04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? da çırılçıplak dans ederek doğurganlığını kutsadığı, ya da Ursula ile sevgilisinin gece dolunayda çırılçıplak göle doğru koştukları bölümler görsel çarpıcılıkları ve şiirsel anlatımı ile etkileyici bölümler arasında yer alıyor. Skrebensky tutkulu bir cinsellik yaşadığı –zaman zaman yıkıcı, öldürücü olsa da Ursula ile ilişkisini evlilikle sürdürmek istiyor. Oysa genç kadın, hayatın sonsuz olanaklarının , Skrebensky gibi olmayan diğer erkeklerin de varlığının ayrımındadır. “Neden Skrebensky ile son bulayım? Neden birbiri ardından hoşuma giden bütün tipleri denemeyeyim?” diye sormaktan çekinmez. Ursula, döneminin kadınlarının aksine evliliği küçümser ve reddederken, erkek perişan olur. Öykü ayrılıkla son bulur. Ursula, daha sonra ayrılık kararını sorgularken, bir an annesini “ yeni bir ışık” altında görür: “Annesi basit ve köklü bir gerçekti. Kendisine verilen hayatı kabul etmişti. Küstahça bir gururla kendisine uyacağını sandığı bir hayat yaratmaya çalışmamıştı.” Bu bilinçle Skrebensky ile ilgili kararını da yeniden sorgular: “Seni sevmek ve senin sevgini kabul etmek verilmişti bana. Tanrının bu vergisini diz çöküp şükranla kabul edeceğime , ayı da bana vermesini istedim. Ve bunu elde edemediğim için de her şeyi geri vermek istedim.” Sonra bu teslim oluştan vazgeçer. Ursula’nın vardığı son noktayı “Onunla geçirdiği o ateşli haftalar içinde Ursula’nın kendisi yaratmıştı onu. O süre için yaratmıştı. Sonunda kırılıp kalmıştı Skrebensky. (…)Geçmişe ait bir şeydi o. Bilinen bir şeydi. Geçmişe duyulan ilgi gibi bir ilgi duyuyordu ona. Ama yüzünü ileri çevirip bakınca Skrebensky kayboluyordu. İleriye bakınca önünde keşfedilmemiş yerlere bakınca görebildiği taptaze bir ışık ve yerden duman gibi yükselen ağaçlardı” sözleriyle anlatıyor yazar. Romanın son kuşak kahramanlarının öyküsü mutlu sona ulaşamasa da, yazar kitabın sonunda “umut”u esirgemiyor okurdan:“Gökkuşağında dünyanın yeni mimarisini görüyordu, evlerden, fabrikalardan oluşan eski pislik yığını süpürülüp atılarak, yerine gökyüzünde oluşan bir kemere layık, gerçeğin canlı dokusundan yapılma bir dünya geçecekti.” tapınması” içinde olduğunu” söyler. Ancak Millett bile, Gökkuşağı’nın hakkını teslim eder: “Gökkuşağı, Lawrence’ın önemli romanlarından ilkidir. Romanlarının en güzeli ve şiirsel olmasının yanı sıra, başkalarına benzemez bir yanı da vardır.(..) Daha sonraki yapıtlarında görülen fallus üretkenliği değil, rahmin üreticiliğini temel almıştır. (...)Rahmin gücüne inancı öylesine büyüktür ki, nasıl olup da sonradan bunun tam tersine dönüştüğünü ve erkeğin gücünün yaşamın temeli olduğu görüşüne ulaştığını anlamak zordur.” . ÇAĞDAŞ KADIN KARAKTERİ Özellikle denemelerinde “kadın düşmanı” görünen Lawrence’ın Gökkuşağı’ndaki kadın kahramanların güçlü, başı dik, erkeğe meydan okuyan, küçümseyen, hatta zaman zaman erkekleri ezen karakterler olduğunu da atlamamak gerekiyor. “Gökkuşağı”ndaki Lydia, Anna, Ursula da son derece güçlü kadınlar. Lydia ve Anna geleneksel, anaç kadın karakterler olmalarına karşın, hiç de erkeklerin ezdiği, ezebildiği kadınlar değiller. Ursula ise çağdaş kadın karakteri olarak, yazarın kendi görüşlerini yansıttığı güçlü bir kadın kahraman. Erkek kahramanlar ise daha ezik, yaşamlarıyla, politik ve dinsel görüşleriyle daha eleştiriye açık. Yazar Gökkuşağı kitabının sonunda da Ursula’yı önce “tavuksu kadınlar” gibi bir pişmanlık ve teslimiyet içine sokuyor. Ancak daha sonra, kahramanını bu ruh halinden çıkarıyor. Ursula, özgür, gerçekten ne istediğini bilen, ya da en azından ne “istemediğini” bilen çağdaş bir kadın gibi yorumluyor geldiği noktayı: “Tek başına Yeni Dünya ile Eski’sini yıkayan karanlık boşluğunu geçtikten sonra, Bilinmeyen keşfedilmemiş ülkenin kıyılarına varmıştı.” Kitapta, Ursula’nın Skrenbensky’i eleştirdiği bölümlerde de kadın özgür bir bireydir, Hindistan’a gitmek isteyen erkek ise “ölü”dür. Ursula, erkeğe “Hintlilerin bizden basit olduklarını ve onlara efendilik etmenin hoş bir şey olacağını düşünüyorsun. (…)Orasını da burası kadar ölü hale getirmekten başka bir amacınız var mı sanki? Ben sana da , senin bütün eski ve ölü şeylerine de karşıyım” demekten kaçınmaz. Mina Urgan , D.H.Lawrence incelemesinde “kadın düşmanı” demenin yazara haksızlık olacağını, “ancak kadınlar konusunda gerici diye niteleyebileceğimiz bazı görüşleri olduğunu” söylüyor. Lawrence’ın kadınların erkeklere boyun eğmesini istemesine tepki gösterirken , bunun arka planını sorguluyor: “Doğru dürüst insan ilişkilerinde, bir kadının bir erkeğe ya da bir erkeğin bir kadına boyun eğmesi hiç gerekmez elbette. Ama Lawrence’ın böyle bir yanılgıya düşmesinin nedenini unutmamalıyız. Kendi annesinin, çocukluğunda ilk gençliğinde ve ölümünden sonra bile oğluna egemen olmasına bir tepkidir bu yanılgı. Bunun dışında, kadınları aşağılayan bir tek sözcük bile bulamayız Lawrence’ın yazdıklarında. Romanlarında da, uzun ve kısa öykülerinde de, erkekler değil, kadınlar ön plandadır genellikle. Erkek kişilerin açısından çok, kadın kişilerin açısından görürüz Lawrence’ın dünyasını.” Lawrence, denemelerinde de “gökkuşağı” simgesini sık kullanır. Romanla ilgili bir denemesinde erkekle kadın arasındaki bağı statükoya sokmak için sınırlandırmaya çalışmanın boşunalığını anlatırken aynı simgeyi kullanır: “Yapamazsınız. Gökkuşağı ya da yağmuru sınırlandırmaya benzer bu”. Aynı yazının sonunda “romanın, yaşayan bağlarımızın değişken gökkuşağını gözümüzün önüne sermek için eksiksiz bir araç” olduğunu söyler. Lawrence’ın başyapıtlarından biri olarak değerlendirilen Gökkuşağı , yazılışından 91 yıl sonra hâlâ taze, hâlâ canlı, hâlâ inandırıcı, sağlam bir roman. ? Gökkuşağı/ D.H.Lawrence/ Oğlak Klasikleri/ 474 sayfa. 847 SAYFA 21 ‘KADIN DÜŞMANI’MI, ‘DOSTU’MU Feminist eleştiri, D.H.Lawrence’ı gelmiş geçmiş en eril yazarlardan sayar. Denemelerinde bu eleştiriyi haklı çıkartacak birçok kanıt bulmak olasıdır. Yazar, “Horozsu Kadınlar, Tavuksu Erkekler” başlıklı denemesinde “günümüzün gerçek kadının horozlanan kadın” olduğunu vurgularken, “İşte horozsu kadınların acıklı yanı, çoğunlukla bir yumurta yumurtlayacakları yerde, bir bakarlar ki bir oy, bir mürekkep şişesi ya da büsbütün ilgisiz bir nesne yumurtlamışlardır, kendileri için hiçbir anlam taşımayan bir nesne” sözleri kızılmayacak gibi değildir. Kadınlara sevgi için erkeklere “itaat” öğütler. “Bir Örnek Verin Kadına” başlıklı denemesindeki “Kadınların gerçek güçlüğü, kendilerini erkeklerin kadın kuramlarına uyarlama çabasını, öteden beri hep yapageldikleri üzere sürdürme zorunluluklarıdır. Bir kadın bütünüyle kendiyse, hoşlandığı erkek türünün kendinden beklediğini olma çabasındadır. Bir kadın dengesizse, ne olacağını, hangi örneğe uyacağını, hangi erkeğin kadın anlayışına göre yaşayacağını bilemediğindendir. (…) Yaşamın gerçeği, kadınların erkeğin koyduğu örneğe göre davranmak zorunda olmalarıdır” sözleri hangi çağdaş kadını çileden çıkarmaz. Kate Millett Cinsel Politika’da Lawrence’ın “cinsel politikacıların en ustası, en hünerlisi olduğunu” söyler ve ekler: “Üstelik içlerinde en yumuşak olanı, en gönül alanı da odur, çünkü mesajını erkeği yanına alarak değil, kadının bilincinden süzdürerek vermektedir.” Millett, Lady Chattarley’in Sevgilisi’ni yerden yere vurur. Bu kitapta, kadının pasif bir “fallus CUMHURİYET KİTAP SAYI
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle