Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Müge İplikçi’yle ‘Kafdağı’ ‘Unutmak nereye kadar bir çözümdür’ topraklarda doğmuş ve günümüze ulaşmış olan roman anlayışının. Günümüzde bu kadar parçalı gerçekler ve hayatlar içersindeyken bütüne uzanan klasik bir anlatıyı hayal edebilir, hatta umabiliriz ama yazardan bu bütünlüğü yaratmasını bekleyebilir miyiz; emin değilim. Günümüz romanı içinde sadece biçimsel olarak, içerik olarak da birçok alandan eşsiz biçimde yararlanabileceğimiz ve yazıya aktarabileceğimiz bir coğrafyada yaşadığımızı düşünüyorum. POLİTİK ROMAN... Yapıtlarınızda siyaset, siyasi meseleler ve kadınlar hep ön planda. Kendiniz, yazar kimliğiniz için belirlediğiniz bir misyon mu bu? Bence edebiyatçının son derece önemli bir misyonu vardır. İnsanı anlatmak. Ötesi tercihlerdir. Haklısınız; bugüne kadar kadınlar ve siyasi meselelerle ilgili konuları ön plana çıkardım yazdıklarımda; ancak bu tercihlerimde insan unsurunu atladığımı sanmıyorum. Yapıt boyunca Amerika ve Amerika odaklı kurumları yargıladığınız halde, karar niteliğindeki son cümlenizde, “Artık herkes suçluydu” diyorsunuz. Neden? Kitabın ortalarında geçer. “Asıl savaş tanıklığın savaşıdır” der Emel. Ne Zahide’lerin ne de Richard’ların savaşıdır, kitaptaki. Sustuğunuz müddetçe her iki tarafı da beslersiniz; uçları. Kaldı ki konuşmak demek ağzınızdan tükürükler saçıp masalara vurarak “şu taraf haklı, bu taraf haksız” demek de değildir. Başka bir yöntemi olmalı! Olabilse. Tam da bu noktada belirtmek isterim ki “Artık herkes suçluydu” cümlesi bir yargı değil, bir tespit cümlesidir kitapta. Zahide ve Richard’ın karakterinde vücut bulanlar kimler ya da neler? Zahide işkence göreni, Richard ise işkenceciyi temsil ediyor. Çıkış noktam buydu. Bir süre sonra işkence görenle işkencecinin birbirine benzediği noktalar olabilir fikrini de aklımda tutarak yazdım Kafdağı’nı. Hem Zahide’nin hem de Richard’ın birbirine geçen ve insani anları birbirlerine hatırlattıkları yerler var kitapta. Düş ve nefretleri yer yer benzeşiyor; zaman zaman birbirlerini kurtarıcı olarak görme nedenleri de buna bağlı. Türkiye’de politik romanın çizgisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye, politik zemini, politikayı kayırırken insanı yok saymaya eğilimli bir ülke. Çok can yandı; nice genç kuşak heba oldu. Hayatlar hep kesintiye, ayrımcılığa uğradı; bu yüzden de toplum olarak anılarımız bölük pörçük... Tüm bunlara karşın politik romanın son derece güzel örneklerine rastladık Türkiye’de. Özellikle son yıllarda. Aktarılanların edebiyatı gölgelemediği, sloganlaşmayan yapıtlardı bunlar. Daha da iyi olacak, buna inanıyorum. Güncel politik meseleleri işleyen, kurgu ağırlıklı yapıtlar ortaya koyuyorsunuz. Gelecek çalışmalarınız da bu yönde mi olacak? Kurgu ağırlıklı yapıtlar; sanırım bu soruya yanıtım evet olacak... Kurguyu önemsiyorum. Öte yandan politik meseleler yerine gündelik hayattaki açmazlar diyebiliriz, yazma tercihlerim için. Bu gündelik deneyimlerde her şey mevcut; aşk, öfke, çatışma, mizah... Bu açıdan Türkiye eşsiz bir ülke. Bu ülkeyi son derece önemsiyorum; önemsediğim için de epey kızıyorum ona. Bu iki karışım aklımı başımdan alıyor; belli ki yazmaktan ve yazarken kurgulamaktan başka çarem yok.? Kafdağı/ Müge İplikçi/ Everest Yayınları/ 170 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 974 Müge İplikçi’nin son romanı Kafdağı, 11 Eylül’ün ardından Amerika’nın yürüttüğü ‘Terörle Savaş’ polatikası üzerine temelleniyor. Niyetimiz söz oyunu yapmak değil; ne var ki ABD’nin uygulamalarının ‘terör’ ile ‘savaş’ olduğu da açık. İplikçi, işte o uygulamaların birinden, ‘teslimat programları’ndan başlayarak bütüne doğru yol almış. İplikçi’yle romanını konuştuk... Ë Mehmet ÇAKIR Kurgunuza ilişkin konular hakkında bilgi toplamak için nasıl bir çalışma yürüttünüz? Teslimat programıyla ilgili kitaplar bir yana, kitaptaki Pervin karakteri –Zahide’nin annesidir için Pakistan’da sufi geleneği ve kadın ilişkisi üzerine bir doktora çalışmasında yoğunlaştım. Pakistan hakkında yazılmış bilimsel kitaplar, edebi yapıtlar okudum. Yeni muhafazakârlarla ilgili yeni makaleleri takip etmeye özen gösterdim. Çoğu bunaltan yazılardı ama inat ettim. Öte yandan Zahide karakteri tamamen benim yarattığım bir karakter de sayılmaz. Onu da gazetelerden takip ettim. EDEBİYATTAN ANLADIĞIM... Roman için epey veri edinmişsiniz. İnceleme kitaplarınız da var; bu konuyu neden roman türünde işlemeyi seçtiniz? Benim edebiyattan anladığım bu: Çağını anlamaya çalışma fikri. Herkesin kendine ait bir görüşü vardır; benimkisi bu yönde. Kaldı ki Zahide’yi bir inceleme kitabında anlatamazdım. Hele Richard’ı. Zahide kitabın kahramanı; ancak romanda öne çıkmasının asıl nedeni Richard. İstemediğimiz yanları Richard’a yükledim; ancak şunu da teslim etmeliyim ki kitaptaki en dürüst kişi de o. Onu sevmiyoruz çünkü bize görmek istemediğimiz noktaları hatırlatıyor. Ancak Zahide’yi sevmemizin asıl nedeni de onun varlığı aslında. Böylesi bir gelgiti herhangi bir inceleme kitabında verebilir miydim, bilmiyorum. Zaten bunu istemedim, Kafdağı’nı bu biçimde anlatmaktan heyecan duydum. Roman kurgusunu 17 Ağustos depremiyle birleştiği noktaya götüren nedir? Her iki olayda da atlanılan bir insan unsuru var gibi geliyor bana. Her ikisinde de binalar yıkıldı, her yer toz içinde kaldı. Oysa insan ruhundaki enkazlar sarılabildi mi? Her iki olay için de öfkenin ve küskünlüğün yerine koyabildiğimiz ne var? Çok genel anlamda konuşuyorum; farklı çabalar var, onlara haksızlık etmeyelim. Ama genel çerçeve nasıl; buna 11 Eylül, “teslimat programı”, CIA, FBI ve ABD’nin terör (!) politikası… Tüm bunları konu edinen, mesele edinen bir roman yazmaya yönelmenizin nedeni nedir? 11 Eylül’den sonra iki yıl ABD’de yaşadım. Belki bu süreç olmasaydı başka konular hakkında yazardım. Yaşadıklarımızı yazma deneyiminden ayrı tutabilir miyiz? Ben ikisini bir arada yaşayan biriyim. İki yıl boyunca terörün gündelik yaşamın neresine denk düşebileceğini düşündüm. Elbette sadece terörü düşünmedim; komik ve son derece derbeder anlarım da oldu! Ama yeni kitabın kurgusu için en çok o soruyu sordum kendime galiba. Sonra sözünü ettiğiniz şu kavramlar: CIA, FBI ve öteki gizli servisler... Yaşadığımız zamanların bu kavramlar çerçevesinde insan unsurunu nasıl değerlendirdiğini düşünmeye başladım... Bu soruları sorarken ABD’nin Müslüman zanlılara uyguladığı teslimat programıyla ilgili bir kitap geçti elime. İşte o zaman “Tamam” dedim, “teslimat programıyla ilgili bir kitap yazacağım.” Bu programın ana çerçeveyi çizmesine özen gösterdim; ardından kurgu ve karakterleri bu çerçevenin içine yerleştirdim. bakmakta yarar var. Unutmak nereye kadar bir çözümdür? İnsanların tosladıkları duvarlar için yeni duvarlar örmek, yeni kırgınlıkları ve bu kırgınlıklardan beslenecek yeni öfkeleri yaratmaktan başka neye yarar? Bunlar çok yönlü değerlendirilmesi gereken durumlar çünkü içinde insan unsuru var. Eti, kemiği, kanı ve ruhuyla insan. Her iki olayda da beni çeken en önemli payda buydu. İçerik, okuyucuya aktarmak istediğiniz gerçekler, teknik unsurları gölgede bırakacak kadar ağır basıyor. Bu yönde eleştiriler alıyor musunuz, nasıl karşılıyorsunuz? Bu yönde hiçbir olumsuz eleştiri almadım. Melez roman diye bir kavrama ışık yakabilseydik keşke... Yaşadığımız gerçeğin parçalanmışlığını düşünecek olursak, bunun kurguya olan yansımalarını da farklı bir biçimde değerlendirmek kaçınılmaz olurdu. ‘Melez roman’la kastettiğiniz nedir? Bu terimi Sezer Ateş Ayvaz’ın Homi K. Bhabha’nın melezlik kavramından yola çıkıp Güzin Dino’nun Türk Romanının Doğuşu adlı kitabına getirdiği yorumdan esinlenerek kullandığımı ifade etmeliyim. Geleneksel anlayışın tersine bir yorum mevcuttur Sezer Ateş Ayvaz’ın yaklaşımında. Bu topraklardaki roman için “...melezlik, modernist ve geleneksel toplum ve paradigmalarının arasında kalmış bir uğraktır” der Ateş Ayvaz ve bunu derken de Dino’nun bizim coğrafyalardaki romanın doğuşunu tanımlayışına referans verir. Bu noktada şunu düşünmek önemlidir: Roman, bu topraklarda hiçbir paradigmayı bütünüyle temsil etmeyen bir yapıdır; paradigmaların sınırlarına hapsolmayacak denli belirsiz ve başka bir şeydir. “Ait olduğumuz coğrafyada, Türkiye’de günümüzde yazılan romanın, yola çıktığı yerdir melez roman ve kendi geleceğini düşlemiştir; ki bu bugünün daha gelişmiş, roman anlayışlarına, yapılarına ulaşmanın, kendine özgü gerçekliği, serüvenidir, söz konusu olan...” Kısaca, geleneksel anlayışlarla çözüm bulmaya çalışmamamız gereken bir üslubu vardır bu SAYFA 4