23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ İki hükümdar arasındaki kader aynılığına ulaşmak belirttiğiniz gibi tarihsel araştırmaya dayanıyor şüphesiz. Roman örgüsü içinde okuyucuyu şaşırtan, bilgilendiren, bilim kurgu öğelerini de ustalıkla kullanmışsınız? Siz romanınızı hangi kategoriye koyuyorsunuz? Bir romanı kategorize etmek, yazardan çok yayımcının, belki eleştirmenin sorunudur. Okurun da sorunu olduğunu sanmıyorum. Şahsen, bir romanı okurken ‘acaba bunun kategorisi ne’ diye düşünmek aklıma gelmez. Seversem okurum, sevmezsem okumam. Destina’yı kategorize etmek elbette zor. Düşünüyorum da, ben bunu hep yapıyorum: Fransızlar da Bir Gün Gece’yi kategorize etmekte zorlandılar. Sonunda, ‘Konstantin’in Laneti’ adıyla çıkan roman ‘fütürist siyasal polisiye’ diye etiketlendi de rahatladık… Sanırım Destina da aynı kategoriye giriyor. Ve ben, son iki romanımla yarattığım bu özgün kategoriyi çok seviyorum, çünkü türler arası. Küresellik dediğiniz de tüm türlerin birbirine geçmesi değil mi? Demek ki küresel anlamda ‘trendy’ romanlar yazıyorum. Romanda ‘evrimci’ diye anılmak hoşuma gider doğrusu. NEHİR ROMAN... Romanınızın üç ana karakteri önceki romanlarınız, Sinek Sarayı ve Bir Gün Gece’deki karakterlerle aynı. Bu üç romana nehir roman diyebilir miyiz. Bu planlı bir yazım mıydı? Evet, bu üç roman sonunda birleşti, nehir oldu. Ancak planlı değildi. Kendilerini empoze ettiler. Ben de boyun eğdim. Zaten bırakın üç roman planlamak, tek bir romanı bile şemalı, krokili, programlı yazamam ben. Araştırırım, okurum, sadece gerekli olanı değil, gözüm dalar, kafam takılır, ilgisiz bir sürü ıvır zıvır için günler harcadığım olmuştur. Ama plan yapamam. Kafamda bir şey tasarlarım, genellikle yatarken düşünürüm ertesi gün ne yazacağımı. Sonra rüyamda yazdıklarım ve yazacaklarımla boğuşurum. Ertesi günü bilgisayarın başına oturur, yazarım. Hem de hiç durmadan. Adeta, rüyamda hazırlamışımdır “Eğer bu yozlaşma, değerlerin erozyonu ve kimliksizlik sürerse, şahsi görüşüm – ki, kimseyi bağlamaz Cumhuriyet 101. yaşını göremeyeceği gibi, Türkiye de modern biçimde işgal edilecektir. Romanda Küresel Yönetişim dediğim, dünya literatüründe ‘Global Governance’tır ve bugün Kosova’da uygulanmaktadır. Modern işgalciler gelir, bulunduğunuz bölgenin stratejik önemi kendi açılarından neyi gerektiriyorsa, size onu yaptırırlar. Küresel Yönetişim, bugün Kosova’da başarıyla uygulanmakta. Yarın Irak’ta, belki Afganistan’da ve hatta Kudüs’te ‘sorunları’ çözmek için başvurulacak, çünkü modern zamanların uluslararası dengeleri kollayan siyasal yöntemidir. Sorun oluşturan Türkiye gibi stratejik bir ülkede, bütün dünyayı memnun eder…” ertesi gün ne yazacağımı. Zaten başka türlü çalışmam, pratik olarak mümkün değil: Ben bu romanı haftada üç siyasal gazete yazısı yazarak, Türk ve Fransız televizyonlarında tartışma programlarına katılırak, bir programı bizzat hazırlayıp, ayrıca onlarca ve bazen önemli gündelik sorunları çözmeye çalışırken yazdım. İnsanın beyin yapısına duyduğum hayranlık, rüyalara ilgim ve rüyaya yönelik araştırmaları izlemek merakı, durup dururken değil yani… Kendi beynimin performansına şaştığım zamanlar oluyor. Zekâdan söz ettiğimi sanmayın, her insan beyni muazzam bir enerji kompleksi. Bazıları tembel, bazıları çalışkan. Bazıları birikimci, bazıları hovarda. Fark burada. Sinan, Hilmi ve Daryal, Sinek Sarayında 30’lu, “Bir Gün, Gece”de 40’lı, Destina’da ise 50’li yaşlarındalar. Bundan sonra da aynı üçlüyle devam etmeyi düşünüyor musunuz? Kahramanlarımı severek yarattım, 30’lu yaşlarında onlara söz geçirebiliyordum. Şimdi 50 yaşlarındalar, başlarına buyruk davranıyorlar. Yaşlılıktan falan söz etmeye başladılar… Onlardan hiç ummazdım doğrusu. Hilmi, Sinan, biliyorsunuz ta Galatasaray Lisesi’nden arkadaş. Daryal, ne onlar gibi iyi okullarda okumuş, ne de onlar gibi seçkin. O, ekibe kendisini empoze eden bir bıçkın. Yaşlanmayı kolay kabullenmeyecek görünüyor. Birbirlerine çok bağlılar. Birbirleri için yapamayacakları yok. Bundan sonra kahramanım olup olmayacaklarına kendileri karar verir. Romanlarınızdaki bu üç ana karakter arasındaki arkadaşlık, dostluk uzun yıllara dayanıyor ve insanı özendiriyor. Gerçek hayatta da sizin için dostluk ve arkadaşlık önemli midir? Öyle önemlidir ki, sonuncudan bir önceki Fransız eşim, aramız açılıp artık yollarımızı ayıracağımız anlaşıldığında: ‘Arkadaşlarını benden daha çok sevdin’ demişti. “Yitirmiş sayılmayız hiçbir şey, gülümseyebilirsek! Öğüt dinlerken rahatlayan iyi dinlemıştır. Oysa öğüdü cezaymış gibi alan sabrına acı borçlanır. Bu sözler ister bal olsun, ister ağu, etkisizdirler. Laf laftan ibarettir. Yaralı bir kalbe kulaktan girildiğini hiç duymadım.” Destina’da bu sözleri Shakespeare’den aktarıyorsunuz. Tarihsel olarak baktığımızda, Türkiye hangisini yapıyor? Vallahi hiçbirini yapmıyor. Çünkü Türkiye’de sanırım çok az kişi, Shakespeare okur, daha da azı ne demek istediğini anlar. Türkiye, eğer acıya gülümseyebilseydi, gülmekten katılarak ölmesi gerekirdi, öyle büyük acılar yaşadı ve yaşıyor. Çünkü acıyı tanımlamak gerek: Haksızlıktır acı. Bir kaybın, bin kaybın acısı. Ama bakıyorum, öğüdü cezaymış gibi alan da yok. Uyuşturulmuş gibi bir tepkisizlikten söz edebilirim. Hele tarihsel olarak Türkiye’nin ne yaptığına ilişkin kimsenin fikri olduğunu sanmıyorum. Milinden çıkmış değirmen taşı gibi tehlikeli, savrulup duruyor. Peki bir tehlike varsa ne yapmak gerekiyor. Bu konuda uyarılarınız var mı? Yine bir soruyla cevap vereyim: Bu kadar cehalet ve kendi tarihine yabancılaşmayla nereye varılır? Nereden geldiğini unutup nereye gittiğini bilmeyen bir toplumun başka kimliklerde eriyip gitmesi, zaten dolaylı dolaysız bir işgal sayılmaz mı? ? Destina/ Mine G. Kırıkkanat/ Literatür Yayıncılık/ 180 . SAYFA 17 CUMHURİYET KİTAP SAYI 974
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle