Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ayşe Sarısayın’la ‘Karakalem Resimler’ ‘Beyaz üzerinde siyah, hayatın temel renkleri’ Ë Erdem ÖZTOP evgili Sarısayın, yeni öykü kitabınız yayımlandı; “Karakalem Resimler” adlı. Kitabın adından yola çıkarak hemen; neden resimler karakalemle yapıldı diye sormak isterim? Aynı adı taşıyan öyküde anlatıcının belirttiği gibi, karakalem resimlerin silinmesi mümkün: “Hikâyemiz yanlış yazılmıştı! Yanlışlık anlaşılmış, bana bir silgi verilmişti, silip yeniden yazmam için. Neyse ki bir taslaktı bu hikâye, baştan biliniyordu düzeltilmesi gerekeceği, bu yüzden kurşunkalemle yazılmıştı zaten.” Ancak, karakalem resimler silinmeye yatkın görünse de, izleri tümüyle ortadan kaldırmak olanaksız. Tıpkı yaşadıklarımızın, geçmişten taşıdıklarımızın izlerini yok edemememiz gibi. Şöyle devam ediyor anlatıcı: “Geçmişe ve geleceğe dair karakalem resimler yapıyordum düşümde, bir türlü beğenemediğim. Ne kadar uğraşsam da istediğim gibi silemiyordum resimleri. Lekelerle dolu kirli kâğıtlar, dört bir yana saçılmış, bitmek üzere bir kurşunkalemle silgi elimde.” Karakalem resimlere pek çok anlam yüklenebiliyor: Değiştirmeye çabaladıkça hem kalemin, hem de silginin tükenmesi örneğin... Karakalem, yani beyaz üzerinde siyah, silindikçe gri, hayatın temel renkleri... Tüm taslakların karakalemle yapılması, sonra üzerinde çalışılıp detaylandırılması... Öyküler için de böyle düşündüm, temel bir duygudan hareket ediyorum, üzerinde çalışıyorum, istediğim gibi değiştiriyorum sonradan, ama öyküyü yazmamı sağlayan duygu değişmiyor. Karakalem resimleri, hayata ve edebiyata dair bir kavram olarak algıladım sanıyorum, bu öyküler toplamında beni yönlendiren de bu çıkış noktası oldu. YORGUN ANILAR ZAMANI Neredeyse beş yıl oldu yeni kitabınızla buluşmayalı! Neler yaptınız bu ara zaman diliminde, anlatır mısınız biraz? Yorgun Anılar Zamanı, 2004 sonunda çıkmıştı. Karakalem Resimler’deki öykülerin tarihlerine bakılacak olursa, 2005 Nisan ile 2007 Ocak arasına yayıldığı görülüyor. Ancak, dosyayı yayınevine vermeden önce de uzun bir bekleme dönemi geçirdim. Belli tedirginlikleri aşmak için zamana ihtiyacım vardı. Yayınlanması da belli bir süre aldı. Öykülerin paralelinde, Almancadan çeviriler yaptım; bir roman ve bazı şiirler. Bir yılı aşkın süredir de Erdal Öz’ün hayatına ilişkin bir kitap üzerinde çalışıyorum. Yeniden ve hep öyküler yazdınız bizlere! Neden? Neden roman yazmıyorsunuz örneğin? Şuna varmak niyetindeyim: Neden öyküden romana geçiş sürecini benimseyen yazarlardan olmadınız? Ya da şöyle sorayım: Türler arası geçişlere imkân verir misiniz? Yoksa yazıyor musunuz bir roman? Edebiyatla ilişkim, yıllar boyunca iyi SAYFA 4 S kuşkuyla bakarken, bir dönem romanından söz edilebilir mi sizce? Şaka bir yana, pek çok öykü bir romana açılabilir, ama dediğim gibi, bu bir yola çıkış meselesi. Sadece Hicran’da değil aslında, diğer öykülerinizde de 80 döneminden, 12 Eylül’den izler yansır kahramanların kimlikleri vasıtasıyla. Bundaki çıkış noktanızı merak ediyorum… 12 Eylül döneminde üniversite öğrencisiydim, kimi olayların içinde olmakla birlikte zarar görmedim. Yakın çevremde ise, zarar gören, olaylardan doğrudan etkilenen pek çok insan vardı. Yaşanan şiddetten uzaktım, ama o şiddete maruz kalanlara inanmış, onlardan yana olan ‘sessiz’ bir tanıktım. Türkiye’nin bugün geldiği durum, o dönemde olup bitenleri dehşet içinde izlemiş biri olarak, hiçbir zaman başaramamış olsam da, bir yerlerde biriktirip unutmaya bıraktığım anıları canlandırdı, o korku dolu günlere, vahşet ortamına daha sık geri götürmeye başladı beni. DUYGULARIN İZİNİ SÜRMEK 12 Eylül’deki o şiddet dolu günleri anlatmak yerine, yan karakterdeki insanın, yani Hicran’ın yaşamına, onun hikâyesine odaklanırız! Neden? 12 Eylül’den doğrudan etkilenen hayatlar kadar, dolaylı etkilenenlerin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Kaybolan bir hayat, kim bilir kaç hayata mal oluyor! Üstelik bilinçli bir seçimleri olmayan insanlar, onlar; belli bir ideolojiye inanmış, bu yola baş koymuş, dolayısıyla riskleri görerek ve bilerek göze almış değiller. Onlara düşen, çok koyu bir acı yalnızca, bir de tükenen umutları, altüst olan hayatları... Yazı yolculuğuma çıktığımdan bu yana, iç dünyamda karşılığını bulabildiğim duyguların izini sürdüm hep. Yaşadığım bir an, herhangi bir gözlem ya da tanıklık, bendeki bir yaşanmışlığı canlandırabiliyorsa ya da bazı durumlar, benim dışımda olup bitmesine rağmen bir iç yolculuğa çıkarabiliyorsa beni, yazıya dönüşebiliyor. Bu açıdan baktığımda bunu düşünerek, bilinçli bir seçimle yapmamış da olsam ‘yan karakter’in, yani Hicran’ın hikâyesini yazmayı deneyebilirdim ancak... ‘Zaman’, kimi öykülerin çıkış noktalarından birisi. “Kuşlarla Gelen” öykünüzdeki Rikkat Hanım’ın hikâyesinden bunu anlarız örneğin. Zamana karşı sessiz bir bekleyiş söz konusudur… An geldiğinde ise zaman tüm bu bekleyişin merkezine oturur… Zaman, bir türlü içinden çıkamadığım bir kavram. Bir yönden bakınca acımasız, yerine konulamayacak şekilde tükeniyor çünkü. Bir yönden de sakinleştirici, adeta sağaltıcı bir etkisi var. Zaman akıp giderken, bellek sürekli biriktiriyor, yeri gelince, ortamını bulunca da esirgemeden geri veriyor sakladıklarını. Yıllar boyu bir kez olsun aklımızdan geçmeyen bir görüntü, silik bir resim, uzak bir ses, ortaya çıkmak için bir an’ı bekliyor. O an’ı yakalayabilmek, yeni bir öykü yazmak anlamına geliyor benim için. Geçmişteki bir resme, bugün yüklediğim bir anlam belki... Peki, öykülerin içinde Ayşe Sarısayın ne kadar vardır? “Yine de alıkoyamıyorum kendimi yazmaktan” denir… Anlatıcıya mı yüklemeli bu sözleri? Anlatıcı, bazen yazarın sözcüsü, ama kimi zaman da tümüyle ayrı bir kimlik! Bir öyküyü yazdıran te ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 966 Ayşe Sarısayın neredeyse beş yıl aradan sonra Karakalem Resimler adlı öykü kitabıyla yeniden okur karşısında. Öykülerin hemen hemen tümünde zaman kavramı ön planda. Yitip giden zamana uzatılan tümcelerle, karelerle o an’ların yeniden gün yüzüne çıkarılışı Sarısayın öykülerinin ortak temasını oluşturuyor. Kendisiyle yeni kitabından yola çıkarak, hayatzaman ikilisinin izleğini oluşturduğu bir söyleşi gerçekleştirdik. bir okur olma çabasıyla sınırlıydı; eğitimim, mesleğim, çalıştığım iş alanı çok farklı. Belli bir plan çerçevesinde, “öykü yazayım” diye yola çıkmadım. Çocukluk anılarımda dolaşırken, öykü olarak tanımlanabilecek metinler yazmaya başladım, devamı da bu şekilde gelişti. Dolayısıyla vermiş olduğum bir kararın sonucu değil bu durum. Öyküyle devam ediyorsam, kendimi en rahat ifade edebildiğim alan öykü olduğu içindir. Genellikle an’lardan, anlık çağrışımlardan beslenerek yazdığım için, öykü rahat bir ortam sağlıyor bana. Türler arası geçiş, mümkün elbette, ancak yazılacak türü, yazılmak istenilen ‘malzeme’nin belirlediğini düşünüyorum. Yazıya dönüştürmek istediğim ‘malzeme’, öykünün tanıdığı alanla uyuşmazsa günün birinde, roman yazmayı deneyebilirim belki. İleriye yönelik bir hedef koymadım, hâlâ da koymuyorum. Yazmayı seviyorum, mesleğim, iş hayatım olanak verdiği sürece de yazmayı sürdürmek isterim ancak, “Artık bir roman yazmalıyım” gibi bir düşüncem yok kesinlikle. Nasıl gelişeceğini, sanırım zaman ve koşullar gösterecek. Ayrıca bir metnin, tanımlanmış kalıplara uymasının zorunlu olmadığı görüşündeyim. Önemli olan, kendi içindeki tutarlılığı, okuyana bir şeyler verebilmesi. Belirli bir kalıba girme çabası olmadığında, çok daha özgür bir alan oluşabiliyor. Örneğin benim de sonradan katıldığım bir internet sitesinde (www.iktidarsiz.com) bu tarz metinler üretiliyor; öykü, deneme, anı, günlük arasında gidip gelen, ancak kesin bir tanımı olmayan yazılar... “HİCRAN, YİNE HİCRAN” Yeni kitabınızdaki “Hicran, Yine Hicran” adlı öykünüz istense bir roman olabilecek türden bence. Ve sonunda bir dönem romanı ortaya çıkabilirdi! Ne dersiniz? Olabilirdi belki, ama çıkış noktam farklıydı. Amacım, Hicran’ın hikâyesini yazmaktı esas olarak, sonrasında o hikâyeyi besleyen ya da besleyeceğini düşündüğüm başka öyküler oluştu. Söz ettiğiniz bölümün ikinci öyküsünde, anlatıcı şöyle diyor: “Hicran’ın hikâyesini yazmayı deneyecek misin gerçekten? Henüz bilmiyorsun.” Tüm denemelerin sonunda da, anlatıcının Hicran’ın hikâyesinin yazılıp yazılamadığı konusundaki tedirginliği hâlâ devam ediyor: “Yazabildim mi, bilemem, ama sözümü tuttum...” Anlatıcı, Hicran’ın hikâyesine bile