’ı slogan aracı yapmak ona büyük haksızlık olur. Nâzım, Kurtuluş Savaşımızı anlatırken, “seyrediyordu Kocatepe’den/ dünyanın en yıldızlı karanlığını” dizelerini yazan şairdir. Hiçbir şey yazmasa, bu iki dize bile yeter ona. Bu dizeleri has şairden başka kim söyleyebilir? Bugünse, şairi çok, şiiri yok bir döneme girdik. Yaşar Nabi Nayır, dünyanın en beyefendi insanıydı. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, her şey üstüne çok şiir yazdığı döne CUMHURİYET KİTAP SAYI 1030
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle