25 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Hlkâyeler ı O nat Kutlar, îshak'ın 1977'de yapılan ikinci baskısına yazdığı "On Yedi Yıl Sonra" adb önsözde, Ishak'taki hikâyeler için şöylc diyor: "hhak, bir Anadolu kentindeki gerçeklerin ne yorunıudur, nc de somnlarının çözümü: Küçük, alçakgönüllü kesitlcrdir bu öyküler. O kenti tanımaya çabştım yıllar önce. Mevsimlerine, yapı taşlarının çeşitlerine, toprağınm kokusuna ve tüm sokaklarına, insanlarına, çocuklarına dikkat ettim. (...) Ve hoşnul degildık <> karanlıktan. Kaçıp kurtulmak ısterdik. Nemli çııkurlarda çürüyüp kıla ve yüne kcscn çulhalara, kapalı kemerlerin altından eşek sürüleriyle geçen tozlu, yorgun ta^ yontucıılarına, cami avlularına yığumış kuru vc küflü peksimetleri askerlcrle birlikte suya batırıp kemiren kör hasırcılara bakar, isyan ederdik. hhak'ta bu utangaç ve bılın<;\iz kaşkaldırıştan ızler bulacakstntz. (Italikler benim. F.N.) (...) Şirndi Ishak gibi yazmıyorum. îlk gençlik ydlarının hatalarını çok iyi görüyorum." (Can Yayınları, 4. Baskı, 1994, ss. 811) \ Hikâye Eleştirileri Fethi Naci'den ler arası ilişkileri, cümlelerin, hatta sözcüklerin işlevlerini nasıl uzun uzun düşünüp hesapladığını, kısaca, mükemmel bir hikâye yapısı kurmak için nasıl canını dişine taktığını açıkça gösteriyor. Onat Kutlar kanne, kümesteki horozlann kavgaya başlamasıyla (yaşam belirtisi) "yokuşu Cyinni dakika'yı) yürüyüp çıktığını" anlar, sevinir. Ama anlaşüan açlık gene duyurmuştur kendini: Büyükanne, iftara kaç dakika kaldığını öğrenmek için torununu tekrar yollamak ister; çocuk, gitmemek için, "Anncmgil şimdi gelirler, babamda saat var," dcr. Büyükanne, "... belki de yolda açarlar oruçlarını," diye geçirir içindcn. Anneyle baba gelirler: Sekız dakika kalmıştır. Çocuk, "Beş yüz sayınca top atılacak!" diye bağınr, sayınaya baslar: "Çocuk, küçük, güneş saph anahtarlar gibi sayüan bir yana yığıyordu. Yanındaki küme gittikçe çoğaldı, sofraya doğru yayıldı." Niçin "anahtarlar gibi"? daha önce geçen "yolda açarlar oruçlarını" sözünde geçen "açmak" fiilinin çağrışımıyla. "...güneş saplı anahtarlar..." da da bir "zaman" anıştırması yok mu? Iftardan sonra oğul annesine talulır, kansı "fıkırdar", büyükanne bağınr. Karı koca, "büyükannenin artık bunamaya başladığına" inanırlar: "Bu yargılarından, onun davranışları karşısında hiç düşünmemek gibi bir sorumsuzluk payı çıkardıklarından sevindiler." Büyükanne, yaptığı yanlışlığı anlar: "Herkesi gücendirmiştir. Ve yüz yıla yaklaşan ömrünün şimdi bunca değerli görünen bir yığın deneyimini artık kimseye anlatamayacaktı." Çiğ ışıkta uyuyan horozlan uyandınnak ı.ster: "Horozlar Hanıo horozlar ' falan türünden bir şeyler geçti içinden. Sanki bir zamanlar horoz muymuş, yoksa horozlann içinde mi doğmuş, yoksa bir gece düşünde bir horoza mı binmiş, yoksa erkek horozlar, dişi horozlar?.." (Ve birden yazar kendi adına konuşuyor: "Ne bileyim. (...) ...işte." Gereksiz bir karışma!) Büyükanne, "aile çevresinin sert kalıplannı" fark edince, horozları doğrudan doğruya uyandıramayacağını anlar, çeşitli yoflar arar, önce, "Yaa, işte böyle!" der, sonra, çocuğa eliyle horozlan göstererek, "Ööröööö!" diyebağıru"; çocuk gülmez, tersine kızar; adam ve kansı kıs kıs gülerler, kadın, "lyice bunamış" der, adam başını sallar. " O anda büyükanne durumu kavradı. Sonsuz bir gülünçlüğün ortasındaydı." Ama hep o geçmişten gelen "Horozlar. . Hanı o horozlar..." Büyükanne, "Zavallıydı. Bitkindi. Her şey bitmişti. Bezgin bir yüzle kümese döndü, hüzünle, ama gülümser gibi tatlı bir sesle, 'uyansana çil horoz... Uyansana çapar horoz!' dedi. / Ve horozlar o anda uyanıp ötmeye başladılar." Torun, oğul, gelin anlamaz büyükanneyi de horozlar anlar... Son çümleyle hikâye birden gerçek dışı bir boyuta atlamış, Onat Kutlar bir cümlede büyükannenin mutlak yalnızlığını dile getirmiştir. "Gerçek dışı bir boyut," dedim; Onat'ın yaptığını Marquez yapınca buna "büyülü gerçekçilik" diyorlar. Marquez'in adını bile duymadığımız yıllarda (Sanınm o yıllarda Kolombiya'da da tanıyanı pek yoktu!), yirmi yaşlarındaki Onat Kutlar, Türkiye'de, büyülü gerçekçiliğin (O yıllarda bu terim de bilinmiyordu!) ilk örneğini veriyordu. "Horozlar", hikâye yazarken Onat'ın her cümle üzerinde nasıl çalıştığını, cümle n Dokuz Hikâyeden ilk dördünün kahramanları "çocuk": "Horozlar"la "Hadi" yazarın ağzından yazılmış; "Yunus"la "Çatı" benöyküsel. (Kitabın son hikâyesi "Kül Kuşlan"nın iki kahramanından biri çocuk, ama "hâlâ" daha ağırlıklı.) "Horozlar"ın anlatıcısı, zaman zaman "çocuk"un sözcüklerini kullanıyor; "çocuk", "büyükanne" mi diyor, anlatıcı da "büyükannc" diyor; "oğul", istediği kadar "anne" desin, anlatıcı "büyükanne" demeyi sürdürüyor. Onat Kutlar'ın belki de yaşamından gelen bir etkinin hikâyeye yansıması... Belki bilinçli, belki bilinçsiz... (Oysa "Hadi" de anlatıcı, "anne" demeyip "kadjn" derkcn, sözcük seçimini bilinçli olarak yapmaktadır. Hikâyc, çocuğun, "Yirmi dakika varmış büyükanne!" cümlesiyle başhyor. Ramazandır, büyükanne oruçludur, acıkmıştır; torununu dinlediktcn sonra, "avlunun kiler kapısına açılan kuytu köşesine gözlerini" diker, bekler. Kiler, yiyeceklerin bulunduöu yer; Onat Kutlar, açhk duygusunu daha da belirginlcştiriyor. Gökyüzünde uçup giden şeytan tüvlerinden birinin avludaki döşemenin ıslaklığına tutularak yapışıp kalmasından (bir bakıma zamanın durmasından korkan büyü Horozlar On sayfalık hikâyenin ilk iki sayfası kedinin oyunlarıyla "iki büyük kurbağa göz"ün oyunlannı anlatıyor. "Kurbağa gözlü küçük kız": "Giysileri vırtık, saçları tozluydu. Oraya nasılsa bırakılmış, unutulmuş gidilmişti. O köşeden süpürgenin köşeli ucuyla alınıp atılacak eski bir tavanarası eşyası gibi cansız. Yalnızca gözleri hüzünlü, bu kin gibi beb'rli bir hüzündü bir korkunun ayak seslerini bekliyor," Çehov'un " Acı" adlı unutulmaz hikâyesinden beri bir insanın bir hayvanla dostluğu hep "yalnızlık"ı dile getirmek için kullanılmıştır; "Hadi"de de öyle. Sonra "anne": "...küçük kızın gözleri ağır ağır kapıya döndü. Sofada ayak seslerini dinledi. Düşündü: 'Annem'/ Kapıdan yorgun, yumuşak bir kadın vücudu girdi. Yüzünde gençlikten orta yaşa dönüşen o ılık havayı getirdi. Köşeye ilgisizce baktı. 'orata mısın?' dedi." Anlatıcı, tarafsızlığını koruyamıyor, hep "kadın" diyor, hiç "anne" demiyor, diyemiyor; bir defa da "dişi" diyor; "kadın"ı "anne" saymadığı belli; pasaklılığını belirtmekten hoşlanıyor: "... (kız) usulca kanepenin altına, karanlığa geçti. Bir terlik tekinin ve kirlenmiş çorapların yanına uzandı." Anne, bir yemek masası hazırlamıştı. Beklediği gelir: (Kanepenin altındaki küçük kızın gözünden) "Boyab, eskice ayakkabılar, dizleri çıkmış bir pantalon, uzun bir ceket ve tanımachk genç bir yüz." Ya anne? "Kadın, küçük arzularla durmadan gülüvordu. Birden kanepenin altına, küçük kıza takıldı gözleri. Bozuldu." (Sait Faik'in "Plajdaki Ayna" adlı o güzelim hikâyesini anımsıyorum birden; Onat'ın da o hikâyeyi sevdiğini seziyorum.) Anne, "Adamın annesiymiş gibi" davranıyor; anlatıcı, bunun için mi çocuğun gözünden) anlattığı halde hep "kadın" diyordu... Kadın durmadan konuşuyor, saçma sapan, bezdirici, çileden çıkancı... (Mehmet Baydur'un Max Aub'dan çevirdiği Örnek Suçlar'ı anımsıyorum: "...Konuştu ha konuştu ve konuştu ve konuştu babam bre konuştu ha konuştu. (...) Susması için ağzına havluyu tıktım. Hayır, bundan ötürü ölmedi, konuşamadığı için öldü: Sözcükler içinde infilak etti." Adam kadını vuruyor. • Sonra uzun uzun 1950'li yılların karanlık olaylarını, baskı günlerini konuştuk. Solcu olduğu için asistan ofamayışını, 1951 tutuklamalannı. Zorydlar. Masadaki yakınlar, şimdi ölmüş olan dosdar birer ikişer sessizce kayboldular. Şimdi onun o güzelim SaitYaşar kitabının başındaki önsözde yazdığı gibi sessizce rakılanmızı yudumluyorduk. Tıpkı babası ve onun arkadaşı kahvcci gibi: "Usul usul yağan güz yağmurlanrun meydanda yaptığı su birikintilerine bakarak çay bardaklannda rakı içerlerdi. Pek konuşmazlardı. Konuşmuş olmak için konuşmayı çoktan aşmış bir dostluklan vardı..." Naci'yle otuz yılı aşkın dostuz. onun tüm yazılannı, tüm kitaplannı ilgi ve hayranlıkla okudum. En güç koşullarda karanlığı yırtıp kendini yetiştiren, günümüzün bu en gözüpek, duyarb, aynı zamanda sabırlı ve çalışkan eleştirmenini, artık sana gevezelik etmeyecek kadar tanıyorum. tsterim ki tüm Cumhuriyet okurlan da tanısınlar. Ama bu röportajı onu tanıtmak için değil, Çehov'un, Sait'in, Yaşar'ın güzelim kahramanlanndan biri olan Fethi Aga'yı tanımak için yaptım. Naci'yle sadece ödülü ıslattık. • 1991 K İ T A P SAYI 725 Hadi Onat Kutlarla söyleşi aci'yle 30 yılı aşkın dostuz. en güç koşullarda karanlığı yırtıp kendini yetiştiren, günümüzün bu en gözüpek, duyarlı ama aynı zamanda sabırlı ve çalışkan eleştirmenini arok fazla gevezelik etmeyecek kadar tanıyorum. Bu röportajı Çehov'un, Sait Faik'in, Yaşar Kemal'in güzelim kahramanlanndan Fethi Aga'yı tanımak için yaptım. Diişsel boyutta bir 'ıslatma yemeği' idi. Son otuz ydın en sert eleştirmeni Fethi Naci'nin Sedat Simavi Edebiyat Ödülü'nü alışını kutluyorduk. Beyoğlu'nda akşama dönüşen sisli bir havada, yanımızdan ağır ağır geçen tramvaylara bakarak Tünel'e doğru vürümüştük. Altmışlı yıllardaki gibi. Asmalımescit'te Osman meyhanesine girip bir yuvarlak masaya oturduk. Lokanta sanki 194O'lı yıllann Ankara Karpiç'i ile 1950'li yılların Lambo'su, 196O'lı yıllann Nil'i karışımı bir yer. Ağır kristal avizelerin altında bembeyaz örtülü bir yuvarlak masa, masanın üstünde roka, beyaz peynir, pilaki, hamsi buğulaması ve elbette buğulu rakı kadehleri. Hemen yanımda oturuyordu Fethi Naci. Gözlüklerinin arkasından, hem zekâ hem de çok nadir rastladığım bir duygululukla gülümsü Fethi Aga yanlar, heyecanla beklerdik Ataç ne diyecek diye. Otuz yıldır senin yazılar da bence öyle bekleniyor. Ama şu az önce söylediğin şey çok düşündürdü beni. Yaşar Kemal için ilk yazını 1955'te yazmışsın. Yani henüz 28 yaşındayken. Orada bir cümleyi hatırlıyorum Eluard'dan Fransızca bir alınü..." Güldü Fethi Naci: "La nuit n'est jamais Complete... Hiçbir zaman tam değildir gece..." "Fransızcayı nasıl öğrendin? Eğitimin nasıl oldu biraz anlatır mısın?" durdu. Yüzündeki gülümseme yavaşça açılaştı. Masanın bir ucunda oturan yaşlı ve sessiz adama bakıyordu. Ben de o anda fark ettim onu. Oysa hep oradaydı. Orta boylu, yoksul giysili, yaşlı bir adam. "Fethi Aga" dedi Fethi Naci. Inanılmaz bir duygusallık ve sevecenlikle tanıştırdı bana. "Babam. Giresunlu, karpuz sergisi sahibi. Okuma yazma bilmezdi. Sonra arkadaşı Cıvık Hamdi ile kursa gittiler. Sadece adını yazmayı, onu da Feti diye yazmayı öğrendikten sonra kursu bıraktı arkadaşı yüzünden..." Fethi Aga 193O'lı yıllann Yeşil Giresun'unda karpuz sergisınin N yordu. Sanki başkalan da vardı masada. Kentin ve ülkenin "köşeyi hızla dönebilmek" için koşturan insanlannın havasından çıkmış, Çehov'dan Sait'e, neredeyse iki yüz yıllık bir zamanı kapsayan bir başka dünyada, başka insanlardan konuşuyorduk. "Giicünü Yitiren Edebiyat ve Sait Faik Yaşar Kemal kitapların, son yıllarda en keyifle okuouğum yazılannı bir araya getiriyor" dedim. "Bir yargıç ya da şarap tadıcısı havası taşımayan, yer yer sert ve ödünsüz, yer yer sevecen ve hoşgörülü, ama mutlaka saygılı eleştiriler, incelemeler. Sanınm medya kültürleri arasında kayboluyor böyle kitaplar. Ya da gözüpek eleştiriden hoşlanmıyoruz..." .Güldü Fethi Naci, "Evet" dedi. "Ovünce iyi yazar oiuyoruz, eleştirince düsman kesiliyor, olmadık suçlamafarla yıpratmaya çalışıyorlar. Ama gene de bir yazımda belirrtim, uygar yazarlar var. Bak dört yazarı sayayım: Yaşar Kemal, Tank Buğra, Erhan Bcner, Ayla Kutlu, eloştircligim zaman bile olgunlukla karşıladılar..." "Ataç da öyleydi" dedim, "înandığını, doğru bildiğini korkmadan yazardı. Biz, yazıya o yıllarda başla karşısındaki kahvede çay bardağından rakısını içer gibiydi. Konuşmadı, sessizce baktı. "Ama" diye sürdürdü konuşmasını Naci, "okumaya öylesine büyük saygısı vardı ki ben ister ders kitabı okuyayım, ister bir roman, hepsini aynı coşkuyla onaylardı." "Ama ben, Fransızcayı merak ediyorum. Sen yabancı okulda öğrenmedin herhalde..." Güldü Naci, "Ne gezer?" dedi, "Oruokula gönderecek parası bile yoktu babamın. Erzurum'da parasız yatılı okudum. Üniversiteyi de burslu okudum lktisat Fakiiltesi'nde. O sırada Kadırga Yurdu'nda kalıyordum..." "Ne tuhaf" diye söze kanştım. "Ben de kaldım orada. Ne korkunç bir yurttu..." "Çehov'un Unlii Bozkır öyküsiinü Fransızcasından okumaya çallşıyordum. Bir giin akşama kadar çabalayıp öykiiyü bitirdim. Bilirsin, bir küçük çocuğun yolculuğu anlatılır orada. Akşamüstii Laleli'de yürürken yeniden öykiiyü düşiindüm. Kendi durumum, yalnızlığımla o küçük çocuğun dünyası arasında benzerlikler buldum, duygulandım, sessizce ağlamaya başladım. Ve aynı anda bir sevinç, bir sevinç... Çünkü öykiiyü anlayıp duygulandığıma göre demek ki Fransızcayı sökmüştım. Miithij birandı." SAYFA 8 C U M H U R İ Y E T
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle