05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

OKURLARA renleri, bize bu günlerin hazırlanmasında ömür tüketenleri unutturmayacak çalışmalar çok değerlidir. Mucize Özünal’ın ‘Kalpak ve Kartal’ adlı yapıtı bu çalışmalardan biri. Mahmut Esat Bozkurt’un değerli hizmetlerinin unutulmamasında, kişiliğinin tanıtılıp gençlerin ideallerine örnek olmasında yararlanacakları bir çalışma bu. Mahmut Esat Bozkurt’u, onu yaratan yılları, kişiliğini, yaptıklarını, başarılarının değerini tarih sayfalarında bulabiliriz. Ancak, bu değerli kişiyi gözümüzde gün gün canlandırarak yeniden yaşatacak bir çalışma olursa o yolla öğrenmek daha kolay ve etkili olacaktır. Özünal bunu gerçekleştirmiş. Özünal’ın kitabını Zehra Ünüvar değerlendiriyor. Sevgi Özel’in, kendi alanına ilişkin, yani “dil”e ilişkin ciddi bir çalışma “İktidar Benim Ne İstersem Söylerim!”. Tam 40 yıldır dilin doğru kullanılması, herkesin doğru konuşup yazması, ulusal kimliğimiz olan dile saygı ve güvenin yitirilmemesi için çalışmalar yapıyor Sevgi Özel. Özellikle son 2530 yıl içinde yönetenlerle yönetilenler arasında gittikçe büyüyen ve dil kullanımından kaynaklanan anlaşmazlığı sık sık yazan Özel toplumun dil kullanımındaki sıkıntılarını da kitaplarında incelemiş bir yazar. Özel’le Gamze Akdemir konuştu. Dergimizi yayına hazırladığımız sırada, uzun süredir hasta olan şair İlhan Berk’i kaybettik. Edebiyat dünyası çok önemli bir değeri daha yitirdi. Başımız sağ olsun... Bol kitaplı günler... C umhuriyet’e emek ve ENİS BATUR Pervasız Pertavsız TURHAN GÜNAY eposta: [email protected] [email protected] ir çok yakının, bir en yakının ölümünü kabullenememek, bir aşamadan sonra kayma, akıl sapması, ruhsal sapkı olarak değerlendiriliyor. Bunun doğruluğunu tartışmak isterdim hekimlerle. Bir çoğunun akıl sağlığı ile ruh sağlığı arasındaki farkı hiçe sayan bir yaklaşım biçiminden hareket ettiğini gözlemledim. Böyle durumlarda karşıkarşıya gelmenin, söyleşi geliştirme çabası göstermenin anlamını kestiremeyenler olduğunu biliyorum. Benim düşüncem bu değil: Anlaşmamak, anlaşamamanın dil üzerinden serimlenmesi, gösterilmesi, herhangi bir konuda akıl yürütmek isteği duyacak olanlar açısından değer taşıyor: Erasmus’un kollokyumlarından, Il Tasso’nun ya da Bruno’nun diyaloglarından birini okuduğumuzda, sorun partönerlerden en uygun tanıtlardan yola çıkanının kılığına bürünmekten geçmez, karşımızdaki iki konuşmacıdan, çok eşli söyleşilerde tümünden ötede, bambaşka bir konumda bulabiliriz kendimizi, dilersek derkenara sözümüzü, düşüncemizi düşebiliriz; besler, dürter, tetikler bizi ayrı düşmeler, farklılıklar. Gelgelelim, bunları söylüyorum ama, şu anda, bu konuda bir ya da birden fazla partönerden yoksunum; içimden, son yıllarda sık yapageldiğim gibi bir söyleşideneme kurmak, kurmaca ötekilerimle çekişmek gelmiyor ayrıca: Yaşamsal sorun, yazınsal sorundan, düşünsel sorundan soyutlanamaz şüphesiz, gene de bir tutamayız onları: Hayat bazan (yoksa hep mi?) şiirden, yazıdan, felsefeden yalıtık haliyle karşımızda dikilir bir sahnede, kendisine çırılçıplak bakmaktan kaçındığımız için göndermelere sığındığımızı kulağımıza fısıldar. Kitlenin cinnetli yası, sonunda bireysel boyut kazansa bile, farklı çıkış tohumlarına bağlanmalı. Herşeyden önce, o kesitte, çoğu kez kişisel bir tanışıklık sözkonusu olmuyor: Yakınlık, enyakınlık bütünüyle tek taraflı biçimde gerçekleşiyor. Dalida’nın cenazesinin kaldırıldığı gün Paris’teydim; onca yıl içinde, onca kitlesel kalkışıma tanık oldum, böylesini anımsamıyorum: Kent bir ucundan ötekine kilitlenmişti, her köşede bayılanlar, sağlık yardımı bekleyenler çıkıyordu karşımıza. Bu krize kapılmış birini gördüğünüzde, akla geliyor ister istemez: Anası babası, çocuğu eşi öldüğünde daha ne yapacak acaba? İzlediğim birkaç belgesel, fan sendromu’na dikkat kesilmemi sağladıydı. Elvis Presley’in öldüğünü kabullenmeyen, bir gün yeniden sevgililerinin arasına döneceğine kesin gözüyle bakan çok sayıda fanatiğin varlığından haberim olmuştu gerçi, ama küçük ekrandan onları kendi ağızlarından dinlemekle bir değil bu, vurgulamak isterim. Ben, bu durumda, Elvis Presley’in giyim kuşam modelini ve saç stilinin benimsenmesi, şarkılarının devamlı dinlenmesi, benzerleriyle görüşme türünden davranışlarla sınırlı bir hayal gücüne sahip olduğumu anladım: Yirmi dört saat Elvis üzerinden yaşanabileceği havsalama sığmazdı. Sonra, Arte’de bir Clo Clo belgeseline denk geldim: Sözümona aklı başında B Ölümsüzlük Üzerine Deneme (I) fanatikler devredeydi orada, örneğin Claude François’nın öldüğünü bir biçimde kabul etmişlerdi, böylesi daha bir merak uyandırdı bende: Nasıl oluyordu da, bir tek kez çıplak gözle görmedikleri birinin anısını yaşatmayı hayatlarının tek amacına dönüştürebiliyordu insanlar? Kimileri, bütün yaşamlarını bir yazarın yapıtını incelemeyi, çevirmeyi ya da yayına hazırlamayı da bir tür fanatiklik kapsamına sokabilir şüphesiz. Bir işse bu, kişinin kendi hayatını yaşamasının engeli olmamışsa, örtüşmeden dem vuramayız bence. Elvis fanının hayatında başka hiçbir şeye yer yoktur. Ayrıca, bilemiyorum, Herman Melville’in yapıtını yaşatma kaygısıyla Elvis kültü buluşturulabilir mi? Beni, kabullenmeme, kabullenme bağlamında, kitlesel cinnetten çok kişisel dramın cezbettiğini gizleyecek değilim. Orada, soğukkanlı ve tartımlı bir davranışı hekimlerin cinnetle açıklamalarından endişelenirim. Carrington, dörtdörtlük örnek işte. Karşımızda kendini kaybetmiş, ipin ucunu kaçırmış bir insan yok; tersine, çok mantıklı bir kararla intihar ediyor: Arkasından yaşamayı sürdürmem için hiçbir gerekçem olmadığını anladım. Sorsanız, herkes irili ufaklı gerekçeler sıralar. Farketmezler ki, onlar kendi gerekçeleridir, başkasının işine yaramazlar. İşe yarayacak gerekçe bulabilseydi, Carrington da yaşamayı sürdürürdü sanırım. ‘Bir insanın tek yaşama gerekçesinin bir başka insanın varolması’yla ilintili olmasını marazî bulanlara anımCarrington Greenaway Jankélevitch satmak gerekir: ‘Bir insanın yaşamını sürdürmeme gerekçesinin bir başkasının yok olması’na bağlanması farklı bir koşul. Varlık, bütün yan gerekçeleri işe koşar, kışkırtır, diri tutar; yokluk, tümünü söndürmeye yetebilir. Birden fazla yerde, Greenaway’in At the Zoo filmine değinmişliğimin, o filimin ama sorunsalının bilincimin bir tabakasında takınak formuna büründüğünün ayırdındayım. Bir sorun zihnimize yuvalanmış, uzun aralarla da olsa bir zonklama ritmi tutturmuşsa, bunun sıradan sayılamayacak nedenleri olduğunu sezer, adlandırır ya da anlamlandırmaktan kaçınma yolunu tutabiliriz. Greenaway’in filminde, belli bir tempoyla gerçekleşen kaymanın tıbbın konusu olduğunu görüyorum ¾ orada, Carrington’daki mutlak makulün yerini mutlak marazın aldığı apaçık bellidir. Aynı kazada eşlerini yitiren ikiz kardeşlerin, ölüm gerçekliğine alışamadıklarını, bir anlamda alışmayı kabul etmediklerini gösterir Greenaway. Cenaze töreninin ertesinde, kardeşlerden birinin ötekisine “sence çürüme başlamış mıdır?” sorusunu yöneltmesiyle başlayan yokuş aşağı konuma geçiş, iki zooloğun, çürüme sürecini büyüteç almalarından harekete geçerek kendi ölümlerini ve ölüm sonrası cesetlerinin çürüme sürecini kamera yoluyla kayda alacak bir düzenek kurup ona teslim olmalarıyla son bulacaktır. Greenaway, yeryüzünün dörtbir yanında aranacak olsa sayısız örneği karşımıza çıkabilecek üçüncü sayfa haberlerinden birinin arkasına sokulur. Annesinin cesedini yatağında haftalarca sakladıktan sonra keşfedilen oğul, karısının cesedini sözümona mumyalamaya çalışarak birlikte yaşamayı sürdüren adam, geçen yıl ortaya çıkan ve dünya kamuoyunun ilgisini üzerinde toplayan Magrepli anne: Çocuklarını derin dondurucuya kaldıran kadını hemen katil sıfatıyla donatmadan, onun yalnızca yaşamı durdurduğunu, ama ölümü hedeflemediğini kim kime nasıl anlatabilirdi ¾ dinlemeye hazır olan var mıydı? Gövde’m’de, Jankélevitch’in izinde, ölen insanın gövdesinin, o an en yakınlarının gözünde bile bir başka şey’e dönüşmesi, konusuna girmiştim. 36°’den 35°’ye geçiş, gövdeyi hemen kalıntı statüsüne geçiriyor: Ters yönde hayatını sürdürmeye başlayan, çözülme süreci defin töreni öncesi buzlukta yavaşlatılan bir enkaz. Hayat, can uçup gitmiş, arkasında bir külçe, bir posa bırakmıştır. Çok geçmeden, yeni kazılmış bir çukura indirilecek, üstü toprakla kapatılacak gövde bu aşamada ne olacağını bilir, düşünceleri kovarız. ‘Biliriz’ sözün gelişi, ayrıca: Süreci ayrıntılarıyla tanıyanlar var mıdır? ? İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk?Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız?Yayın Yönetmeni: Turhan Günay? Sorumlu Müdür: Miyase İlknur?Görsel Yönetmen: Dilek Akıskalı?Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.?İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2, 34381 Şişli İstanbul, Tel: 0 (212) 343 72 74 (20 hat) Faks: 0(212) 343 72 64?Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri, Hoşdere Yolu, 34850 Esenyurt İSTANBUL.?Cumhuriyet Reklam: Genel Müdür: Özlem Ayden/ Reklam Müdürü: Eylem Çevik?Tel: 0 (212) 25198 74750 (212) 343 72 74?Yerel süreli yayın?Cumhuriyet gazetesinin ücretsiz ekidir. CUMHURİYET KİTAP SAYI 968 SAYFA 3
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle