Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Türk öykücülüğü, ciddi anlamda bir yapısal değişim gösteriyor yaklaşık on yıldan bu yana. 'Yeni öykü'ye "gençöykü' demenin hiçbir sakıncası yok. zaten emek anlamında bunu işleyenler, gerçekleştirenler yaşça gençler oldu hep. enç öykü" nitelemesine ilk kez Feyza Hepçilin•girler'de rastlamıştım. O, yazarları "genç" olan bir öykücülüğü anımsatmak, bunu vurgulamak için kullanıyordu daha çok. Oysaben, "genç öykü" deyişiyle, yazarların genç oluşundan çok öykücülüğümüzün kavuştuğu "genç yapı"yı göz önüne ahyorunı doğrusu... Üstelik genç öyküyü yapılandıranların yalnız genç olmadığını, yanı sıra yaşça olgun öykücülerin de bunda pay sahibi bulunduğunu düşünüyorum. "Genç öykü" dediğimizde son on yılın verimini, bu yönde ortaya çıkan oluşumları göz önüne almak gerekiyor. Bu da "öykü ortamı"nın var ettiği bir yapı kuşkusuz. Kıvılcımı çakan Memet Fuat'tı belki ama bunu yangına dönüştüren Semih Gümüş'ün AdamOykü'sü, ardı sıra yayımlanan başlayan öykü dergileri, yangını tüm yurt düzeyine yayan da Özcan Karabulut ve arkadaşlarının başlatıp sürdürdüğü, çeşitli kentlere yayılmış öykü günleri oldu. Öykü ortamı, tüm öykü yazarlarını derinden etkiledi, onları yeniden biçimlendirdi. Çünkü öykücüler, dergileri aracılığıyla dünyanın öte ucunda üretilmiş öyküleri tanırken yazdıklarını, birbirlerinin ürünlerini tarttılar, anlayışlatına uymasa da öykü yazılabileceğini, kendileri katılmasa da bunların öykü olarak korunması gerektiğini kavradılar. Öykü günlerinde bu ürünleri ortaya koyan yazarlarla yüz yüze geldiler, konuşup tartıştılar. ÖYKÜDE ARTIK HERKES GENÇ Bütün bunlar, ciddi biçimde yeni bir öyküculüğün, öykü anlayışının mayalanmasına, çok kısa sürede bambaşka bir öykücülüğün ortaya çıkmasına yol açtı. Her yaştan öykücü, öykücülük bağlamında yeni bir kavrayışa ulaştı. Dahası yeni öykücülük, öncekinden keskin bir çizgiyle ayrılma noktasına bile geldi. Işte bu "yeni öykü"ye "genç öykü" demek eğilimindeyim ben. Bugün "genç öykü" nitelemesi içinde yer alacak nice yazar var, kiminin yaşı belki yirmi, otuz kimininki de yetmiş, seksen... Bu, tek sözcükle Türk öykücülüğünün "dönüştüğü"nü dile getiriyor bana sorarsanız. Bu dönüşüm, yazarları şu yönde değiştirdi görebildiğimce: 1. Yazarlar, katılmasalar da, beğenmeseler de, diğer öykücüleri, onların öykülerini anlama çabasına girdi. Yani kendi dışlarında kalan güzelduyusal algılayış, kavrayışlar olabileceğini gördü. 2. Yazarlar, çok geniş bir yelpazede hem dunya hem de Türk öykücülerinin ürünlerini tanıdıklarından, bütün bunlardan ayrılıp sıynlarak özgün birer öykü yazan olmaları gerekfiğini anladı. 3. Yazarlar, öykünün "yüzeysel" bir tür olarak alınamayacağını, "derinlikli" bir yapı taşıdığını; bu çerçevede kendi öykülerini de buna uygun biçimde yapılandırmalarının zorunlu olduğunu kavradı. 4. Yazarlar, temel dünya görüşlerini, ötesinde ideolojilerini değiştirmeden öyküde yenilik yapabileceklerini; öykülerini her kezinde yeniden yaratıp biçimlenUMHURİYET KİTAP SAYI M. Sadık Aslankara Kitaplar Adası Genç öykü... dirmeleri, üstelik bunun için sürekli arayış çabasına girmeleri gerektiğini sezdi. Evet, Türk öykücülüğü, ciddi anlamda bir yapısal değişim gösteriyor yaklaşık on yıldan bu yana. "Yeni öykü"ye "genç öykü" demenin hiçbir sakıncası yok bence. Zaten emek anlamında bunu işleyenler, gerçekleştirenler yaşça gençler oldu hep. Ama artık "genç öykü" içinde yer alan öykü yazarlarının tümü genç... Bunlardan dördünü, birer kitabıyla tanıtmak istiyorum... Ayşe Şule Süzük (1972), Karin Karakaşb (1972), Cafer Solgun (1962), Mehmet Günsür (1955) Işte yaşlan otuzla elli arasında değişen dört öykücü! KEDİLER VE KADINLAR Bu yazarların ikişer ikişer gruplandırılabileceğini düşündüm... Ilk kitaplarını yayımlayan Ayşe Şule Süzük'le Cafer Solgun'u "Çırak", ikinci kitaplannı yayımlayan Karin Karakaşlı'yla Mehmet Günsür'ü de "Usta" başlığı altında almakta bir sakınca görmüyorum... Süzük, Kediler ve Kadınlar (Seyir, 2002) adlı öykü toplamını dört bölümde on üç öyküyle yapılandırmış. Ayşe Şule Süzük'ün öykülerinde dikkati çeken ilk yan, anlatılanndan yayılan iyimser, ötesinde nahif, hatta çocuksu hava... Yazar, kimi öykülerinde öykü toplamaya çıkmış genç, cin bakışlı, öykü iştahlısı anlatıcısına yer açıyor. "Oyun", bize, yazarın öykü anlayışını da ele vermesi açısından ilginç sayılabilecek bir örnek. Ne denli içten, sevecen bir öykücü olduğunu bir kez daha gösteriyor bu ürünüyle bize genç yazar. Bu arada öyküsünü denemeleştiriyor değil ama, anlatılarında deneme türünden de yararlanmaya yöneliyor olabildiğince. Öykü yazmanın başlarında, bunun için çabalayan anlatıcının telaşlı, savruk güzelliği anlatılanları öykü kılmaya yetiyor mu peki? Henüz yolun çok başında olduğu ortada yazarın. Ham bir dil çünkü bu. Sözcük coğrafyasındaki görkemli zenginliğine, enikonu kendisi olmayı başarmışlığına, öykülerden yansıyan yazınsal birikimine karşın işleyip yoğurmamış bir türlü dilini Süzük, dinlendirip mayalanmaya bırakmamış... Sözcük dağarını alabildiğine genişlettiği, dil yurdunun tüm inceliklerini çok iyi kavradığı halde üstelik. Eksik olan, dil bilinci demek ki. Şimdi iş, bunları öykü dilinin birer yapı taşına dönüştürmek! Bir minik örnek vermek isterim: Süzük "cidi" (53) diye yazıyor ya, dile sahip çıkılmak isteniyorsa, bunun "cede" biçiminde yazılması gerektiğini düşünemiyor. Yazım yanlışı da çok Süzük'ün. Sarımsak (doğrusu sarmısak), traş (doğrusu tıraş), egzos (doğ725 rusu egzoz) vb. yazıyor sürekli. Oysa "tilmiz", "tekinsiz" vb. sözcükler seçen, bu yönde yoğun çaba içinde görünen bir yazar o... Ayşe Şule Süzük'te gördüğüm bir diğer eksiklik de öykünün barındırdığı anlam fırtınasını kavrayamamış olması henüz. Dil bilincini yoğurup bunu da aştı mıydı, öyküsünün birden düze çıkacağına inanıyorum. Yoksa o, öykülerini, söylemle ortaya dökmek yerine bunu öykü değerleriyle örtüştürmek çabası içinde hep. Öykünün güzelduyusal değerinden ödün vermeye yanaşmıyor kesinlikle. Gerçekten kimi benöyküsel anlatımlarında, kişilerinin ruh dünyasını ele vermekte, hatta konuşma örgüleri aracılığıyla (örnekse "Kiracı"daki anlatıcılar anımsanabilir) bunları aktarmakta başarılı olduğu söylenebilir yazarın. Ancak Süzük'ün iyimser bakışı üzerinde özellikle durulmalı. Yaşam karşısında tutumunu belirlemiş bir genç yazar Süzük, öyküsünü de bu anlamda işlevlendirmeye yöneliyor hep. Aydınlık, pırıl pırıl, güneşli bir öyküleme eğilimi içinde. Nice olumsuzluğu aktarıyor göriinse de, sonuçtao, "dimdik" biröykücü! Ama öykü, yine de kendisi olarak bir duruş ortaya koyabilmeli, değil mi? Bunca ağırlık bindirmek boğabilir çünkü öyküyü. CİHANCİR'DE BİR EV Cafer Solgun, Cihangir'de Bir Ev (tÇJiviyazıları, 2003) başlıklı kitabında yer alan yedi öyküyü de Bursa Özel Tip Cezaevi'nde yazmış. Beşini Mart, ikisini Haziran2001'de. Kapalı bir ortamda, yoğunlaştırılmış bir zamanda. Buna döneceğim. Kitaba adını veren "Cihangir'de Bir Ev", yansımğı ortamın havasını kurup aktanrken hem dikkati çekiyor hem de yakaladığı düzeyle, ötekilerden ayrılıyor... "Cihangir'de Bir Ev"de, devrimci bir militan'ın, Cihangir'de, çok ortada bir yerde saklanmaya karar verişiyle yaşadıklarını aktarıyor. Kaçak militan, onun kaygıları, kuşkuları, kuruntuları; bunların ortaya çıkardığı hava, anlatılanlarla tamı tamına örtüşen bir dille öyküde çok iyi işlenmiş. Kendisinden önceki kıracılarca garsoniyer olarak kullanılan evin karşısındaki dairede sarı saçlı bir kadın vardır. En küçük kunıltıdan, gölgeden kuşku duyan militan, kadının gösterdiği ilgiyi polis oluşunayorar. Oysa kadın, militanı lise yıllarından tanımaktadır. O yıllarda ağabeylik yaparken okuldaki kızların da hayranlığını kazanmıştır militan. Neredeyse tüm kızlar âşıktır ona... Ama aradarı geçen zaman ikisini farklı yerlere savurmuştur. Adam anımsamaz bile kadını. Cafer Solgun, adamla kadını aktarırken, bir çalım koşut kurgudan ipuçları sergiliyor ama bunu, öykünün gereği anlamında bütünleyemiyor bir türlü. Sonra kaçağı elöyküscl, yoldan çıkmış kadını benöyküsel anlatmaya girişiyor... N'oluyor sonuçta? Elöyküsel aktarılan adam içeriden, benöyküsel aktarılan kadınsa dışarıdan yansıtılıyor... Yani kıyıyor kahramanlarına yazar. Dıştan bakış, kadını büyük oranda çizgiselleştirip sakatlıyor çünkü, oysa siyasal havayı iyi yansıtmış öykü bunu hak etmiyor bence. Siyasal öykü örneği olarak başarılı sayabileceğimiz "Cihangir'de Bir Ev", bu denge bozukluğunu giderebilseydi ne iyi olurdu! Ama ötekileri, salt siyasal söyleme dayanan, çizgisellikten kurtulamayan, hele siyasal öykü örneği olarak "Cihangir'de Bir Ev"in yanına yanaşamayan örnekler. Solgun'un, ahşıimış, yazarların kullanageldikleri ama sağlam bir dil örgüsü var. Bu elbette olumlu bir yan öyküler için. Ancak bu kadar, ötesine hemen hiç geçmiyor denebilir... Bu, Solgun'un, iyi kötü bir anlatma yetisi kazandıktan sonra ötesine gerek duymadığını mı gösteriyor bize, yoksa ulaştığı bu ortalama yazın diliyle bundan sonraki ürünlerini de böyle kotarabileceğine inandığını mı? Solgun, sımsıkı, ama dümdüz yani yazınsal bağlamda tıkız bir tümce örgülemesiyle yetinmeyi yeğliyor. Sözcük seçimine, ses uyumuna özen göstermediği ortada. Yukanda değindim. Yazar, öykülerini, bir hapishane ortamında yazmış... Bu, bize çok güç koşullar altında bile insan ediminin sürebileceğini gösteriyor elbette ama yanı sıra yazınsal niteliğini koruyabileceğini de vurguluyor. Ancak çok önemli bir tehlikenin de altını çiziyor. Şöyle: Bir yazınsal dil, kitap okunarak kazanılır, kazanıldıktan sonra, kapah ortamda hele döngüsel koşullarda sınanamaz. Alışverişin tam olması gerekir ki, kitaplar yoluyla kazanılan yazınsal dil bu anlamda sınanıp dışa çıkabilsin, tepki ölçülebilsin... Bana kalırsa Cafer Solgun, işte bunun sıkıntısını çekmiş. Bu yüzden dÛi parıldatamıyor henüz. O da, Ayşe Şule Süzük gibi gerekli, gereksiz "ve" sözcükleriyle dolduruyoröykülerini... "Ve", "şey" sözcükleri yazına özgülenmiş bir dilin sözcesi olamaz bana göre. Bu nedenle bunları kullanmamaya bakarım ben kendi payıma. Çünkü yığıştırma getirir metne. Oysa yazınsal metin yığıştırılarak, birbiri üzerine eklemlenerek yapılandırılmış metin değildir, ya nedir; birbirinin içine girmiş, birbirini soğurup içmiş, birbirine geçmiş, akmış, böylelikle biçimsel anlamda yaması görünmez olmuş "tek"leşmiş metindir. Oysa "ve", "şey" ayırır bunları, hep ayırır. Genç ustalardan Karin Karakaşlı'yla Mehmet Günsür'ün öykülerinden söz açacaktım, bunları da haftaya bırakayım." SAYFA