03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? ve ortama bakarak yanıtlar aramıştım. Mutlaka birileri götürüyordu, kendi kendine gidemezdi. Kurulmak istenen Yeni Dünya Düzeni’nin efendisinin, egemenlik için çeşitli ülkelere yönelik düzenlediği operasyonlar dünyaya ve insana yakışmıyordu. Ülkemizde 12 Eylül 1980’le getirilen düzenlemeler Yeni Dünya Düzeni’ne geçiş için gerçekleştirilmişti. Para en yüce değer olmuştu; marka, vitrin, moda, fal, reklam, değersizlik değer olmaya başlamıştı. İnsanlar, içeriksizleştirilen, dönemin görkemli aracı televizyonla, basınla magazinleştirilen yeni yaşama biçimine özendirilmeye başlanmıştı. Bu toplumsal tabloda roman nereye götürülebilirdi? Dil küçümseniyor, yok ediliyordu, dil küresel dilce bombalanıyor, dilin dillenmesi engelleniyordu. Anlatı, masa başı uydurmalara dönüştürülmüştü. Stendhal’in dediği "gökyüzünün mavisiyle sokağın çamurunu birlikte veren", yaşamın sıradan ilişkilerini, dili sanata dönüştürerek aktaran, insanlığın aydınlık arayışında önemli bir olay olan romanın yolculuğu sıkıntıdaydı. Dünya nereye götürülüyorsa roman da oraya götürülüyordu. Her şey gibi romanı da egemenliğine alan güç belirlediği yaşama biçimi ile roman yazma coşkusunu yok etmekten başlayarak, yayın dünyasının koşulları nedeniyle yayımlama olasılığını azaltıyordu. Tekelleşme, romanın dağıtılma, okura sunulma olanaklarını daraltıyordu, zaman tüketime aktarıldığı için romanın okunma şansı azalıyordu. Egemen sistem romanın roman dışı ölçütlerle değerlendirilmesini getiriyordu. Durum böyle olunca; yazılamayan, basılamayan, dağıtılamayan, okunamayan, değerlendirilemeyen roman nereye gidebilirdi? Dünyanın bin bir dilinden bin bir diline uçuşan evrensel kimlikli roman Don Kişot’la başlamıştı ve Don Kişot’lar istiyor şimdi demek doğal bir sonuç olmuştu benim için. Onun için "Romanımızın Don Kişot’ları neredesiniz" diye sormuştum. Sorum hâlâ yanıt bekliyor. Öner Yağcı’nın roman anlayışının şekillenmesinde neler etkili olmuştur? Roman Aşkıyla’da epeyce geniş olarak aktardım bunu. Kendi toprağına, kendi insanına, kendi değerlerine yabancı olan bir roman düşünemiyorum. Özellikle Cumhuriyet ve dil devrimiyle birlikte özgürleşen Türkçenin olanaklarıyla yaratılan roman birikimimiz yeni kuşakların romancılıklarının şekillenmesini anlamlı olarak sağlıyor. Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Bilbaşar, Fakir Baykurt gibi büyük romancılarımızın mirasının yanına Rus ve Fransız klasikleri KİTAP SAYI başta olmak üzere dünyanın görkemli romanlarını ve romancılarını katınca bir romancının roman anlayışı ortaya çıkıyor. Tabii dünyada ve ülkemizde yaşanan gerçekliğin romanla örtüşmesini de eklemeliyiz bu mirasa. Romanımızla ilgili tespitlerinizden birisi de; bireyci romanın, toplumcu romana karşı güçlenmesi... Bu durumu yazar, okur ve yayıncı açısından nasıl değerlendirebiliriz? Bu toplumsal gerçeğimizin bir sonucu. Yaşamda bireycileşmenin egemenliği söz konusu olduğuna göre romanda da böyle olması doğaldır. Romanın her alanındaki insanların da bundan etkilenmesi kaçınılmazdır. Bu durumu yine yazılarınızda sözünü ettiğiniz "Kaçış Edebiyatı"yla ilişkilendirebilir miyiz? Herkesin toplumsallıktan uzaklaşmasını öneren ve bunu gerçekleştirme yolunda yapılanan düzen elbette roman alanında da bir kaçış gerektirecekti. Edebiyatta yaşanan kaçışın, bu operasyonların sonuçlarının yalnızca bir tanesi olduğunu düşünüyorum. Sistemin istediği magazinel ve mistiksel romancılığa boyun eğmek de sonuçlardan biri bence. AYDIN BOŞLUĞU... Yarışmalarda verilen büyük para ödüllerinin sanatçıları istemedikleri konularda yapıtlar vermeye ittiğini belirtiyor, bu durumu da "otosansür" olarak açıklıyorsunuz. Bu durumu aşmanın yolları neler olabilir? Her türlü sansürle başa çıkmayı başaran yazarın ne yazık ki otosansür belasına karşı elinden hiçbir şey gelmez. Yazarlık bilincini ve onurunu korumaktan başka sonuç alıcı bir yol yok. Şükran Kurdakul, var olan koşullara karşı bir aydının kendini nasıl koruyacağı örneğini vermiştir" demiştiniz. "Aydın"ımıza neler oluyor? “İşbirlikçi” ve “aydın” kavramlarının yaşamda çok önemli yerleri olduğunu düşünüyorum. İşbirlikçiler olmasaydı Zencilerin yakalanarak gemilere doldurulması, köleleştirilmesi gerçekleşebilir miydi örneğin? Ya da iz süren Apaçi işbirlikçiler olmasaydı Kızılderililer katledilebilirler miydi Amerika’da. Daha sıcak, işbirlikçiler el vermeseydi Irak böylesine perişan edilebilir miydi? Ya aydınlar? Toplumlarını geleceğe taşımanın sorumluları değiller midir? Ülkemizde yıllardır korkunç bir aydın kırımı yaşanıyor. Sürgünlerle, yargılamalarla, hapisliklerle, işkencelerle, suikastlarla, bombalamalarla, cinayetlerle aydın birikimimiz yok edilmeye çalışıldı hep. Ama aydınlarımız direnmeyi bildiler. Şimdilerde, insanların toplumsallıktan uzaklaştırılmasını sağlayan küreselleşme koşullarında aydınların da aynı rotaya çekilmeleri, ne yazık ki bir aydın boşluğu yarattı. Yaşadığımız budur. Niçin Roman Aşkıyla dediniz? İnsanı ve yaşamı her şeye rağmen savunduğumuz gibi aşkı ve romanı da savunmalıyız düşünüşüyle koydum kitabın adını. Aşkla yaşamalıyız her şeyi çünkü. Aşkla sarılmalıyız değer verdiğimiz her şeye. Yayımlanmayı bekleyen Şiir Aşkıyla, Edebiyat Aşkıyla, Aydınlık Aşkıyla adlı kitaplarımın adını da bunun için böyle koydum. ? Roman Aşkıyla/ Öner Yağcı/ İleri Yayınları, 2006/ 360 s. 892 SAYFA 9 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle