Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
OKURLARA yeni romanı ‘Destina’yı, bilim kurgu öğeleri ve tarih bilgisi ile bezemiş. Merak uyandıran bir roman çıkarmış ortaya. Romanda yaşanan zaman, yakın bir gelecek. İstanbul depreminin ardından Ege ve Boğazlar, BM’de yapılan Marmara Antlaşmasıyla Küresel Yönetişim’e geçmiştir. İstanbul ise Nova Roma adını alarak Ortodoksluğun başkenti ilan edilmiştir. Kırıkkanat’la Destina’yı konuştuk. Müge İplikçi’nin son romanı Kafdağı, 11 Eylül’ün ardından Amerika’nın yürüttüğü ‘Terörle Savaş’ politikası üzerine temelleniyor. ABD’nin uygulamalarının ‘terör’ ile ‘savaş’ olduğu da açık. İplikçi, işte o uygulamaların birinden, ‘teslimat programları’ndan başlayarak bütüne doğru yol alıyor. İplikçi sorularımızı yanıtladı. “Kara Çığlık”, 19602006 yılları arasında 27 kez Afrika ülkelerine gidip oralarda görev gereği bulunan Hıfzı Topuz’un belgesel romanı. Topuz’un romanı ilgiyle okunuyor. Şair Erdal Alova, Herakleitos’un Doğa Üzerine adlı kitabından kalan küçük parçaları (133 parça), Kırık Taşlar adıyla manzum biçimde çevirmiş. Asırlar öncesinden günümüze akan şiirleri Gonca Özmen değerlendirdi. Ahmet Oktay’ın, Yücel Kayıran şiiri üzerine yazdığı yazı, Kayıran şiirine yaklaşımda bir kilometre taşı niteliğinde. Bol kitaplı günler… Mine G. Kırıkkanat ENİS BATUR Pervasız Pertavsız TURHAN GÜNAY eposta: turhangunay@cumhuriyet.com.tr cumkitap@cumhuriyet.com.tr DÜZELTME: Geçen hafta 8. sayfamızda yayımladığımız ‘Mektup türünde bir roman’ başlıklı yazıda kullanılan fotoğraf yazara ait değildir. Bu yanlışlık için okurlarımızdan özür dileriz. izler, bugün, özünde Baudelaire’in XIX. yüzyılın ortasında, Benjamin’in XX. yüzyılın ilk ve ikinci çeyreğinde gördüğü Paris’i görüyoruz; 1945 sonrasının köklü sayılabilecek şehircilik girişimleri merkezin parametrelerini değiştirmiştir diyemeyiz. Benjamin, Baudelaire üzerinden gerçekleştirdiği okumaya, bugün yaşıyor olsaydı ekleyecek uzun boylu bir şey bulamazdı da diyemeyiz buna karşılık. Baudelaire, tekvin noktasına denk gelmişti modern çağa geçişin. Benjamin, yerinde bir seçimle “pasaj”ları odak noktası tayin ettiğinde, önünde 1850’den 1925’e, ardından da 1940’a uzanan bir gelişme çizgisi vardı. 2008’de, çoktan metastaz yapmış bir çizgi. Vitrin’e, vitrin imparatorluğuna değinecektim, ilk iki paragrafı kurmadan yapılamazdı. Şehri kalın bir ur tabakası gibi sarıyor bütün ilk katları ele geçiren dükkânlar. Bir vakitler pasajlara toplanan ekranvitrinler nicedir bütün büyük şehirleri kesintisiz akan bir görüntüler nehrine, yürürken, beşon adımda bir (eğer duraklamışsak) düğmesine bastığımız bir yakından kumanda aracı ile içeriğini dönüştürdüğümüz bir sürekli televizyon ekranına dönüştürüyor. Düşündükçe ikilemde kaldığımı, iki uç arasında yüzdüğümü anlıyorum. Şurada, durmuş, bir Bram van Velde litografisine; şurada, geçenlerde 90’ında ölen Ettore Sotssas’dan bir daktiloya; şurada Venedik yapımı bir deftere ya da taze çıkmış bir Couperin kaydına; şurada köy ekmeğine, içinden ılık bir ışık yayan zeytinyağı şişesine bakıyor, yaşama coşkusuna kapılıyorum. Uzun bir yürüyüşün sonunda, gözlerim görmek istedikleriyle görmek istemedikleri arasında hareket etmekten, mercek ayarı yapmaktan alabildiğine yorulmuş, gelip odama çekiliyor, bazan uyumak ve kurtulmak istiyorum. Sokaklar, duvarları tıkabasa dolu müzeler gibi, sonsuz bir labirent, üstüme çullanmış duygusu içinde, şehirden kaçıyorum düşümde, bir ormanın ortasından süzülüyorum. Bu akıl almaz taşkınlıktaki tüketim çağrısı zaman zaman mide bulantısını andıran bir kabarma yaratıyor iç organlarımda. Beynimi bir ateş hâlesi kuşatıyor. İnsanların hali, genellikle flâneur yanım ağır bassa da, kapıldığım anlarda kendi halim, bir tiksinti yuvası kurmak üzere sağdan soldan çer çöp toplamaya sürüklüyor beni. Geçenlerde, yılbaşının ertesinde BİH başladığında, doruğa tırmandı negatif duygularım. BİH: Büyük indirim haftaları. Belki bir bölüğü gerçekten gereksinmelerini karşılamak niyetiyle, bana kalırsa çoğu dindirilmesi güç tüketim hırsına kapılmış, dükkânlara düpedüz saldırdılar. Gözlerimle görüyordum: Bir savaş meydanındaki kuralları, kuralsızlığı andırıyordu cinnet boyutuna erişmiş davranışları; biribirilerini itiyor, neredeyse eziyorlardı. Vitrinlerin tümünde geçerli tek bildiri “iskonto”ydu artık. Çekirge sürüsü, gelip geçtiler, arkalarında depoları bile boşalmış dükkânlar bırakarak. Flâneur’ü rahatsız eden bir tek bu insanlıkdışı alışveriş çarkı değil şüphesiz. Büyük şehrin bakışları vitrinlerde zapt etmesi, yarattığı yarıyarıya yanılsamadan oluşma bir cam dünya karşısında yürüyenleri hipnoz evrenine çekmesi o hipnotize edilmişlik hali, cam dünyanın dışının görülmesini ola B Vitrinler yola çıkılmasını beklemek, yarım yüzyılı çoktan aştı, köhne bir yazınsal anlayış. Edebiyat ve sanat ilerlemez oysa, ilerigeri hareket eder. “Gerçek hayat hikâyesi”, her dönemde farklı yaklaşımlarla izlenebilecek kaynakmetin aslında yapılabiliyor, gerçekleştirilebiliyorsa neden çağ dışı olsun? Roubaud’nun “sonnet” üzerinden inşa ettiği poetik çerçeveyi bu açıdan sorgulayabilecek olanın alnı karışlanır. Bizim edebiyatımızda son rastladığım sıkı örnek Ayfer Tunç’un “Ömür Diyorlar Buna”da topladığı metinlerdi ama, bilmem ben mi öyle anladım, yazarının gözünde ikincil önem taşıyordu bu kitap, bir bakıma onları yan ürünler saydığı izlenimine kapıldım. Burada, sanıyorum, gazetecilik uğraşına yönelik bir küçümseyici bakış açısından ürküyor olmanın payı ağır basıyor. Gazeteciliğin düzeysizleşmesi sermaye ve düzenle bağlantılı bir sonuç, uğraşın özü ve tözü ile ilgili değil getirildiği yere getirilmesi: İyisini yaptırtmıyor, istemiyorlarsa iyisini şüphesiz yapamazsınız; bu, gene de, iyisinin yapılamayacağı anlamına gelmez. Ayfer Tunç’un Yeni Yüzyıl gazetesinde çalışırken ürettiği işleri görmedim. Kitabı kurarken, metinleri ne ölçüde elden geçirdiğini, dönüştürdüğünü bilmiyorum. Sonuçta, bir okur olarak, elimde “Ömür Diyorlar Buna”daki metinler var ve onları yazınsal anlamda etkileyici ve güçlü buluyorum: Kurmaca ürün, onlar “gerçek hayat” kaynaklı olduğu için daha yazın içi bulunuyorsa, ben o yargıyı hafifserim. Rafael’in ve Marguerite’in öyküleri, bir günlük gazete için, gazeteciler tarafından kaleme alınmış. Posthume röportajlar bunlar. Düzeyli bir gazetenin gereksinmesini karşılayacak düzeyin tutturulduğu gazetecilik çalışmaları. Onları yazın ölçüleriyle değerlendirmeye kalkışmak, çerçeve şaşkınlığına bağlanabilir olsa olsa. Buna karşılık, Rafael’in ve Marguerite’in “öykü”leri, Le Clézio ya da Ayfer Tunç gibi yazarların masasında bambaşka bir prizmadan geçerek boyut değiştirebilir niye olmasın, bir Dîvan şairinin de. Ama önce, pek çok sahte sorunun, düzmece insanın yarattığı sisin ötesini seçebilecek birer çift göz, işlek bir imgelem ve ince bir yazı geliştirme yeteneği gerekiyor. ? Ayfer Tunç naksızlaştırıyor. Kimse yanından geçenleri, yanı başından geçtiği taşı, ağacı algılayamıyor şimdi. ÖMÜR DİYORLAR “Soruşturma” üst başlığı altında, irice bir fotoğraf eşliğinde tam sayfa bir ‘insan hikâyesi’ yayımlanıyor Le Monde’da. Ocak ayının ortasında, 20 Aralık 2007 gecesi Concorde meydanında donarak ölen Polonyalı berduş Rafael’in tragedyası yer almıştı o sayfada: Devlet Başkanlığı Sarayı’ndan, kıtanın en pahalı otellerinden, Madeleine kilisesinden ve Meclis binasından birkaç yüz metre uzakta sessizce yaşayıp ölen 42 yaşında bir adam. Şubat ortasına Marguerite’in kahramanlık öyküsü çakıldı: 82 yaşında, kanserli, kanserden ölen sevgili eşinin eriyerek ölümüne tanık olduğunda aynı sona katlanmama kararı alan ve iki yıl süren zorlu bir mücadelenin ardından (Fransa bu intihar türüne yasal gedik vermiyor), İsviçre’de, Zürih’in kuytu bir otelinin odasında, tanıklar önünde bir kutu Penthotal içerek uyuyan müthiş bir kadın. Gazetede, Pére Lachaise mezarlığında dolaşırken (her gün gidermiş oraya) arkadan, sırtından çekilmiş bir fotoğrafta genç bir kadın silueti beliriyor. “Gerçek hayat hikâyeleri”ni önce Sinema’ya doğru itti edebiyat; Sinema bile pek istemiyor artık onları, televizyona ya da gazeteye yöneltiyor. Daha derin ve olgun hikâyeler kurabildikleri için mi? Onları okumak, görmek isterdim. Kurmaca, benim gözümde can çekişiyor ama yüzü gözü öylesine makyajla yoğrulmuş ki, yakından bakmadan anlaşılmıyor çehresinin gerçek hali. Biliyorum, “gerçek hayat hikâyeleri”nden İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk?Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız?Yayın Yönetmeni: Turhan Günay? Sorumlu Müdür: Miyase İlknur?Görsel Yönetmen: Dilek Akıskalı?Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.?İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2, 34381 Şişli İstanbul, Tel: 0 (212) 343 72 74 (20 hat) Faks: 0(212) 343 72 64?Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri, Hoşdere Yolu, 34850 Esenyurt İSTANBUL.?Cumhuriyet Reklam: Genel Müdür: Özlem Ayden/ Reklam Müdürü: Eylem Çevik?Tel: 0 (212) 25198 74750 (212) 343 72 74?Yerel süreli yayın?Cumhuriyet gazetesinin ücretsiz ekidir. CUMHURİYET KİTAP SAYI 974 SAYFA 3