22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K emil Kavukçu, kuşkusuz günümüzün en önemli öykü yazarlarından biri... Bugüne dek on iki öykü kitabı verimlemiş, bunların sürekli baskı yenilemiş olması bile, tek başına bu alanda nasıl bir erke ürettiğini göstermeye yetiyor. Bu veriyi onun usta öykücülüğünün, öykümüze taşıdığı dinamizmin, Türk öyküsüne kazandırdığı yeni harlanmanın dışında, gerek verim gücünü gerekse okurla buluşmadaki başarısını vurgulamak bağlamında aldığımı söyleyeyim... Öykücülüğümüzün günümüzdeki bu önemli temsilcisinin romanları da var oysa. Sayıca belki az; on iki öykü kitabına karşılık yalnızca üç roman... Ne ki sonuçta Kavukçu’nun romanlarının da bulunduğu gerçeğini değiştirmiyor bu olgu... O ise yine öykücü olarak anılıyor... Cemil Kavukçu’nun öykücülüğünü seven, bir biçimde bununla arasında bağlar kurmuş okurun konuya değgin neler düşündüğünü bilemem elbette, ancak bunu pek önemsemediğimi söyleyebilirim. Farklı türlerde ürünler veren bir sanatçının, ortaya çıktığı ilk verimleriyle ya da ününün yayıldığı türle birlikte anılmasından daha doğal ne olabilir? Sözüm buna da değil. itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Cemil Kavukçu C Üzerinde asıl durulması gereken yan, Kavukçu’nun romanlarının, yazarın öykülerinin gölgesinde kalıp kalmadığı olgusu bana göre... Nitekim öyküleriyle romanları üzerine yazılanlara bakıldığında, görece de olsa Cemil Kavukçu öykülerinin romanlarına oranla daha önemsendiği, öne alındığı kanısına varıyor insan. O zaman şöyle bir soru çıkıyor ortaya: öyküdeki büyük başarısının yüzü suyuna mı romanlarından söz ediliyor Cemil Kavukçu’nun? Daha açığı, başarısız bir romancı da Kavukçu, büyük, görkemli öykücülüğü nedeniyle mi üstü örtülüp, kıyısında köşesinde dolanılıyor sürekli bunun? Deşilmesi gereken bu işte! Okur ilgisi bir yana, onun verimleri üzerine kalem oynatan düşünce sahipleri, yazarı, bir biçimde tek türe sıkıştırıp kilitlediklerinin ayırdında mı acaba? Düşünün hele, yazar, öyküleri kadar romanlar kaleme almayı, okuruyla bu düzlemde de paylaşımlar yaşamayı öngörüyor, ama bu tutumuna sırt dönülüyor nedense onun... En iyimser yaklaşımla öykücü Kavukçu’nun romancılığı sessizlikle karşılanıyor yazık ki... Bugüne dek gerek öyküleri gerekse romanları üzerine, kitap oylumuna varacak boyutta, farklı açılımlara dayalı çalışmalar yapmış, bunları yayımlamış biri olarak son iki verimini bu bağlamda masaya yatıralım, öykücülüğüyle romancılığını biraz neşterleyelim istiyorum Cemil Kavukçu’nun: Mimoza’da Elli Gram (Can, 2007), Tasmalı Güvercin (Can, 2009). ROMANLA ÖYKÜNÜN SIZARLIĞI, SIZMAZLIĞI... Romanla öykünün birbirine sızmazlık yansıtan iki yazınsal tür olduğu düşünülmemeli. Ancak şu da unutulmamalı; öyküden romana, romandan öyküye doğru yol alacak sızıntının, yeni katıldığı alanda artık öykü ya da roman olarak ayrıksı biçimde kendini göstermemesi yani roman kökenli öykü, öykü kökenli roman uyruğu konumuyla karşımıza çıkmaması gerekiyor. Söz konusu öğe, sızdığı alanı tam anlamıyla terk edip, onunla ilişkilerini tümden kesip katıştığı alanın öz öğesi olarak karşımıza çıkmak zorunda. Ama bunların yanında, öyküyle romanın birbirine sızmazlığından da söz etmek gerekiyor. Diyeceğim yazınsal iki tür olarak öyküyle roman, bileşik kaplar dizgesi gibi alınamayacağı gibi, bunlara aralarında geçirgenlik bulunmayan farklı kaplar gibi de bakılamaz... Peki, sızmazlıkla sızarlıkları bağlamında Cemil Kavukçu verimi yapıtlar için neler söylenebilir? Kavukçu’nun öyküleriyle romanları incelendiğinde, daha ilk bakışta bunların ayrı dille, dil mantıklarıyla yapılandırıldıkları görülebiliyor. Pek çok kez altını çizerek vurguladığım üzere öykü kapsanık bir dil mantığıyla örülü biçimde verimlenirken roman kapsayan dil mantığıyla kurulur. Bu çerçevede iki yazınsal tür, farklı dille yazılan anlatılardan oluşur; şiirle oyun nasıl farklı dil mantığına yaslanıyorsa... İkinci bir sızmazlık, öykülerindeki evrenlerle roman evrenlerini kesinlikle birbirine karıştırmayışında çıkıyor ortaya Kavukçu’nun. Romanlarını okuduğumuzda onun, bunların küçük küçük öykü evrenlerinden oluşmadığını, tersine tüm romana yayılan, onu kapsayan bir ve bütüncül evrenle karşımıza geldiğini görüyoruz... Üçüncü bir sızmazlık olarak bu evrene serpiştirilmiş anlatı öğelerinin, nesnelerinin bu evren içinde yaratılmış kahramanların da romanlarla öykülerde farklı yapılar olarak kendilerini koyduğu öne sürülebilir sanırım. Öyküyle romanı birbirinden ayıran bu üç sızmazlık uyuşumunu Kavukçu’nun hemen her yapıtında yeniden yeniden gözlemleyebilmek olanaklı bana göre. Bu arada kahraman, yöreuzam adları, yerel sözcük dağarıyla yaşama kültürü, hele yazarın takma ad koymakta sergilediği hüner de anımsanırsa, buna benzer alanlarda gözlenen uyuşum sızarlığının alabildiğine yayıldığı gözden kaçıyor değil elbette... Bunlar ya da anılıp sözü edilebilecek öteki sızıntılar ister öyküde isterse roman türünde, üç temel sızmazlığın yanında ilineksel sızarlık yansıtıyor yalnızca. İlk iki kitabında (Dönüş, Suda Bulanık Oyunlar) bir romancı olarak Kavukçu’nun üzerine sinmiş ürkeklik apaçık görülebiliyordu. Öyküde geldiği büyük aşamanın ardından romanlarını yenice verimliyor olmanın yarattığı bir “acemi” tedirginliğinin iç titremelerini, anıştırmalarını sezmemek olanaksızdı neredeyse... Ama üçüncü romanı Gamba’yla roman okyanusuna açılmıştı artık alabildiğine Kavukçu... KAVUKÇU’DA ANLATI IRMAĞININ İKİ AKARSUYU... İşte tam bu aşamada, son iki kitabıyla Cemil Kavukçu’nun öyküdeki, romandaki düzeyinin niteliğiyle yüz yüze gelmiş olduk. Gerek Mimoza’da Elli Gram, gerekse Tasmalı Güvercin, bu iki yazınsal türde yazarın nasıl bıçak sırtı bir düzlem üzerinde yol aldığını sergilemesi bağlamında da dikkat çekici, farklı örnekler oluşturuyor... Nitekim kitaplar arasında iki yıl gibi bir zaman aralığı bulunmakla birlikte Mimoza’da Elli Gram’ın öykü değil, aslında roman olarak döllendiği, doğumunun da aslında böyle olduğu, ama Tasmalı Güvercin’in kunt bir öyküler toplamı olarak verimlendiği, bana öylesine açık geliyor ki... Ne var ki “roman türü” söz konusu olduğunda Cemil Kavukçu’nun üzerine enikonu bir ürkeklik çöktüğünü düşünüyorum kendi payıma. Bu ürkekliğin kaynağını, üç roman yayımladığı halde, “Romancı Cemil Kavukçu” üzerinde durulmayıp hep “Öykücü Cemil Kavukçu”dan söz edilmesi oluşturuyor bana göre. İşte bu çerçevede Mimoza’da Elli Gram, her ne kadar öyküler toplamı olarak sunulsa da okura, bana göre Kavukçu’nun romanları arasında tam bir doruk oluşturuyor. Ne demek istiyorum; Mimoza’da Elli Gram, önemli bir roman... Aynı şekilde Tasmalı Güvercin de Kavukçu’nun tüm öykü kitapları arasında vardığı farklı aşamayı ele vermesi bakımından kunt bir örnek... Yukarıda vurguladığım gibi Kavukçu, yazar olarak öyküleriyle romanlarını birbirine sızdırmayan, iki tür arasındaki zorunlu sızarlık dışında sızmazlık ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalarak geçirgenliğe yer vermeyen bir yazın ustası aynı zamanda. Diyeceğim siz onun öyküsünü okurken beğeni belleğinizde herhangi roman ya da romanını okurken herhangi öykü tadı duyumsamıyorsunuz kesinlikle... İlkin Tasmalı Güvercin’in öykü yazınımız bağlamındaki değeri üzerinde duralım. Bu öyküler toplamı, onun, öyküde artık o görünmez duvarı da aştığını, anlatmanın çok ötesinde sözcüklerle değil de neredeyse gözleriyle, bedeniyle öyküyü yapılandırıp bunu okurla paylaştığını ele veriyor. Bu öykülerinde Kavukçu, yapyalın öykülerle çıkıyor karşımıza. Bir derviş çıplaklığında... Gerçekten de Cemil Kavukçu için “Öykü Dervişi” nitelemesi yakıştırılabilir pekâlâ... Biraz abartılı söylem gibi duracaksa da öyküde Yunuslaşıyor o âdeta... Bir kolunu Borges’in omuzlarına atmış konumda, yenilenmiş bir Sait Faik olarak öyküler verimlediğini ortaya koyuyor bu son yapıtıyla Kavukçu. Zaten bu öykülerle bambaşka bir Kavukçu gibi çıkmayı tasarladığı anlaşılıyor yazarın. Hatta öykülerdeki evrenin türdeş, aynı olduğu söylenebilir. Bu evrendeki nesneler, bunların imgeler, simgeler halinde yerleştirilişinin de farklılık göstermediği öne sürülebilir aslında. İlginç olan şu ki; Kavukçu her öyküsünde bu eski malzemeyle yepyeni öyküler kurarak çıkıyor karşımıza. Yola çıkarken, peki neydi hedeflediği başkalık diye sorulduğunda, yanıt bu! “ÖYKÜCÜ ROMANLARI”NDAN “ROMANCI ÖYKÜLERİ”NE Öyküler toplamı olarak sunulmuş olsa da Mimoza’da Elli Gram’ın aslında Cemil Kavukçu’nun dördüncü romanı olduğunu söyledim yukarıda. Nursel Duruel, kimi öykülerin birbirine ilmeklenen yapılarından kalkarak bu tür örnekler için “bağlamlı öykü” tanımını getiriyor. Yazınımızda Duruel’in nitelediği anlamda pek çok öykü örneği gösterilebilir... Sözgelimi Tasmalı Güvercin’deki “Defter” başlıklı bölüme yerleştirilmiş dört öykü, böylesi örnekler olarak alınabilir. Ancak Mimoza’da Elli Gram öykü mü, roman mı? Bu soruya yanıt verebilmek için öyküyle romanın birbirinden ayrılan zorunluluk çizgisini, kesitini iyi incelemek gerekiyor. Mimoza’da Elli Gram, yazarın büyük olasılıkla Nolya’da (Can, 2005) provasını yaptığı yazınsal gerçekliğin dönüştürümünden oluşuyor. Ressam Rasim, bir kıyıya çekilmiş, resim yapma düşlemleriyle kendi iç dünyasında olmayacak yolculuklara çıkmıştır. Mühendis olan Rasim, çocukluğunda başlayan, kendini resimle ifade edebilme dürtüsünden kurtulamamış, tersine bu dürtü tutkuya dönüşmüştür. Karısına, oğluna karşın, herkese, her şeye karşın yalnızlık duygusundan da kurtulamamaktadır. Bu arada “Mimoza” adlı bir küçük meyhaneye takılmaya koyulmuştur. Lautrec’in Moulin Rogue dizisinin bir silik kopyası halinde müdavimleri çizecek, arkadaşı yazar da onları öyküleyecektir. (Yapıta resimleriyle katılan Cemil Küçükfilibe’nin olağanüstü katkısını eklemeyi unutmayalım romana.) Bu çerçevede Camilo Jose Cela’nın Arı Kovanı (Çev: Alev Güçlü), Erhan Bener’in Hınzır Kız romanları da anılabilir. Ancak bunlarda ana karakter konumuyla uzamlar öne geçmiştir denebilir... Oysa Mimoza, bir yan karakter olarak görünür daha çok. Mimoza’da Elli Gram, belki öykü olarak başlamıştır ama ilerleyen sayfalarda Mimozadakilerin öyküsü olmaktan çıkarak bir anda varoluş sorunsallarının deşildiği, Rasim’in temel karakter olduğu iç romana dönüşür. “Elli Gram” da bunu imler zaten. Gerçekte Rasim’in varoluş kavgasıdır bu, bunu yönetemeyişi sonrasında sürüklendiği bir “kara anlatı”. Bu yapısıyla Mimoza’da Elli Gram, tam anlamıyla roman evreni sunuyor okura. Kapsayan diliyle, bir ve türdeş evreniyle, bu evrene oturmuş anlatı öğeleriyle, yaratılan kahramanlarıyla... Nitekim anlatı kişilerinin “varoluş üzerine”, “derin ve ince konulara” (121) girdiklerine de tanık olunacaktır. Bu nedenle Kavukçu’nun yapıtının bize özgü nitelikler taşıyan bir varoluşçu düşüncenin işlenişi bağlamında alınabileceği kanısı taşıyorum kendi payıma. Ancak yukarıda söyleyegeldiklerimizin ötesinde yazınımız içinde elbette bir Cemil Kavukçu anlatısından söz etmek olası yine de. Bu ister öykü olur, isterse roman... Şunca yıl içinde bize pek çok güzel öyküler armağan etmiş bir yazar, değil mi o? Onun öyküleri nice gülünesilik yansıtsa da bize ince, bıçak ucu hüzünlerle sarmaş dolaş olduğunu görmüyor muyuz bunların hep? Cemil Kavukçu, Sait Faik’in öldüğü yıllarda doğmuştu... Sanki o yeniden doğmuşçasına, ardıllığını sürdürüyor şimdi onun... ? SAYFA 19 Öyküyle romanın kıskacında bir CUMHURİYET KİTAP SAYI 1030
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle