Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Kitaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Romanın anakarasında pusula o... Fethi Naci’nin “Uzun yol arkadaşı Lâle” için… P usula ne işe yarar? Yönümüzü belirlemeye… Fethi Naci, dört koldan dört yön gösteren has pusula. Sözgelimi Reşat Nuri Güntekin’i yazınımızın “kare as”ından biri olarak değerlendirirken (Bak.: Cumhuriyet Kitap, 21.6.2001) Sait Faik’le Nâzım Hikmet’i, Ataç’ı ise “kare as”ın öteki üç yazarı olarak nitelendiriyor. Biz bu kare asının köşelerinden dört kola ayrılan yazın sanatını bir bütün olarak görebiliyoruz: şiir, öykü, roman, denemeeleştiri. Romanımızı, Türk romancılğının doruk örneği Reşat Nuri’yle simgeliyor Fethi Naci. Derken bu yönsemesinden başyapıt çıkarmakta gecikmiyor: Reşat Nuri’nin Romancılığı (YKY, 2003). Bu yapıt için “Kitaplar Adası”nda daha önce yazdığımdan bu kez Fethi Naci’nin romancılığımız içinde genel pusula oluşu, bu yöndeki duruşu üzerine yöneleceğim daha çok. On Türk Romanı, Ocak 1971’de yayımlanmıştı. Ama “romana toplu bakış”, “roman sorunsalı”, “romanda ölçüt” anlamında, boyutunda onun romanımızla ilgilenmeye koyuluşunu sorarsanız, 1959’a uzanıyor bu: “1959’un sonunda askerliğimi tamamlayarak Ankara’dan İstanbul’a döndüğüm günlerde, benim gibi Ankara’dan İstanbul’a taşınan Pazar Postası’nda ‘10 Türk Romanı’ diye bir diziye başladım. Sanıyorum dört yazı yazdıktan sonra Pazar Postası kapandı.” (Eleştiride Kırk Yıl, Adam, 1994, 14) Otuzuncu yılda, bu kez Yüzyılın 100 Türk Romanı (Adam, 1999) adlı temel yapıtla esenledi romancılığımızı Fethi Naci… Üstelik On Türk Romanı’ndan Yüzyılın 100 Türk Romanı’na dek akıp gelen bu on yıllar içinde, “toplu bakış”, “sorunsal”, “ölçüt” kavrayışında doruk örnekler de verdi bu arada. İlkin, bu otuz yıllık süreçte, onun uğrak yerlerine, duraklarına bir göz atalım… Yanı sıra bu sürecin yayıldığı roman coğrafyasıyla ilgili sayısal veriler üzerinde duralım, kimi ipuçlarını çekiştirip kurulabilecek bağlantıları gözden geçirelim… ROMANIMIZIN YETKESİ, OKULU... On Türk Romanı’ndan beş yıl sonra Edebiyat Yazıları’nı yayımlıyor (Gerçek, 1976) Fethi Naci. Yeniden üzerine gidiyor romanın. Bir beş yıl sonra da, o güne dek biriktirip birikimselleştirdiği toplumsal, siyasal zenginliğiyle yaklaşıyor bu kez romana: 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişim (Gerçek, 1981). “Eleştiri Günlüğü” başlığıyla kitleselleştirdiği yazılarına geliyor sıra, kitaplaşıyor da: Eleştiri Günlüğü, (Özgür, 1986). Bu yazılarda romana olduğu denli, öyküye, şiire, kuramsal konulara, hatta siyasal sorunlara eğiliyor Fethi Naci… Dönem bunu gerektiriyor. Çünkü birilerinin deniz fenerliği yapması gerek o yılların tüm yurdu kaplayan karargın sularında… İşte bu yüzden, çeşitlilik anlamında “ebruli yazıSAYFA 20 lar” biraz bunlar... Romanın bir kıyıya itilmiş gibi görünmesinin biricik nedeni bu, bana göre. Sonra o ünlü patlayışı: “Evet, Türkiye’de roman var: Ne kadar futbol varsa o kadar. Umut verici çabalar bu gerçeği değiştirmiyor.” (Eleştiri Günlüğü, s.8) Fethi Naci, yorulmak bilmeden, yılmadan, üzeri açılan roman fidelerini sarıp sarmalamaya, onları yaza yabana, kışa kırağıya karşı korumaya çabalıyor sanki 1980’ler boyunca… Nereye dek? 1990’a… Nedeni belli: 12 Eylül yıkımcılarının yol açtığı düzlemeden sonra ortalığı kolaçan etmek gerekiyor. Peş peşe iki kitap geliyor bu toplu örselenişin ardından: Bir Hikâyeci: Sait Faik/ Bir Romancı: Yaşar Kemal (Gerçek, 1990) ile ikinci eleştiri günlüğü: Gücünü Yitiren Edebiyat (Gerçek, 1990). Sonra bir eleştiri günlüğü daha: Roman ve Yaşam (Can, 1992). Fethi Naci’nin, üçüncüye bu başlığı koyması boşuna değil. Çünkü 1990’larda köktenci yönsemeler yaşanıyor romanımızda. Bir yandan yazınsal tür olarak romanın yaşayıp yaşamayacağı tartışılıyor, öte yandan apaçık olmasa da var olan roman geleneği yadsınıyor bir bakıma… Yalın kılıç fırlayışının nedeni bu olmalı. Birileri bir şeyler yapmalı! YA ROMAN BAŞA YA KUZGUN LEŞE... Ardı ardına sıralanan o yapıtlar hep bu dönemde sarsıp silkeliyor yazın gündemini: 40 Yılda 40 Roman (Oğlak, 1994), 50 Türk Romanı (Oğlak, 1997), 60 Türk Romanı (Oğlak, 1998), son olarak da Yüzyılın 100 Türk Romanı. Araya giren kitaplar yok mu? Örneğin iki eleştiri günlüğü: Eleştiride Kırk Yıl (Adam, 1994), Kıskanmak (Oğlak, 1998). Bir de Reşat Nuri’nin Romancılığı (Oğlak, 1995). On Türk Romanı’ndan Yüzyılın 100 Türk Romanı’na otuz yıla yayılan süreçte kimi duraklar yadırganabilir… Örneğin 50 Türk Romanı ile 60 Türk Romanı’nın bir yıl arayla yayımlanışının altında buzağı aramaya çıkanlar olabilir. Oysa burada, bir an önce “yüz roman” gibi görece bir dilime ulaşma arzusundan çok, çerçevesini otuz yıl önce belirlediği somutlamalara ulaşma evecenliği yatıyor Fethi Naci’nin bana göre… Denebilir ki onun “roman vasiyeti”nin aşamaları bunlar… Otuz yılda ancak çerçevesi tamamlanabilen bu dev roman dersinin içeriğine yeni geliyor çünkü sıra… Elbette yeni yeni düzenlemeleri olacak Fethi Naci’nin… Kalıcı olan yapı, bu çerçevenin oturduğu alan tamam da, içeride yeni düzenlemelere gereksinim duyulmayacağı söylenebilir mi hiç? Nitekim On Türk Romanı’nda, on ayrı romanla on yazar vardı karşımızda. 40 Yılda 40 Roman’da bunların yedisini korurken üçünü çıkarıyor Fethi Naci, 21 yazar katıyor listesine. Eskiyeni yazar oranı yüzde 2575 bu ikincisinde. 50 Türk Romanı’nda da romanlarını ele aldığı 28 yazardan ikisini çıkarıyor, 11 yeni yazarı ekliyor. 50 Türk Romanı’ndaki eskiyeni yazar da kabaca yüzde 3070 oranında görünüyor. 60 Türk Romanı’nda, 50 Türk Romanı’ndaki 38 yazardan da üçünü çıkarıyor, ama bu arada 8 de yeni yazarı ekliyor. Bundaki eskiyeni yazar oranı, yine kabaca yüzde 1981. Bu veriler, şu gerçeği çıkarıyor ortaya: Bir iki yıl içinde arka arkaya yayımladığı roman destanlarını, yine de en az yüzde 20 oranında değiştirdiğini onun! Peki Yüzyılın 100 Türk Romanı’nda durum nasıl? Daha önceki 43 yazarı 38’e indirdiği, bu arada 34 de yeni yazar eklediği görülüyor Fethi Naci’nin… Son kitabında eskiyeni yazar oranı yüzde 5347 oranına ulaşıyor bu kez. Demek bu kitapların hiçbiri, diğerinin eşdeğeri değil, çoğaltma hiç değil! Otuz yıla yayılan bu beş kitabın sonuncusunda 72 yazar görünüyor ama, alınmayan üç yazarı eklediğimizde buna, Fethi Naci’nin aslında toplam 75 yazarın yüzü aşkın romanı üzerinde yoğunlaştığı anlaşılıyor. Romancıların doğum tarihlerine bakıldığında yüzyıllık bir dilim içinde dünyaya geldikleri görülüyor; 18641965 arasında… Peki bu yıllar arasında doğmuş romancılarımızın toplam sayısı ne? Behçet Necatigil’in Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’ndeki (Varlık, on yedinci basım, 1998) 1000 yazın insanının 244’ü aynı zamanda romancı. Demek ki Fethi Naci, Necatigil’de romancı olarak geçen yazarların yaklaşık yüzde 31’ini odaklıyor çalışmalarında… Bu ise tüm romancılarımızın üçte biri anlamına geliyor kabaca. Onun, öteki yapıtları da tarandığında, yukarıdaki roman kitaplarına girmemiş kimi yazarlarla ya da romanlarla rastlaşmak olası. Ama değini, deneme olarak, ama derinliğine eleştiriler olarak. Artık roman sanatından içeri adım atabiliriz: “Roman kişilerinin gerçekliği ile hayattaki kişilerin gerçekliği pek benzemiyor birbirine. Bana öyle geliyor ki romancı, kişilerini yaratırken, gerçek hayattaki kişileri inceleyip onları olduğu gibi örnek alsa da, onların birtakım niteliklerini değiştirerek ya da birtakım niteliklerini aynı kişide birleştirerek yeni bir kişi yaratsa da, gerçek hayattaki kişilerin gerçekliği ile kendini bağlı tutmadığı ölçüde kendi roman kişileri gerçeklik kazanır. Bu, hem hayattaki kişinin roman kişisi olabilmesi için yeni bir düzenin gerektirdiği yeni bir dengeye varması güceminden (zorunluğundan), hem de roman kişisinin hayattaki herhangi kişiden farklı olarak romancının bir yanından yakalayıp göstermesi gereken bir iç dramı olması gereğinden ileri geliyor, sanırım. Romancı, günlük yaşayışı içinde sürükle nip giden bir insanın ardına düşüp onun yaşayışını, çevresini, çevresiyle ilişkilerini inceleyerek bir roman kişisi yaratmaya çalışabilir; bu durumda bile romancı, o kişiyi gerçekte olduğu gibi göstermez, bir şeyler katar ona, kimi niteliklerini değiştirir, kimi niteliklerinden hiç söz açmaz, o kişiyi kendi yaşama deneyleriyle de donatır.” “Çünkü romancı, kişilerini, gerçek hayatın tıpkısı olmayan yeni bir yaşama düzeni içinde, yani kendi yarattığı bir roman dünyası içinde, vermektedir; gerçek hayatın birçok ayrıntılarını bir yana atmakta, kendi düzenini kurmak için önemli bulduğu, gerekli bulduğu ayrıntıları, çevreleri, kişileri, ilişkileri seçerek almaktadır. Böyle olunca, roman kişisinin bir dengeye varması için, gerçekliği olması için, belki paradoksal gelecek ama, gerçeklikten uzaklaşması gerekecek, gerçek hayattaki benzerinin tıpkısı olmaması gerekecek. Burada roman kişisi yaratan yazarın iki ayrı çabası, bu ayrı çabaların birleşmesi akla gelir.” (İnsan Tükenmez/Gerçek Saygısı (Adam, 1997, 129, 130) “ ‘Şiir sözcüklerle yazılır.’ sözüne alışmışızdır. Roman ne ile yazılır? Sanıyorum ‘ayrıntılar’la. Büyük doğrular, sağlam davalar, önemli toplumsal gerçeklikler, yüce idealler… yazılı bir metni roman yapmaya yetmez. Yoksa sanatsal gerçeklikten uzak, soyut bir gerçeklik çıkar karşımıza. Soyut gerçekliğin giderilmesi; düşüncelerin, ideallerin, doğruların sanatsallaşması yaşamın içinden çıkarılacak ayrıntılarla olur. Budur romancıyı röportaj yazarından ya da makale yazarından ayıran.” (40 Yılda 40 Roman, 272) “Bir romancı, romanını yazarken, özyaşamından da, başkalarının yaşamından da yararlanabilir; olağandır bu; ama romanını özyaşam üzerine kurmaya kalkışırsa gündelik yaşamın ayrıntılarıyla kurmaca dünyanın (‘roman’ın) kuralları çatışır, hem başarılı bir kurgu sağlanamaz, hem de roman yazarına ne kadar ilginç, ne kadar vazgeçilmez gelirse gelsin okuru ilgilendirmeyen bir yığın ayrıntıyla dolar.” (Kıskanmak, 273, 274) ROMAN ÖNCESİ, ROMAN SONRASI... 1991’deki verilere bakarak, yıllar önce, “… Tuvalet kâğıdı ve benzerlerinin tüketimi 38 bin ton, kitap kâğıdının tüketimi 15 bin ton; bunun fethinacicesi şöyle: Popolar temiz, beyinler evlere şenlik!” (Eleştiride Kırk Yıl, 59) demişti Fethi Naci. Ama yorulmadan, bungunluğa düşmeden, kimileyin kızıp köpürdüğü halde işini savsaklamadan yazınımızı zenginleştirdi durdu o, geçip gittiğimiz on yıllar boyunca… Dünya görüşünden ödün vermeden hem de. Kimileri ise ondaki bu çalışkanlığı, “iştahlılık” diye yorumladı. Oysa bir özveriydi bu yalnızca… Eleştiride Kırk Yıl’da bu özveriyi gözlemlemek olası: “19531993… Kırk yıl olmuş… / 1993’te bu ‘kırk yıl’dan bazı dostlarıma söz açtım; ‘Eleştiride Kırk Yıl’ diye bir şeyler yazacağımı, ama bunu yayımlamak için 1993 yılının bitmesini bekleyeceğimi, çünkü ‘değeri yeterince anlaşılmamış’ yazarların ‘Galiba bu enayi de jübile bekliyor!’ diye laf edebileceklerini söyledim.” “Kırk yılın sonunda şöyle bir durup düşündüğümde… / Sosyalizmin insanoğlunun yaratabildiği en güzel gerçekleşebilir düş olduğuna, dünyanın gençliği olduğuna inanıyorum.” “Edebiyata, eleştiriye gelince… / Böylesine batakta, böylesine çürümüş bir toplumda öbür toplumsal etkinlikler ne durumdaysa edebiyat da o durumda… / Kendi eleştirmenliğime gelince…” “Son zamanlarda okumaktan da, yazmaktan da fazla haz duyamaz oldum… Gitgide cılızlaşan edebiyatımız mı bunun nedeni, yoksa benim yorgunluğum mu… / Bilmiyorum. /…/ Eleştirmenliğimin 50. yılında görüşmemek üzere… / Ha, bir de vasiyet: Ölünce, ‘Fethi Naci Eleştiri Armağanı’ falan gibi şeyler istemiyorum.” (816,17) Bizler, tıpkı Ataç’ın okulunda olduğu gibi sizin okulunuzda da elli yıl, yüzyıl sonra hep öğrencileriniz olarak kalacağız benim sevgili, insan güzeli ağabeyim… Evet, sizinle, sizsiz buluşacak nice kuşak, yüzyıllar boyunca… ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 964