05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kitaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Yazdan güze göz kırpan öyküler... zedelenmediği gibisinden bir kaygı uyandırdığını söylemeliyim. “Tutuklanacaklar Listesi” başlıklı uzun öykü, yukarıda değindiklerimin yanında bir kentin, Cenevre’nin, sonuçta kentliliğin de öyküsü aynı zamanda. Çünkü Latin Monica’yla Akdenizli anlatıcı dansta bir araya getiriliyorcasına çağıltılı anlatımlarla çıkıyor karşımıza. Sonra iki öykü kişisinin aracılığıyla çocukluklar, ekinler, kentlilik içli dışlı öykülemeyle önümüze geliyor. Dikkat çekici incelik, göz kamaştırıcı alçakgönüllülükle üstelik… “TAŞ YOLU/EĞİN ÖYKÜLERİ”... Lütfi Özgünaydın’ın Taş Yolu / Eğin Öyküleri başlıklı kitabından bana ilk söz eden ünlü öykücümüz Mehmet Zaman Saçlıoğlu olmuştu. Belli ki okuyamamışım kitabı, beklemiş öylece, buzdolabında geride kalmış bir bağ maydanoz gibi. Okuyunca gördüm ki, farklı bir yaklaşım temelinde öykülere değinmek, en azından bu anlayışın kendisi üzerinde sıkı sıkıya durmak gerekiyor. Taş Yolu / Eğin Öyküleri, Nezih Başgelen tarafından yayımlanmış. Anladığım kadarıyla Mozaik de, Arkeoloji ve Sanat Yayınları’nın bir kolu. Başgelen, daha önce de Leyla Ruhan Okay’ın öncülüğünde gelişen bir hareketin meyvesi olarak Fırat’a Karışan Öyküler’i yayımlamış (ilk yayını: Arkeoloji ve Sanat, 2001; yeni basımlar: Can), kitabı yayımlarken yaklaşımın önemi, anlamı üzerinde de sıkı sıkıya durmuştu. Neydi bu anlayış? Başgelen’in dile getirişiyle şöyle özetlenebilir bu: “ ‘Fırat’a Karışan Öyküler’, su altında kalan alandan etkilenen insanların sorunlarını yansıtması açısından, aynı zamanda önemli bir belge değerini de taşımaktadır. Yerleşik değerler, yaşam biçimi, sivil mimari örnekleri, kültürel mirasımız, ekolojik denge ve coğrafyanın yok oluşu sonucu yaşananlar, yazın sanatının günümüzdeki en dinamik türlerinden biri olan öykülerle aktarılıyor.” Nezih Başgelen, Taş Yolu / Eğin Öyküleri’ni yine bu kavrayışla yayımlamış, belli oluyor. Çünkü Lütfi Özgünaydın kitapta yer alan öyküleriyle tıpkı belgesel sanatçılarının (öykücülerinin, romancılarının, oyun yazarlarının, sinemacılarının vb.) tutumunda görüldüğünce var olan değeri saltık anlamıyla alıp buna dayalı bir kurgulamaya girişiyor. Böyle olunca da Başgelen’in yukarıda altını çizdiği yaklaşımla örtüşen öyküler toplamı çıkıyor karşımıza. Özgünaydın’ın Kemaliye’de (Eğin) yaşanan, yüz yıl süren bir “yol yapımı”nı odağa alarak verimlediği öyküler, gerçekten önemli bir belgeleme. Ancak bunların “belge öykü” ile “belgesel öykü” arasında gezinen verimler olduğunu söylemeden geçmeyeyim bu arada. Gerçekten de öykülerin, gündelik iletişim diline dayalı gazete röportajı ile alımlamalı kurmaca diline dayalı öykü türü arasında gezindiği gözleniyor… Bu çerçevede Taş Yolu / Eğin Öyküleri, yüksekliği sürekli değişen bir düzlemde zikzaklar yaparak geziniyor. Buna, okumayı güçleştirecek ölçüde yazım yanlışları da ekleniyor üstelik. Ancak bu sözler, kitaptaki verimlerin, nitelikçe “müze öykü” değerini zedelemiyor yine de. Sonuçta Yiğit Okur’un Tutuklanacaklar Listesi ile Lütfi Özgünaydın’ın Taş Yolu / Eğin Öyküleri adlı yapıtları, öykümüzün nerelerden nerelere dek uzanabildiğini göstermesi bakımından değer taşıyor. Evet, öykü yaz, güz, kış, bahar dinlemiyor, göz kırpmayı sürdürüyor hep. ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 968 T RT FM’de “Radyo İstanbul’dan”ın “Kitaplık” köşesinde sunduğum kitaplar arasında roman, öykü, şiir başı çekiyor… Her hafta bir, zaman zaman iki kitap… Aylar sonra dönüp bakıyorsunuz, onlarca kitaplık dağara ulaşmışsınız… Radyodaki kitapları, “Kitaplar Adası”ndaki yazıların yöntemi, yaklaşım biçiminden farklı ele aldığıma değinmiştim daha önce. Kimileyin kitaplar çakışsa da bunlara yönelik düşünceler, birbirinden ayrılabiliyor bu nedenle. Öykü söz konusu olduğunda, türün üzerinde ne denli titizlikle durduğumu, “Kitaplar Adası”nın sıkı izleyicileri anımsıyor kuşkusuz. Öykü, romanda görüldüğünce, başlangıçta ancak sürünerek yol almış, sonrasında gelişerek iyi kötü ivme kazanmış, nice aşamadan geçerek bugünkü düzeye varmış bir tür değil… Tam tersine öykü, yüksekten başlayıp birden tepeye yerleşivermiş, sonraki gelişmesiyle de çıtayı hep yükselterek yol almış bir yazınsal tür… İster Ömer Seyfettin’den, Halit Ziya’dan, ister Refik Halit’ten, Reşat Nuri’den başlayın, isterseniz öykücülüğümüzün yedi harikası olarak nitelenebilecek Sait Faik, Sabahattin Ali, Memduh Şevket Esendal, Orhan Kemal, Haldun Taner, Oktay Akbal, Nezihe Meriç grubunu alın ya da bir sekizinci harika olmak üzere andıklarıma başta Vüs’at O.Bener tüm 1950 kuşağı yazarlarını ekleyin, öykücülüğümüz yalnız yüksekten başlamamış, üstüne üstlük hep yükseklerde gitmiştir. Türk öykücülüğü, varlık gösterdiği bu son yüzyıl içinde yansıttığı şaşırtıcı yükseklik kadar, göz kamaştırıcı parıltı da sergilemiştir bana göre. Oysa romanımız, öykü gibi şanslı olmamış, ondan daha önce yola çıktığı halde adeta yerlerde sürünerek, dişiyle tırnağıyla tutunarak bugünkü gelişme düzeyine ulaşmıştır. Bu nedenle, size aykırı gibi gelse de diyeceğim ki; romanımız, başlangıçtaki aşamaya göre olağanüstü büyük gelişme göstermiş, ne var ki öykümüz ancak milim milim ilerleyebilmiştir. Özetle romanımız cılız doğmuş obur çalımlarla gürbüzleşmiş; öykümüz ise gürbüz doğmuş ancak seçkinci adımlarla görece gelişmiştir. ÖYKÜ TÜRÜNÜN ŞANSI, ŞANSSIZLIĞI... Öykünün, Türk şiirindeki gibi çok eski bir türmüş gibi algılanışı bizde bundan kaynaklanıyor biraz da. Oysa romana, zamane çocuğu gözüyle bakılabiliyor kolayca. Bu nedenle romanda alabildiğine geniş yelpazede kabullenmeler görülürken öyküde burun kıvırmalar, müşkülpesent tutumlar, isteksiz karşılamalar gözleniyor daha çok. Öykünün şansı da, şanssızlığı da işte bu noktada çıkıyor ortaya. Şansı, günümüz yazarının, kendisinden önce çok güçlü bir öykü geleneğine, kalıtına sahip olması, bundan ötürü de öykü varlığının bir som zenginlik bağlamında onu uçurabilmesi. Şansızlığı ise, bu gelişmişliğin yol açtığı kıskaçtan ötürü kendisine dek gelen beklenti eşiğini bir milim de olsa mutlaka yukarı çıkarması gerekliliği, ondan bu çıtayı yükseltmesinin beklendiği… Bütün bu nedenlerle, 1950’lerden bu yana roman büyük gelişme gösterirken öykümüz cılız kımıltılarla yetinmek zorunda kalmıştır denebilir pekâlâ. Demek ki, 1990’lardan sonra yaygın kanı halinde genel kabul gören “öyküde yükseliş” olgusuna, bu önemli ayrıntı odağı dikkate alınarak yaklaşılmalı. Bu çerçevede yayımlanan her öykü kitabından, geleneğe uygun biçimde beklenti eşiğine ardıllık yaptığını, yanı sıra çıtanın üzerine çıkmayı kesinleyecek ya da çıtayı yükseltecek tutum sergilediğini somutlaması bekleniyor. Öykü kitaplarının ille buna uygun ölçüte göre yapılanması gerekmiyor oysa. Bir alandaki, diyelim öykü türündeki ürün bolluğunun da bu alana saltık anlamda katkı sağlayacağı göz ardı edilebilir mi? Çünkü söz konusu öykü plantasyonu ya da öykü çiftliği içindeki üretim, ürün bolluğu, üründeki kalitenin artışında, verimde yeni deneylerle farklı ürünlere yönelişte doğrudan katkı sağlayacaktır. Buna bakarak her öykü kitabını sıcak bir kabulle okumayı sürdürüyorum kendi payıma. Sonuçta bu kitaplar, ötesinde yayımlanan her öykü alana yönelik erkedir çünkü… Öykülere bakarken, bunları doğrudan alana eklenmesi gereken verimler olarak almaya çalışırım. İşte bu bağlamda iki öykü kitabından söz etmek istiyorum “Kitaplar Adası”nda: Yiğit Okur’dan Tutuklanacaklar Listesi (Can, 2007), Lütfi Özgünaydın’dan Taş Yolu / Eğin Öyküleri (Mozaik, 2004). Okur’la Özgünaydın, andığım öykü kitaplarıyla anlatı coğrafyasında öyküyü Cenevre’yle EğinKemaliye arasında gezindirirken söz konusu çevrelerin kültürlerini öykü evrenlerine eklemekle kalmıyor, yanı sıra buna çok uyan bir öykülemeyle karşı karşıya getiriyor okuru. Öykücülüğümüz, bir yandan Cenevre’yi, öte yandan Eğin’i (Kemaliye) içkinleştirebildiğini de gösteriyor bu arada. Şimdi Okur’la Özgünaydın’ın, yazar olarak öykülerinde sergilediği tutuma, öyküleme becerisine, yazınsal tutumuna göz atmaya çalışalım… “TUTUKLANACAKLAR LİSTESİ” Tutuklanacaklar Listesi, Yiğit Okur’un ikinci öykü kitabı. Kitap, bir uzun öyküyle ona eklemlenip onunla ilişkilendirilen kısa öykülerden oluşuyor. Yazarın O Zaman Kim Söyleyecek Şarkıları (Can, 2002) başlıklı ilk öyküler demetini de okumuş, hatta bir iki satırla “Kitaplar Adası”nda da üzerinde durmuştum yapıtın. Yiğit Okur, uçsuz bucaksız çayırlarda kendini özgürce sağa sola fırlatan tay gibi koşuşturuyor öykülerinde. Bu çerçevede örneğin dümdüz sürdürürken öyküyü, tökezletircesine birden sarsıp silkeleyebiliyor okurunu. Sonra arada Yiğit Okur uç veren bilgelik esintileri, öykü türü için “komik” kaçabilecek yadırgı vurgular, daha ilk okumalarımda dikkatimi çekmişti Yiğit Lütfi Özgünaydın Okur’un öykülerinde… Erişkin yaşa varıp da geçmişte kalan üniversite öğrenciliğine dönük anlatı kurmak kolay olmasa gerek bir yazar için. Ne ki on yıllar öncesine özgülenmiş bir dönemin anlatıldığı öyküyü okumak, yıllanmış şarap yudumlamışçasına tat veriyor doğrusu insana. Yiğit Okur, üniversite yaşamını yurtdışında (Cenevre’de) sürdüren bir Türk öğrencisinin yaşamını deşerken, işte böylesi sıcak, yakıcı, insanda hemen senli benli olma isteği uyandıran bir hava yaratıyor öyküsünde. İki üniversite öğrencisinin gıllıgışsız aşk deneyimi, çok güzel, insana parmak ısırtan naiflik, içtenlik, sevecenlikle geliyor okur önüne. Anlatıcının Monica’ya duyduğu sevgiyi öylesine insanca kalıba döküyor ki yazar, onu evet yine bir genç kadın olarak alıyoruz almaya, ama saygı da duyuyoruz bu arada kendisine. Çünkü yazar, Monica’nın soyluluğunu da içkinleştiriyor satırlarında. Bu arada şunları da eklemek gereği duyuyorum öyküler için: Bunca akıcılığının, kıvraklığının, koşar adımlığının, hatta “kaşarlılığı”nın yanında derin bir hüzün de yayıyor Okur’un öyküleri… Örneğin öykülerin Monica’sı, bizi derin mi derin bir hüznün aynasında gezindirmenin aracılığını yapıyor. Bunu yazar, görüneni anlatan, ancak okuru görünenin ötesine taşıyan ayrıntı ustalığıyla başarıyor elbette. Sıradan okur için “erotik imge” sayılabilecek Monica, sonuçta hüznün temel öğesine dönüşüyor öyküde. Sıcaklık yayan duyguları, uçurtma gibi havalara savuran bir öyküler toplamı Tutuklanacaklar Listesi. Anlatıcı, başkaları için yakıştırdığı nitelemeyi hak eden bir delikanlı: “hergele” (30). Ancak dil, alaysamalı değil şakacı, neredeyse komik bir anlatımla örgülendiğinden, bunun insanda zaman zaman yazınsal değerin zedelenip SAYFA 20
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle