09 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Pek çok yazarın orman gerçekliğini kavradığı söylenemez bugün. Günümüz yazarlarının çok büyük bölümü, orman gerçekliğini manzara olarak, daha çok da uzam anlamında “değerlendiriyor” görüldüğünce… Yaşamımın yirmi yılı aşkın dilimi ormanla haşır neşir, ormancıyla sıkı dostluk ilişkileri içinde geçtiği halde fırsatını yakalayıp da orman üzerine verimlenmiş kitaplardan söz açamadım bugüne dek “Kitaplar Adası”nda. M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası O rman gerçekliğiyle ilk yüz yüze gelişimi, TRT İzmir Televizyonu yönetmeni eski dost Nihat Onat’a borçluyum… 1984’te ormanlarımıza, ormancılığımıza özgüleyeceği altı bölümlük belgesel dizinin metin yazarlığını yapmamı istemeseydi benden, ormanı yalnızca kavram bağlamında, imge, olgu konumuyla tanıyacak, kendi gerçekliği açısından bugün de içselleştirememiş olacaktım belki hâlâ. Nitekim pek çok yazarın orman gerçekliğini kavradığı söylenemez bugün bana göre. Çünkü günümüz yazarlarının çok büyük bölümü, orman gerçekliğini manzara olarak, daha çok da uzam anlamında “değerlendiriyor” görüldüğünce… Ormanı tanıyan yazar yok değil elbette, örneklemek gerekirse Sait Faik, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Osman Şahin ormanı, gerçeklik olarak da çok iyi tanıyan, yapıtlarında ormana bu doğrultuda yer açan yazarlar… Ne ki böylesi yazarların sayısının çok olduğu düşünülmemeli. O günden bugüne yüzün üzerinde orman belgeseli yazdım. Bunların üçte birini Nihat Onat’ın, ardı sıra Mehmet Kaya’nın çektiği belgeseller için kaleme aldım. 1993’te Nihat için yaptığım kısa süreli asistanlığın ardından Okan Çançin’in önerisiyle bu kez yönetmenliğe geçiverdim, belgeseller çekmeye koyuldum… Bugün de Okan’la farklı alanlarda belgesel yapmayı sürdürüyoruz büyük coşkuyla. Yazdığım yalnızca orman belgeselleri bin sayfanın altına inmez sanıyorum. Başka belgeseller de var ayrıca yazdığım. Ormana değgin yaptığım öteki çalışmalarımı,yayına hazırladığım Cumhuriyetimizin 75.Yılında Ormancılığımız (Orman Bakanlığı yayını, 1998) başlıklı oylumlu derlememi bunlara eklediğimde şöyle dönüp bakıyorum da; salt orman üzerine yazdıklarımın bile on bin sayfayı bulacağını kestiriyorum. Orman deyince, hemen herkesin usuna bitkiler, ağaçlar geliyor ilkin. Ama “orman”, bizleri de içine alan doğal yaşama ortamı, yaşam biçimi… Ormana bakarken buranın bitkiler kadar yürüyen, yüzen, uçan canlılar için de vatan olduğu unutulabilir mi? Sonra orman içinde, bitişiğinde yaşayan milyonlarca insan söz konusu, öyle ya tüm topluma dönük ekonomik ilişkilenişler alanı aynı zamanda orman. Öte yandan kamusal hem de yüksek kamusal çıkarlar sunan bir varlık, barındırdığı yan ürünlerin dışında toplumsal değer olarak… Ormanla yaşamak, ormanla yaşatmak... Ama orman yangınları yok mu… Yürek nasıl dayanır haince çıkarılan bunca yangına? Hele seçimleri, siyasal erkteki boşlukları arkasına alan, orman alanlarını havadan para kazanılabilecek “yerler” (toprak, arazi, arsa vb) olarak gören kimi açgözlü çevrelerin sabotajları da söz konusuysa… Kuşkusuz ormanları yakanlar yalnız Türkiye’nin değil dünya halklarının da yüksek kamusal haklarını alıyor ellerinden. Bütün bunların sonucunda insanımız orman yangınlarındaki görsellik, yani estetize edilmiş orman ölümleri aracılığıyla belki de ilk kez tanışıp yüz yüze gelmiş oluyor orman gerçeğiyle. Bu çerçevede orman üzerine verimlenen kitapların büyük önem taşıdığı açık. İnsanlar gerek birey gerekse toplum olarak insanlığın ortak yüksek kamusal yararlanma alanı olduğunun bilincine varmak zorunda tez elden ormanın. Konuya özgülenmiş okuduğum ilk kitap Kemal Günen’in kaleme aldığı Yeşil Bir Şafak Söküyor (1946) oldu. Günen, orman varlığını sevdirmeye yönelirken gerçekleştirilen, sürdürülen ormancılık etkinliklerine de değiniyor, ama anlatımını bilimsel yönteme dayamak yerine popüler düzlemin sıcaklığından yararlanarak sürdürüyordu. Diyeceğim Günen, bir orman şiiri yaratmaya çalışmıştı sanki. Bunda, ormanla yaşamışlığının kazandırdığı, yaydığı gerçektenlik duygusunun da rolü vardı kuşkusuz… İçtenliğiyle, ötesinde dönemin dil anlayışını veren örüntüsüyle dikkati çeken bir anlatıydı Yeşil Bir Şafak Söküyor… Hiç orman yangınına tanık oldunuz mu? Öyle uzaktan, dumanlara bakarak değil, alevleri duyumsayıp ormanla göz göze gelerek? Kemal Günen’in orman yangınlarıyla ilgili şu satırlarını gelin birlikte okuyalım şimdi: “Dostum!… Yangının bir orman için ne felaket olduğunu bilemezsiniz… Yangının yılan sürüsü gibi çatal dilini uzatıp ormanın üstüne bir yürüyüşü vardır. Dehşet içinde kalırsınız. Alevler fidanların alt dallarına tutuna tutuna bir solukta tepesine tırmanır. Yerleri koklayıp aranan bir av köpeği gibi, çalıları otları kavurarak diplerini yoklar. Devrilmiş bir ağaç gövdesini tutuşturup yanmasını beklemeden kurt gibi atlar geçer, yakar, sarartır, yıkar, karartır… Kozalaklar çatlar, kıvılcım gibi göklerde uçar, duman gözleri bürür, sıcak derileri kavurur. Küller harman rüzgârlarıyla savrulan tozlar gibi göz açtırmaz.” (58) Ne ki genç kuşaklar ormanı yangınla tanır oldu. Yangın, bu anlamda yalnız doğa kıyımı değil, bir o kadar da insanlık yıkımı… ortaya koymak gerekmiyor mu? Bu çerçevede iki küçük kitabı okura önermek istiyorum: İlki Prof.Dr.Necmettin Çepel’in Doğa Çevre Ekoloji ve İnsanlığın Ekolojik Sorunları (Altın, 1992), öteki Doç.Dr.Yücel Çağlar’ın Türkiye Ormanları ve Ormancılık (İletişim, 1992) adlı kitapları… Ormanı, varlık bağlamında kavrayabilmek için Çepel’le Çağlar’ın anlatımlarından üç beş satır aktarayım: “Çok eskilere giden bilimsel incelemeler bulunmamakla birlikte, milattan on bin yıl kadar önce, Trakya’nın tamamına yakın bölümüyle Anadolu Yarımadasının yüzde 70’inin orman örtüsüyle kaplı olduğu bazı bilimsel verilere dayanılarak tahmin edil(iyor).” “İç Anadolu’da ortaya çıkarılan Hititlere ait kültür varlıklarının ekolojik olarak değerlendirilmesi ve Asur kitabelerinin okunmasından sonra elde edilen bilgilere göre İç Anadolu’nun vaktiyle ormanlarla kaplı olduğu, Van yöresinde bundan 3.500 yıl önce saz toplumları kadar sık ormanların yayıldığı anlaşılıyor.” “Anadolu’nun bitki örtüsü binlerce yıldan beri iklim değişikliği ve insan eliyle çok değiştirilmiş…” “Ülkemizde bugün de orman tahribi ve azalması sürüyor.” (Çepel, 91,92) 1989 verileriyle Türkiye’de “Nüfus başına 0.4 hektardan daha az orman alanı düş(üyor). Dünyada nüfus başına düşen ortalama orman alanı 1.2 hektar olduğuna göre bu oran dünya ortalamasının üçte biri kadar…”(Çepel, 89) Bütün bunların ardından “…Ormanlar, dolayısıyla da ormancılık çalışmaları hem çevre sorunları hem de doğal, yabanıl yaşama ortamları yönünden, gerçekten de yaşamsal önemde bir varlık, bir uğraşı alanı…” “…Türkiye’de aydınların ormanlar ve ormancılık kesiminde yaşananları tartışma gündemlerine almalarını gerektiren pek çok neden bulun(uyor).” (Çağlar, 7,8) “Doğal kaynakların hemen hemen hiçbirinde bulunmayan kimi özeliklere sahip(.) ormanlar. Örneğin; niceliksel olarak ne denli artarsa artsın, ormanlar, hiçbir zaman yıkıcı bir güce dönüşm(üyor). (…) Üstelik, ormanlar, üretilmesi için ayrıca herhangi bir çabayı gerektirmeden de çeşitli ürün ve/veya hizmeti çevresindeki canlıların yararlanmasına sunabil(iyor).” (Çağlar, 17) Bunca önem taşıyan ormanların korunabilmesi için herkesin üzerine düşeni yapması, ama bu arada bireylerin, “koruyacakları varlığı tüm yanlarıyla tanımaları; (ormana) zarar verebilecek tutum ve davranışları, yaklaşım biçimlerini, giderek, bu tür tutum ve davranışlara yol açan nedenleri de bilmeleri gerekecektir.” (Çağlar, 9) Ne yapılmalı? Şuracıkta iki anı kitabına da yer açayım istiyorum: Ormanbilimci Prof.Dr.Tahsin Tokmanoğlu’nun Yeşil Elmas (Orman Bakanlığı yayını, 1996) ile ormancı, milli parkçı Sami Yaşar Ölçer’in Ormancılıkta Bir Devrin Anıları/ 197181 (Türkiye Ormancılar Derneği yayını, 2006) adlı kitaplarından aktaracağım iki bölüm, sorunun nereden nereye geldiğini ya da gelemediğini gösteriyor. Tokmanoğlu, altmış yıl öncesine götürüyor bizi: “Köy dere kenarındaydı, birkaç ay önce sel gelmiş, birkaç evi yıkmış ve tarlalara bir hayli zarar vermişti. (…) Yıkılan evleri için, orman idaresinden kereste alamadıklarını da belirttiler. Hâkim yaşlı bir kimse idi, anlatılanları sadece dinledi. Ben içinde bulunduğumuz durumu bir fırsat olarak kabullendim ve orman ile sel arasındaki ilişkilerden bahsettim ve ‘Derenin yukarısındaki ormanı korumazsanız seller daha da artacaktır’ dedim. Hâkim kalabalığın içersinde bana bakarak şunları söyledi: ‘Orman yağmurun yularıdır, yani yağmuru çeker derler. Orman çok olursa yağmur da çok yağar. Orman az olursa, yağmur az yağar, sel de olmaz. Buradaki ormanlar tamamiyle kaldırılırsa, seller çok azalır.’” (45) Şimdi de Sami Y.Ölçer’in söylediklerine kulak verelim: “Fakültenin şehrin çok uzağında oluşu bile, belki eğitimin bir parçası. Sonraki hayatı, hep şehirlerin uzağında geçecek insanların, Beyazıt’ta şehrin tam göbeğinde yetiştirilmesi pek uygun olmazdı zaten./ Ancak sonuçta insanların pek tanımadıkları bir topluluk olup çıktık.” “Yani basında şu kadar yer yandı, ormanlar talan edildi şeklinde yer almasak artık diyorum.” (86,87) ORMANI SANATTA SEVMEK Necmettin Çepel, “ülkemizde bir numaralı çevre sorunu(nun) ormanların korunması” olduğunu söylüyor. (92,93) Evet, ormanlar bir yandan kendi içinde doğal sorunlar yaşarken öte yandan insan eliyle yakılıyor, talan ediliyor, büyük bir açgözlülük, savurganlık içinde tüketilip yok ediliyor… Ya siz, siz bu sorunun neresinde duruyorsunuz acaba? Sıradan yurttaş, yazar ya da sanatçı olarak? Bu çerçevede yukarıda andığım Cumhuriyetimizin 75.Yılında Ormancılığımız başlıklı derlememe “Edebiyatımızda ‘Orman’a Bakış” başlığıyla bir bölümce de eklemiştim. Söz konusu bölümceye Osman Şahin’in “Gölgemin Gölgesi” (Mahşer, Can, 1998) başlıklı öyküsünden genişçe bir alıntı aktarırken şu satırları yazmaktan alamamıştım kendimi: “Yirminci yüzyılın, bir ‘savaşlar yüzyılı’ olarak tüm sanat dallarını, bu arada edebiyatı derinden etkilediği görül(üyor). Bu, gerek dünyada, gerekse ülkemizde içe dönük, kapalı, hatta karamsar bir edebiyatın yayılmasına yol aç(arken); bundan üzerine düşen payı alan bireyin de doğal, toplumsal ilişki, yaşantı ve bağlarında bir zayıflama ortaya çık(ıyor). Parçalanmış ve yabancılaşmış bireyin anlatıldığı bir edebiyat, süreç içinde belirginleş(erek); yüzyılın ikinci yarısından başlayarak egemenlik kurmaya (başlıyor). “Özellikle son çeyrek yüzyıl içinde edebiyatın, artık doğanın, hayatın ve bireysel yaşantının iyice dışına çıktığı; özellikle roman ve öykü türlerinde ‘yapay kurgu’nun, yazarlar tarafından baş tacı yapıldığı gözlen(iyor). Bu çerçevede yazarlar doğa, orman, kır, yaban yaşamı, deniz vb. olgular, sanki edebiyatın konusu olamazmış gibi bir tutum için(d)e… Bu açıdan bakıldığında, artık yazarların; ‘orman’a, ‘ormancılık’ sorunlarına hemen hiç el atmadıkları görül(üyor). Bunların, ‘çevre’ olgusunun gündemden inmediği bir süreçte yaşanıyor olması, ayrıca dikkat çekici…” (385) Evet, soru ortada: Biz yazarlar ormanın neresindeyiz? ? SAYFA 23 ORMANLA TANIŞMAK Yaşamımın yirmi yılı aşkın dilimi ormanla haşır neşir, ormancıyla sıkı dostluk ilişkileri içinde geçtiği halde fırsatını yakalayıp da orman üzerine verimlenmiş kitaplardan söz açamadım bugüne dek “Kitaplar Adası”nda. CUMHURİYET KİTAP SAYI ORMANI KİTAPLARA KATMAK Ormana yönelik kıyımın bir insanlık yıkımı olduğunu kavrayabilmek için ilkönce bu varlığın değerini bilmek,bunu 911
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle