24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Bugüne kadar ki en geniş kaynak taramasıyla yazılmış olan “Cem Sultan” için adeta bir ömür harcanmış. Ancak kitabın, siyasal tarih bölümünde önemli perspektif sorunları var. Oysa Türkİslamcı kurgunun en zayıf kaldığı örneklerden biridir Cem’in siyasal hayatı. Erdoğan AYDIN Kritik Ş ehzade Cem, pek çok padişahtan çok çalışmaya konu olmuş bir tarihsel şahsiyet. Onun bu denli önem kazanmasının bir dizi nedeni sayılabilir. Romanesk hayatıyla Cem, Fatih yaşarken tahtın varisi olduğu halde, babasının karanlık ölümünü de içeren bir saray darbesiyle iktidarsızlaştırılacaktır. Dezavantajlı koşullarda başlattığı iktidar mücadelesini Anadolu’da yitirince Rumeli’ye geçmek için Rodoslularla anlaşacak, ancak ağabeyi Beyazıt’ın rüşvetleri sonucu Rodos’ta tutsak konumuna düşecektir. Giderek Osmanlılarla Avrupalılar arasındaki ilişkide düğüm halkası küresel bir nesne haline gelecektir. Cem Sultan’a ilişkin çıkan en son çalışma, Münevver Okur Meriç’in, “Cem Sultan” adlı kitabı (Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayını). Meriç, bu eserinde, Avrupalıların Zizim diye adlandırdıkları Cem Sultan’ın 1459’daki doğumundan, 1495 yılındaki ölümüne kadarki trajik hayatını, bugüne kadar ki en geniş kaynak taramasıyla aktarmış. Adeta bir ömür harcanmış, yoğun bir emekle oluşturulmuş olan kitabın asıl önemli yanı, Cem Sultan’ın, edebiyat tarihi açısından ilk kez incelenip aydınlatılmasıdır. Bu kapsamda Şehzade’nin şiir külliyatı üzerine ilk kez bu kapsamda bir inceleme ile karşı karşıyayız. Bu anlamda Meriç’in çalışması, benzerleri içinde özel bir değer taşıyor. Ancak kitabın, siyasal tarih olan ilk yarısında önemli perspektif sorunları var. Daha önsözlerden başlayarak, Cem’in, “din, vatan, millet şuurunu” ispatlama kaygılarıyla belirlenen bu tarih yazımı, Türklerle Hıristiyanlar arasındaki kavga eksenindeki resmi tarihçiliğin etkisince belirlenmiş. Oysa bu resmi kurgunun en zayıf kaldığı örneklerden biridir Cem’in siyasal hayatı. Meriç’in kitabında da net olarak gördüğümüz gibi, Cem’e karşı yapılan hak ihlallerinin tüm faili Osmanlıdır. Buna karşın Cem’in Avrupa hayatı, Osmanlı iktidarını ele geçirme özlemi dışında özel korumalar, ziyafetler, arkadaşlıklarla geçmiştir. Bu noktada yazarla diyaloğumun bendeki izlenimin aksine Türkİslamcı tarih tezinin kitaba sindiğini belirtmeliyim. Kitabı destekleyen Vakıflar Genel Müdürü’nün, yazdığı önsözde kitabı, “en hassas olduğu dinine yönelik asılsız suçlamalara” karşı sunduğu destekle sahiplenip bu zihniyetle, “Cem’i tarafsız bir gözle inceleyen” eser olarak sunması, yazar ve bu alandaki büyük emeği adına talihsiz bir durum oluşturmuş ‘SAF’ CEM ‘HAİN’ KASIM Kitapta, Fatih’in Cem’den yana takındığı belirgin tutuma karşın, (gerçekte Fatih’e karşı olan) Saray’ın egemen hizibinin Beyazıt’ı nasıl bir komployla iktidara taşıyıp Cem’i iktidarsızlaştırdığının da bir anlatısı yapılıyor (bir diğer anlatı için bkz. Fatih ve Fetih, Cumhuriyet Kitapları). Bu komplo sonrasında iki kardeşin Anadolu’daki savaşını Cem kaybeder. Cem, bütün prestijine karşı Anadolu’da tutunamayınca Rumeli’ye geçmeye karar verir. Bu noktada resmi tarihçiliğimize egemen yaklaşımı Meriç’in kitabında da görürüz: Beyazıt’a karşı Cem’den yana bir tutum sergilenirken, onun “çok saf” olması nedeniyle Karamanoğlu Kasım Bey tarafından kendi emelleri için kullanıldığından sözedilir. “Karamanoğlu Kasım Bey, Sultan İki arada Cem Sultan Cem’i Rumeli’ye geçmeye teşvik ve tahrik ediyor, (...) mücadelesine devam etmesini ısrarla tavsiye edip iknaya çalışıyordu ... Onu Rumeli’ye geçmeye, orada kardeşiyle çarpışmaya teşvik eden, Karamanoğlu’nun esas gayesi ise sülalesinden miras aldığı Osmanlı’yı yok etme Kızıl Elmasıydı. Sultan Cem, dürüst yapıda bir kişiliğe sahipti. Yaratılışı itibarıyla kurnazlık bilmediğinden Kasım Bey’in gayretinin altındaki hilesini sezinleyemedi, oyuna getirildiğinin farkına varamadı.” (112) Pek çok kez yinelenen bu yaklaşımın tarihe öznel ve Osmanlıcı bir müdahale olduğu açık. Beyazıt’a karşı Cem’i savunurken onun Türklüğünü, Beyazıt’ın ise devşirmeliğine yollama yapan mantık, söz konusu Osmanlı ve diğerleri olunca bu kez dönüp diğerlerine karşı “Osmanlı’nın Türklüğü ve meşruluğu” eksenli bir savunma politikası izliyor. Oysa daha evrensel ve tarafsız bir meşruiyet arandığında, Karamanoğulları’nın yok edilmiş, bu anlamda haksızlığa uğramış olduklarından hareketle Osmanlı’ya karşı tepkilerini anlamaya çalışan bir dil kullanmak gerek. İkincisi Türklük açısından da Karamanoğulları’nın Osmanlı ile kıyaslanmayacak kadar Türk oldukları açık. Üçüncüsü, “saf” Cem “hain” Kasım kurgusu, gerekçelendirilebilmekten uzak bir resmi tarih yargısıdır. Bu anlamda Onun Kasım Bey ile yoldaşlığını “hain emellere kanmak” temelinde değil, saltanat için Kasım’a duyduğu gereksinim ekseninde yorumlamak daha nesneldir. Kitapta yinelenen, “Karamanoğlu Kasım Bey’in oyunu” lafı, ciddi bir öznellik yansıması olmak yanında Türkmen halk ve beyliklerin düşmanı Osmanlı’dan yana tarafgirliğin yansımasıdır. Cem olayı, Osmanlı topraklarındaki isyan dinamiklerinin gücünü ve bunları esas olarak baskıyla engellediğini gösteriyor. Balkanlara geçerken orada da destek bulmakta zorlanmayacağını bilmektedir; ki Beyazıt’ın telaşı ve Rodos’a yılda 50 bin altın rüşvetle bunu engellemesi de bundandır. Taht kavgalarına bakışta es geçilen temel sorun, Osmanlı’nın bu noktada çözüm zemini olacak bir hukuktan yoksun olmasıdır. Cem’e haklı sempatimize karşın belirlenmeli ki, bu kavgada halkçı bir programı değil, taht talebiyle belirlenmektedir. Dolayısıyla olan, bu kavgada ölen halk çocuklarına olmuştur. Bu noktada “asi şehzade” yargısına gösterilen tepki de abartılmış. Oysa soğukkanlı bir yaklaşım, öncelikle bu gerçeğin kabulünü gerektirirdi. Kaldı ki asilik kendi başına kötü bir niteleme değildir; aksine haksızlık ve baskı koşullarında meşrudur. Özetle duygusal veya nesnel nedenlerle Cem’den yana tavır alabiliriz, ama bu Cem’in nesnel olarak “asi şehzade” olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu noktada çözüm önerisi de, toprakların paylaşımı şeklindeki “ülüş sistemi” değil, kardeş katlini engelleyen bir hukuk sistemi olmalıdır. na dair anlaşma (20 Ağustos 1482) imzalamıştır. Tabii Beyazıt da, Cem’in Rodos’ta olduğunu öğrenmesi üzerine, hiçbir tavizden kaçınmadan d’Abusson ile anlaşacaktır. Burada bir kez daha Türkİslam Sentezci kaynaklara fazla itibar eden Meriç, anlaşma imzaladı diye d’Abusson’u “ikiyüzlü”, “ahlak dışı”, “insanlık ayıbı” gibi nitelemelerle yargılayacaktır. Kardeşini öldürtmek, bunu başaramayınca da etkisiz kılmak için rüşvet dağıtmaktan kaçınmayan bir Beyazıt ve Osmanlı siyaset geleneği sorgulanacağına, durumdan kendi çıkarları için faydalanan Rodos ve Hıristiyan egemenleri suçlamanın, nesnel tarih yazımı açısından sorunlu olduğu açık. Unutulmamalı ki Cem’in esir hayatı yaşamasını sağlayan da bizzat Beyazıt’tır. Özetle Cem’in Rodos’a geçmesine neden olan Beyazıt baskısı ve Osmanlının veraset sorununa ilişkin bir hukuk oturtamamış olması, Rodos’un kendi bağımsızlığı için paha biçilmez bir olanak yaratmıştır. Nitekim Rodos, Cem’i kullanarak Osmanlı tehdidinden kurtulmuş ve Osmanlı’nın Batı’ya yayılma politikasını da önemli oranda durdurmuştur. Dirisinin ölüsünden çok daha işlevsel olduğunun bilinciyle Cem’i Beyazıt’a vermediği gibi sağlığını ve yaşam koşullarını da koruyan bir politika izlemiştir. Oysa Osmanlı’ya teslim edilmesi halinde Cem hemen boğdurulacaktı. TRAJİK SON Cem’in bundan sonraki hayatı gerçekten de bir esaret hayatı olacaktı. Ne ki yazarın iddiasının aksine “insanlık dışı işkencelerle” (146) değil, elden kaçırmamaya ve yaşatmaya yönelik ciddi bir koruma altında olacaktır. Veba yaklaştığında uzaklaştırılacağı Niş kentindeki hayatı için, Ahmet Refik, “Genç Şehzade İstanbul’da görmediği bir serbesti içinde eğleniyordu” diye yazacaktır. Adeta bir gezgin edasında, “Acaip şehr imiş bu şehri Nitse / Ki kalur yanına her kişi ne etse” gibi dizeler yazmakta, Nis’i “methetmektedir” (Aşık Çelebi). Kadınların örtünmemesi, rahatlığı, sevindiklerinde erkeklerle kucaklaşmaları, Cem ve beraberindekilerce hayretle izlenmektedir. Bu arada gittiği yerlerde “Konstantinopolis’i fetheden Türk beyinin oğlu” olarak merakla izleniyor, hediyelerle karşılanıyordu. Avrupalı devletlerin, onun üzerinden Osmanlı’ya avantaj elde etmeyi amaçlayan pazarlıkları ise bu süreç boyunca hiç eksilmeyecek ve nihayet 1488’de Cem’in Papa’ya verilmesi konusunda mutabakat sağlanacaktı. Papa onu bir kral gibi karşılayacaktır. Bu süreçte değişmeyen bir özellik de Beyazıt’ın onu öldürme girişimlerinin hızını kesmeden sürmesidir. Beyazıt’ın Papa’ya en son önerisi, 300 bin duka karşılığında Cem’in öldürülmesidir. Bu teklifi ileten mektupta, “Benim huzurum için gayet uygun ve arzu edilir bir çözüm” ifadesi kullanılacaktır. Papa Borgia bu öneriye önceden itibar etmeyecek, ama yazarın da işaret ettiği gibi, Cem’i VIII. Charles’a teslim etmek zorunda kaldığında onu zehirletmiş olduğu olasıdır. Cem Roma’dan sağlıklı ayrılacak, ama 18 gün içinde yolculuğa devamı güçleşecek, yüzü gözü şişecektir. Chares, onu iyileştirmek için elinden gelen her şeyi yapmasına rağmen netice alamaz. 16 Şubat 1495’te vardığı San Germono kentinde Cem’in durumu iyice kötüleşti. Özel ilgiyle Capoua şehrine getirildi. Bütün çabalara karşın 2425 Şubat gecesi, 36 yaşındayken öldü. Cesedin Beyazıt’a teslimi ise ancak 1499’da gerçekleşecekti. Dirisi gibi ölüsü de Avrupa devletleri yanında onların Osmanlı ile ilişkileri arasında ciddi bir koz olacaktı. Bitirirken yinelemeliyim ki, Cem’e dair bugüne kadarkilerden daha kapsamlı bir çalışma ve çok ciddi bir emekle ile karşı karşıyayız. Türkİslam Sentezci öznelliklere düşülmeden yazılabilseydi paha biçilmez bir kitap olacaktı. ? KİTAP SAYI 892 ŞÖVALYELERİN YANINDA KORKMUYORUM Cem’in Rodos’a gitmek üzere hareketi sonrasına dair; “içine pişmanlık düştü, (...) derinden bir pişmanlık ve henüz cevabını veremediği bir sorumluluk duygusu ...” (s.120) gibi, tanıklığa dayanmayan Osmanlıcı yorumlara yer verilmesi de tarih yazımı açısından sorunlu bir yaklaşım. Oysa bir sayfa öncesinde, kendisi adına Rodoslularla anlaşma imzalayan adamı Frenk Süleyman’ın, “Bu kâfirlerin uzağından hayır görmem” diye belirttiği rezervine, “Kâfirler sözlerinde namuslu olurlar” diye itirazını aktarıyor. Yine iki sayfa sonra, Rodos gemisinde önüne konan yemeklerin tadılmasına itirazla, “seçkin ve dürüst şövalyelerin yanında zehirlenmekten korkmuyorum. Eğer böyle bir zehirlenmekten korksaydım, selametimi ellerine teslim etmezdim” dediğini aktaracaktır. Kuşkusuz Rodos Şövalyeleri durumu Osmanlı devleti aleyhine kullanmayı amaçlamaktadırlar. Burada Şövalyelerin başı d’Abusson’un Papa IV. Sixte’ye yolladığı mektupta da belirtildiği gibi, Cem’in desteklenmesi, “Yunanistan ve adaların geri alınması amacına yöneliktir”. Anadolu’da “kendisinden zapt edilen eyaletleri geri almak arzu eden Karaman Beyi” de bu ittifakın Anadolu’daki parçasıdır. Daha ilginci, Papa’ya yazılan bu mektupta, “Otronto Fatihi Gedik Ahmet Paşa’nın da Beyazıt’a karşı fırsat kolladığını” ve “Sultan Cem’e bu yolda bir mektup yazdığı” belirtilmektedir; ki Gedik Ahmet Paşa, bir müddet sonra Cem’i gözettiği gerekçesiyle Beyazıt tarafından saray celladına, sonra da Cem’in iki yaşındaki oğlu Oğuz, İstanbul Muhafızı İskender Paşa’ya boğdurtulacaktır. Yine d’Abusson, Dalmatio de Meia’ya yazdığı mektubunda, “Prens Cem Rodos’a tamamıyla serbest iradesiyle gelmiştir. Tamamıyla emniyet altında olduğuna dair bizden söz almıştır. Babasının mirasını talep etmek için fırsat gözlemek üzere iltica etmiştir. Muvaffak olduğu taktirde, Hıristiyanlara ait ne varsa iadeyi, onlara karşı savaşmamayı taahhüt etmektedir” diyerek söz konusu gelişmenin arka planını aktarmaktadır. (129) Gerçekten de d’Abusson, Cem ile iktidara gelmesi halinde “Hıristiyanlara ait her şeyi geri vereceği, şövalyelerle daima sulh içinde yaşayacağı” ve iki devlet topraklarında karşılıklı serbest ticaret yapılacağı SAYFA 26 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle