04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Enis BATUR Pervasız Pertavsız Sınırlara doğru itilen türler YAĞMUR TAŞI HAKKINDA S eyhan Erözçelik’in Yağmur Taşı başlıklı yeni şiir kitabıyla, yayımlandığı günlerde (Ekim 2004) bir öntanışma gerçekleştirmiş, kenara ayırmıştım. Bu kez dikkatli bir okumaya yöneldim, Hikmet Tanyu’nun Türklerde Taşla İlgili İnançlar (1968) başlıklı araştırması eşliğinde. Erözçelik, bir dizi derkenar notu düşmüş soldaki sayfalara, ama bir kaynakça vermemiş: Tanyu’nun kitabından yararlandı mı, yararlanmadıysa hangi kaynaklara başvurdu, yararlanmadıysa bunda bir gariplik yok mu (yalnız Yağmur Taşı’na 50 sayfayı aşkın bir bölüm ayırmış Tanyu), bu sorular okumam sırasında zihnimden uzaklaşmadı. Bu soruları ahlaksal bir zeminden hareketle sormadığımı belirtmeliyim. Daha çok "teknik" bir düzlemden yola çıkıyorum burada. İzleksel yanı ağır basan bir kitap kurmuş şair: Yağmurtaşı ağırlıklı, ama "taş" imgesinin başka boyutlarına da uzanan bir çalışma göze çarpıyor kitabında iki fiili, ondandır, vurguluyorum: Taş’a ve yağmur taşına apaçık göndermelerle ilerliyor toplam. Böyle durumlarda, kaynaklarla ilintili sorular kaçınılmaz biçimde öne çıkar. Ama yineliyorum: Aşırı bir beslenme söz konusu değil Yağmur Taşı’nda; tam tersine, yaşamöyküsel kesitin öne çıktığı, kişisel mitologyanın kendini duyurduğu şiirlerle karşı karşıyayız. Gelgelelim, kültürel damarı seçen de bir başkası değil, şiirinin yatağı olarak: Sorular en çok bundan. Yağmur Taşı’nın, bizim şiir tarihimizde az rastlanan bir özelliği olduğunu düşünüyorum: Parçaların yükü, yoğunluğu "bütün" ile orantılı görünmüyor. Bir ikisi dışında, kitaptaki tek tek şiirlerin çelimsiz, buna karşılık, bir araya, peşpeşe gelişlerinden doğan bütünlüğün güçlü olduğunu söylemeye çalışıyorum. "Değişik" bir kitap Yağmur Taşı; dilimizde, epeydir bu soydan bir kitapla, bir şiir kitabıyla karşılaşmadığımızı eklemek isterim. Taş, yağmur taşı, fal taşı, taş yapıştırma ya da terleyen taş. Tanyu’nun kitabı konunun sapına kadar poetik bir gizilgüç barındırdığını kanıtlayan örneklerle dolu. Yoğun kültürel, geçmişe sahip, imge ve simge alanı evrensel genişlik barındıran ‘konu’larda, şiire dışarıdan devşirilen malzeme, Cemal Süreya’nın deyişiyle bir ‘fırsat rantı’ yaratmıyor mu? Bilge Karasu’nun, Ece Ayhan’la ilgili biraz acımasız saptaması, "zaten ilginç olan"a yaslanma sorunu da işin bir başka yanı. Bu şüpheler okurken yanımızdadır; ama, bana öyle geliyor ki peşin kararlara yaslanmamalı, kural koyucu davranmamalıyız. Her örnek kendi bacağından asılmalı. Yağmur Taşı, beni ister istemez "Doku"ya (Perişey) götürdü önce, sonra da başka taş şiirlerine: Mallarmé’nin Poe şiirine, Pouillon’un şiirsel Yabanıl Taşlar’ına, Paz’ın Güneş Taşı’na, asıl Bonnefoy’ya, onun ‘yazılı taş’larına. Sormalıydım Bonnefoy’ya: Yazılıkaya’yı duymuş muydu? Biri çıkıp ‘Taş Şiirleri Antologyası’ hazırlamalı. Oysa, durmadan anlamsız Türk şiiri antologyaları yapılıyor. Mehmet H. Doğan’ın "Hece Taşları" antologyası onların yanında daha ışıltılı, doğurgan, sıcak bir iş değil mi? beri büyük bir direniş gördük; bir tasarının önü tıkandığında, bir sonrakini devreye sokmayı başardı. Kaktüsler böyledir. Yemek ve Kültür, adı üstünde dergilerden. Ben de dalıp çıkmıştım aynı serüvene: 198788, A la Carte, yanılmıyorsam dokuz sayı çıkarabilmiştik; o derginin imzasız editör yazıları bana aittir. Kütüphanemde tek sayısı bile yok A la Carte’ın, yanlış anımsamıyorsam, altbaşlığı ‘yemek kültürü dergisi’ydi.Yemek ve Kültür’le tanışma seansında onu düşündüm: Mutfakla ilgili dergilerin hepsinde bir "yumuşaklık" egemen oluyor. Yemek tarifleri, lokanta yazıları, anekdotlar, sanat ve edebiyat alanından akanlar, hemen her ayrıntıda kendisini gösteriyor bu özellik. Şimdi bakınca çatılıyor kaşlarım: Doğru görünmüyor bana söz konusu yumuşaklık, çünkü yemek kültürü, her coğrafyada, uygarlıkta, aynı zamanda şiddet demektir. Televizyon kanalı Gourmet’de izliyoruz sözgelimi: Çinli aşçı kümese dalıyor, kaçışan tavuklardan birini yakalayıp boynunu o anda kırıyor; Fransız aşçı, güvercin kanını sos olarak kullanmak üzere ağır ağır akıtıyor; İtalyan, canlı ıstakozu kaynar suya daldırıyor. En seçkin lezzetlere en vandal yaklaşımlar eşlik ediyor bütün mutfaklarda. Yedinci sanat, bu şiddeti bir ölçüde tanımamızı sağMarco Ferreri lamıştır. Adını, yönetmenini unuttum, ünlü bir ‘aşçı cinayetleri’ filmi vardı, özgün yemekleriyle tanınmış meslektaşlarını tek tek ortadan kaldırıyordu bir aşçı. Güçlü bir film de, Marco Ferreri’nin Büyük Tıkınma’sıydı bu bağlamda: Hazzın arkasında bekleyen şiddete sokuluyordu o kült film. Ama asıl başyapıt Greenaway’den geldiydi: Aşçı, Karısı, Âşığı ve Hırsız bağışlamasız bir bakış getiriyordu mutfak dünyasına: Tutkunun kişiyi kanla dışkı arası bölüşünün öyküsü. Yemek ve Kültür’ün ilk sayısıyla aynı anda, Tahsin Yücel’in Mutfak Çıkmazı’nın üçüncü basımı yapıldı. 1963’te Varlık Yayınları’ndan çıkmıştı Yücel’in ilk romanı, ikinci basımını yıllar sonra Remzi’de ben gerçekleştirdiydim. Göründüğü kadar masum bir öykü değildir bu: Uyuşmazlığın sapkıya dönüşüm sürecinde özel bir uzam kimliğine bürünür mutfak. Yemek tutkusu büyüdüğünde, bütün tutku türlerinde olduğu gibi, kişiyi Toplum’dan ve Dünya’dan koparabilir. Burada da bir şiddet biçimiyle karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz mesafe zorlanmıştır. Yemek, şüphesiz bir estetik alanı. Her estetik gibi içinde sonsuz bir yılgı gizilgücü de barındırıyor. lümü sıradan olduklarını pekâlâ bildikleri romanları basmayı yeğliyorlar, çünkü sıradan bir roman iyi bir şiir, öykü, deneme kitabından genellikle daha fazla okur buluyor. Zengin Avrupa ülkelerinde üstelik ciddi destek de alıyor yayıncılar; destek çekilse iyiden iyiye zorlanacak şair, öykü yazarı, denemeci. Okur kitlesinin sıradan roman merakını, sanırım televizyon film ve dizilerinin ortalama düzeyi biçimlendirdi. Bir hikâyeye kapılıp gitmek istiyorlar, fazla zorlanmadan. Bundandır, her yıl yayımlanan birkaç güçlü roman da yalnızca nitelikli okuru ilgilendiriyor ötekiler ne yapsınlar Roubaud’nun romanlarını? Gene de, itiraf etmeli: En azından Avrupa’da, kitapları enikonu iyi okur bulan iyi romancılar yok değil: Nooteboom’dan Sebald’e, Calasso’dan Quignard’a. Şiirde, denemede dolaşım sınırlı. Ünlü ustalar, yaşlılıklarında kısıtlı okur çemberini kırıyorlar da, oraya gelesiye sorunlar ortak. Anlamakta güçlük çektiğim, öykünün durumu. Neden, çeyrek yüzyıl öncesine göre bu denli itelendi, roman önünde? Bizim edebiyatımızda da: Çok sıkı bir öykü yazarı olan Tahsin Yücel’e sormalı: Neden son yıllarda romana yapıyor bütün Milan Kundera İTİLİP KAKILAN EDEBİYAT Alberto Manguel, yönettiği dizi için benden Kravat’ı istemedi aslında, bir "roman" istedi. Bu durum üzüyor beni: Dünya ölçeğinde öteleniyor, itilip kakılıyor öteki türler. Şiir’in, öykü’nün, deneme’nin önü tam anlamıyla kesilmedi belki, ama geniş çapta yolları daraltıldı. Alberto iyi örnek işte: Bir iki anlatı kitabı var, daha çok bir deneme yazarı, kurduğu dizide öyküye yer vermekte bile zorlanıyor Eduardo Berti’den duymuştum. Tecim bu kadar öne çıkmamalıydı. Yayınevlerinin önemlice bir bö yatırımını?Bir vakitler, öyküden romana geçişi bir aşama olarak görenlere gülerdik, demek gülünecek bir şey yokmuş: Şimdi öyküye hiç uğramıyor neredeyse yeni yazar adayları; her biri kendisine hızla ün ve para kazandırmasını umduğu bir roman düşünün peşinde. Onlardan beklenen bu olduğuna göre haklılar da: Akıntıya karşı kürek çekmekte inat edecek olanlardan kaçı direnebilecek ki?"Eşik Cini"nde toplananlar bir tek. ‘Bir hikâyeye kapılıp gitmek istiyorlar’sa, denilebilir, "bir hikâye"ye de kapılabilirler (di). Öyle olmuyor işte: Öykü, sözdizimi ve ekonomisi, yapısal ve kurgusal özellikleri ile romandan ayrılıyor çoğu kez; düz okura yoğun, derişik, damıtık gelen boyutu, suskuya tanıdığı payın yüksekliği nedeniyle alıp uçan halısında sürüklemiyor onu. Kaç iyi romancının iyi öykü yazdığına, kaç güçlü öykü yazarının sıkı romancı olduğuna tanık olabiliyoruz? Bire bir bağlantı kurulmamalı aralarında. Gene de, kurulmasa bile kurcalanmalı! Sözgelimi Milan Kundera: Romanı bana kalırsa olduğundan yüksek bir hizaya taşımak için güzelim deneme kitapları yazıyor. Gülünesi Aşklar tek öykü kitabı ve sonraki romanlarının bütün tohumlarını içinde barındırıyor. Neden öykü sanatını, deneme yazma sanatını yüceltmiyor, Şiir sanatını ironiyle ele alıyor da, roman sanatının handiyse telaşla, bekinerek savunusunu üstleniyor? Bana öyle geliyor ki, güçlü romanların yazılıyor olması, romanın eğlence sektörünün kollarından biri haline getirilmesini engelleyemediği için bu savunma gerekli görünüyor Kundera’ya. ? YEMEK VE KÜLTÜR Posta Kutusu’na ağıt düzeli çok olmadı, Yemek ve Kültür çıkageldi. Tam da bunu söylemeye çalışıyordum: Bazı adamları durduramaz kimse koşullar ve sağırlık bile: Turgut Çeviker’de baştan SAYFA 14 Haftanın Kitabı: Apuleius / Başkalaşımlar/ Kabalcı / 689 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 847
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle