Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Kitaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Ailenin tarihi romanın tarihi R omancılar, tarihseli, genel ya da toplumsal altüst oluşlar bağlamında yansıtabildiği gibi, daraltıp aile tarihine özgüleyerek de biçimlendirebiliyor. Sözgelimi geçen hafta Ayşe Kulin’den örneklediğim Veda /Esir Şehirde Bir Konak (Everest, 2007), yazarın kendi büyük dedesinden, onun yakın çevresinden, döneminden kalkarak gerçek belgelerle verimlediği bir romandı. Bir aile tarihiydi de kuşkusuz. Ne var ki olgusal gerçeklerle iç içeliği, kurmaca yanlarına karşın, bu “belgesel roman”ı “aile tarihi” yerine “toplumsal tarih” zemininde örüntülemişti. Bu nedenle Kulin’in romanı üzerinde dururken bunu tarihsel roman bağlamında almıştım. Ancak Perşembeleri TRT FM’de “Radyo İstanbul’dan”da sunduğum “Kitaplık”ta iki yapıtı, “aile tarihi” romanı olarak örneklemekten çekinmedim. İkisi de kurmaca romanın tüm olanaklarını kullanan, ancak yine de aile tarihi bağlamında alınması gereken yapıtlardı. Gerçekten de Asuman Tümer’in Kura’nın Şarkısı (Dünya Ağacı, 2007) ile Süheyla Acar’ın Şapkasız Yalanlar (Agora, 2008) adlı romanları bu doğrultuda gösterilecek güçlü örnekler. edilecek aile, bunu oluşturan tek tek kişiler kadar kendi tarihsel akışı içinde bütün serüvenleriyle de gerçeklikten pay alacaktır. Öyleyse burada, ailenin doğrudan kişileştirilmesi söz konusudur artık. Bu da romanda, aileyi simgeleyen ya da simgelediği düşünülebilecek kahramanlar aracılığıyla ortaya çıkar herhalde. Yani herhangi ailede, aile bireyleri arasında olup bitenlerin değil, bu ailedeki bireysel kopuşların, çatışmaların, örtüşmelerin, kaçışların vb. değil, ailenin öteki ailelerle arasındaki sorunların, şunun bunun değil, belki aile izleğinin, daha çok da aynı aileden birbirinin simgeleyeni olarak süregiden kahramanlar aracılığıyla sonuçta ailenin kendisinin anlatıldığı, işlendiği, roman evreninin buna dayandırıldığı yapıtlardan söz etmek istiyorum burada. İşte Asuman Tümer’in Kura’nın Şarkısı ile Süheyla Acar’ın Şapkasız Yalanlar adlı romanları, buna örnek oluşturacak yapıtlar bana göre. İki roman da aynı bir ailenin yaklaşık yüzyüz elli yıllık tarihi içinde, birbirinin simgeleyeni kahramanlarla belirginleşmiyor yalnızca, aynı aileden kadınlar temele alınarak da ortak payda oluşturuyor aralarında. Andığım romanlar gerek kurdukları evrenle gerekse yapılandırdıkları kahramanlarla, bunların birbirleriyle, ötekilerle ilişkilendirilişiyle “ailenin romanı” olarak niteleyip açımlayabileceğimiz kavrama da karşılık geli Asuman Tümer yor. Asuman Tümer’le Süheyla Acar, yalnız ailenin gizli tarihini işlemiyor, yanısıra kadının aile içindeki gizli, hatta entrikalara dayalı iktidarını da neredeyse sorunsal boyutunda deşip bizi yeni ufuklara uçuruyor. Süheyla Acar son yüz yirmi yıl içinde İzmit’ten İstanbul’a uzanan, gidip gelmeli anlatı terazisinde oyuna dalarken Asuman Tümer de yüz, yüz elli yıllık tarihsel akışta birbirinin süreğeni kadınlarla karşımıza çıkıyor. Yazarlar, bu bağlamda roman sanatının da temelini derinleştiriyor âdeta. Peki romanlar, “aile tarihi” bağlamında bir ayrımla alınabilir mi, ayrılırsa ne ölçüde doğru olur bu? Öyle ya, yalnız Türkçede değil dünya dillerindeki en iyi romanlar da birer aile tarihi romanı olarak alınması gerekmez mi? Kaldı ki roman kahramanlarının, kişilikleri de zaten daha işin başında aile ortamında, geçmiş kadar yaşanan zaman içinde aile bireyleriyle sürdürülen karmaşık ilişkilerden pay almaz mı? Bu çerçevede Marcel Proust’un Yitik Zamanın Peşinde adlı dev yapıtı nasıl gözden uzak tutulabilir? Sonra Dostoyevski, Tolstoy, Balzac, Joyce, Mann, Faulkner vb. pek çok yazar birer aile tarihi romancısı olarak karşımıza çıkmaz mı?… Bir açıdan roman sanatının kendisi de, modernizmin bireyi, aileyi öne çıkarışındaki temelden ivme alarak çıkış yapmamış mıdır? Nitekim bizim romancılığımızda da aile olgusunun geçmişten günümüze ağırlıklı bir yer tuttuğu söylenemez mi? Halit Ziya’dan Mehmet Rauf’a, Hüseyin Rahmi’ye, Halide Edip’ten Yakup Kadri’ye, Reşat Nuri’ye, Sabahattin Ali’den Ahmet Hamdi’ye, Orhan Kemal’e, Yaşar Kemal’e günümüz genç romancılarına dek böyle değil midir bu?… AİLENİN TARİHİNDEN ROMANINA... Toplumsal varlık olarak tarihsel gerçeklik düzlemine oturuşu, ailenin aynı zamanda bireyleşmesinin de önünü açıyor kuşkusuz. Böylece aile, toplumsal olduğu denli kurmaca gerçekliği açısından bir “roman kahramanı” olarak da bu evrende yerini alabiliyor. Aile, roman kahramanı oldu mu ister istemez kişileşecektir. Bu durumda “aile”nin öteki kahramanlarla, kentlerle, olaylarla ilişkilenişi de gündeme gelecektir. Ama bu ilişkileniş, söz konusu ailenin, tarihsel uzama oturan roman evreninde yalnızca bir rol alıştan ibaret kalabilir. Oysa “roman kahramanı” olarak kabul SAYFA 20 evreninde, zorlayan herhangi dramatik gelişme yokken, kişiler arasında güçlü, sürükleyici çatışma da yaşanmazken, romanın, herhangi sıkıntı yaratmadan düzeyini koruması başka türlü nasıl açıklanabilir? Ermeni tehciri, Çanakkale, İttihat Terakki, Kurtuluş Savaşı… Öncesinde, sonrasında bunları yaşayan, günümüze dek gelen yaklaşık yüz elli yıllık zaman diliminde bizi toplumsal gerçekliklerle buluşturan Şeker, Fevziye, Emine, Necla, Nilüfer, Naciye, Zekiye, sonra Sıdıka… Ailenin akıp giden kadınları arasında birden yabancı bir kadın: Sıdıka… Ailenin kan bağı olan kadınlarla simgelenişi, yanı sıra iktidar gücü oluşturmaları açısından dikkate alındığında toplumbilimsel bir çarpıcılık da taşıyor yapıt. Toplumsal yaşamda kadınlara özgülenen yer bağlamında alındığında, bu doğal romanda. Nitekim kadınların çektiği sıkıntı, acı, buna karşılık gösterdikleri direnç, yaşamlarını savunmak anlamındaki kavgacı, entrikacı tutum, çocukları için sergiledikleri özveri, her güçlüğün göğüslenişi, aşk, ahlak anlayışı yüz elli yıl içinde neredeyse hiç değişmiyor. Kura’nın Şarkısı’ndaki bu özellikler, Şapkasız Yalanlar’daki roman evreniyle büyük oranda örtüşüyor denebilir. Gerçekten Şapkasız Yalanlar’da da bu kez Acar, bir ailenin yaklaşık yüzyılı içinde, kadınlar aracılığıyla şaşırtıcı bir roman evreni kuruyor denebilir. “Yüzyıl süren suskunluk”, “yüzyıllık yalan”la örülü bir evrendir üstelik bu. Şapkasız Yalanlar, deneyimli bir yazarımızın verimi. Süheyla Acar Dostluk Hüznü Paylaşmaktır (Can, 2004 ) başlıklı öyküleriyle önceki romanı Yağmurun Yedi Yüzü’nde (Can, 2004) olgusal AİLENİN AYNASINDA gerçeklikleri DEĞİŞMEYEN dönüştürerek VARLIK KADIN... yazınsal kılAsuman Tümer şiir, maya yönelöykü, roman üç türde de mişti hep. birer ilk kitap yayımlamış Şapkasız ilginç bir yazar. Daha önYalanlar’da celerde onun Ayarı Boda bu sürüzuk Çayevi (Cumhuriyet, yor. 2000) başlıklı öyküler Üvey kartoplamını okumuştum. deşler İsmiBu kez romanla geliyor gül, Gülniönümüze: Kura’nın Şarkısı, yahal’le Oszarın üçüncü kitabı, ama ilk romanlı’da man. başlayıp GülSıradan aile tarihi biçiminde nihal’in doalınabilecek olay örgüsünü hiç ğal, İsmiaksatmadan, yinelemelere düşSüheyla gül’ün rol anmeden, çok fazla ayrıntı yığıştırAcar neliğiyle topmasına gitmeden, roman evrelumsal çatışninde herhangi çatışmaya yol malar ortamında büyüyen Gülsema aracıaçmadan, roman kahramanlarını kendi lığıyla cumhuriyete uzanan bir aile. “Gül gelişim çizgilerine aykırı yönlere, yönseKadınları” adını veriyor yazar bunlara. melere zorlamadan böylesi bir ilk roman Her iki romanda da gözlendiği üzere, çıkarabilmiş olmak ortaya, başarı elbette. aynı bir ailenin kadın kahramanlarını OsNitekim dümdüz akış gösteren roman manlıdan cumhuriyete belirli izlek yönünde biçimlendirmek hoş bir düşünce. Romanda yapılandırılan bu karakterler, bunların kurgulanışı, dilsel örüntüleniş hoşlukla parıldıyor. Bir başka ilginç örtüşme Tümer’le Acar’ın anlatımında, daha doğrusu biçeminde gözleniyor denebilir… Çünkü her iki yazar da romanlarını söylen diliyle kuruyor, ötesinde sanki bir sözlü anlatıya dayalıymışçasına yapılandırıyor verimini. Süheyla Acar, yanı sıra yer yer anlatıcı meddah ağzıyla, halk anlatılardaki bilicinin ağzıyla yaklaşıyor roman evrenine. Dil de buna eşlik ediyor. Örneğin bir iki eski sözcükle dönemin havasını çizmeye yöneliyor Acar. Tümer, dille dönem arasında bağlantı kurmaya girişmiyor, ona göre dil, yazınsal bir araç. Ne var ki olgusal işleyiş oldukça öne geçtiğinden romanların gerisindeki derinliğe, bu bağlamda art alana sızabilmek güçleşiyor, hatta olanaksızlaşıyor neredeyse. KADININ PUSLU AYNASINDAKİ ERKEKLER Kadınlara içeriden bakmayı başaran, kadınları karakter olarak yapılandırmakta göz kamaştırıcı parıltı sergileyen yazarların, sıra erkek kahramanları yapılandırmaya geldiğinde, bu ölçüde titiz davrandığını söyleyebilmek, doğrusu çok güç. Bu yanıyla her iki roman için de annelerle çocuklarının, daha çok da annelerle kızlarının anlatıldığı, babalarla kocaların, oğullarla erkek kardeşlerin bir ölçüde kenarda tutulduğu yapıt nitelemesi getirilebilir. Yani erkeklerin geri planda tutulduğu, önde hep kadınların yer aldığı kitaplar bunlar. Deyiş yerindeyse her iki romanda da kapılar kapatılmış gibidir erkek kahramanlara karşı. Kadınlarla erkeklerin yapılandırılışı arasında büyük farklılıklar gözleniyor yapıtlarda. Örneğin Tümer de Acar da kadınları karakter olarak eksiksiz yapılandırmayı başarırken, okurun sezgisini bile işin içine katıyorlar denebilir. Aynı şekilde satır aralarının beslenerek anlam çoğulluğuna varılması, yaratılan art alan zenginliği, ilmeklenen yan anlam dolambacı karakterlerin açığa çıkışında okuru kışkırtıcı veriler hep. Erkekler bu ölçüde şanslı değil romanlarda. Yazarların yüzeysel yaklaşımı erkek kahramanları yalnız çizgiselleştirmiyor, aynı zamanda romandaki gerçektenlik duygusunu da zedeliyor ne yazık ki. Ama yine de toplumsal değerlerin aktarımında, değer değişimlerinin göstereni olarak erkekler aracılık yapıyormuş gibi görünüyor yapıtlarda. Gerek Tümer gerekse Acar, andığım romanlarda ahlaksal tutumlarıyla, erdemi her şeyin önüne alan değer yönsemesiyle de dikkati çekiyor denebilir. Ancak roman evreni içinde pek de işlevsellik taşımadığı ilk bakışta görülen kimi ayrıntıların birer yığma ayrıntı olarak kalması pahasına korunup kullanılması romanın havasız kalmasına yol açıyor bir ölçüde… Yığma ayrıntı kadar, bilgilendirici, aydınlatıcı bombardımanlar da romanlarda “görevci” bir anlayışın ortaya çıkmasına, yapıtların zedelenmesine neden oluyor denebilir. Sonra zaman zaman önümüzü kesen melodramatik öğelere bakarak bu bağlamda televizyon dizisi kalıbından, pembeliğinden arındırılabilseydi keşke diyeceğim romanlar. Ancak yazınsal bağlamdaki bu küçük lekeler bir yana, gerek Kura’nın Şarkısı, gerekse Şapkasız Yalanlar, iyi çatılmış, ana damarları yerli yerine oturtulmuş, çelişkilerden arındırılmış, bu anlamda kusura yol açabilecek hemen her çengelden kendisini korumuş yapıtlar. (Şapkasız Yalanlar’da s.93, s.11’deki “Mehmet Selim”, “Yakup Nedim” olacak.) Ailenin tarihi, romanın tarihi demiştim yazıya girerken. Bu tarih, görüldüğü kadarıyla kadının tarihi olarak çıkıyor karşımıza, en azından böyle bir sezinletmeye dönüşüyor sanki. Öyleyse roman sanatı, kadının yapıttaki işleviyle değer kazanıyor asıl, ya da bireyin simgeleyicisi olarak aileyle, daha doğrusu kadınla başlıyor… Haftaya, ama farklı yapıtlarla bu kez romanların kadınlarıyla sürdüreceğim konuyu. ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 966