Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
şarkıcısından oyuncusuna bellefiini abur cubur adlarla dolduran halkın, "yazar" ve "kitap" gibi iki yakıcı kavramla henüz tanışmadığını anlarız. Ne yazık ki günümüz şenliıderinde de yazarsız kitapsız tepişmenin acıklı güldürüsüdür bu. Düşündürmeyi değil salt eğlendirmeyi amaçlayan sözde kültür eylemlerinin 'kırgın bir öznesi'dir yazar. Yitik Adanın TUFAN ERBARIŞTIRAN Sığ yaşamlar Venedik Kebabı oyküsü de gerek koşutluğu, gerek ortaya koyduğu sonuçlar açısından Şenlik'ten hiç geri kalmaz. Tiim mutlulukları gezip tozmaya, yiyip içmeye dayanan evli bir çiftin (Nurettin'le Seher) pisboğazlığı üzerine kurulmuşturöykü. Seher, gezip gördükleri yerlerde uluorta tıkındıklarını ballandıra ballandıra anlatır. Karı koca, içte ve dışta gezmedik köşe bırakmamış, yeni yeni giysilerle, incik boncuklarla, yiyeçek içeceklerle günlerini gün etmiştir. Ozellikle, Venedik'te bile kebapçı arayacak denli bir kebap tutkuları vardır çiftimizin. Övle ki kebap yemedikleri zaman ağızlarından bir kaşıntı başlar. Gittikleri ülkelerin kültürel zenginliği hiç mi hiç ilgilerini çekmez. Varsa yoksa eğlenmek, yiyip içmekle belirlenmiştir sığ yaşamları. îşin garibi, bu tür yaşamayı bilgiden görgüden sayarlar. Oysa bilgisizlikleri görgüsüzlükleri açık seçik sırıtır. Almanya'daki bir dostlannın müzeyi gezme önerisini kendilerince ti'ye alırlar: Işte bu Hamza sağolsun kaç gün bizimle ilgilendi, amma oğlan oraya kafayı mı takmış nedir, her sabah aynı şeyi söyledi: "Sizi o müzeye götüreyim." Ne var ki bu müzede? "Boşver", dedi Nurettin, Hamza ne zaman böyle dediyse. Oğlan bu kez başka bir müze adı söylemesin mi? Amanın bu oğlandaki takıntı. Karar verdik Nurettin'le bu oğlanda müze takıntısı var. Onun için baş sallamaya başladık Hamza'yla: "Evet evet, bakarız, gideriz" dedik. (s:186) Gezegen aileye göre gezi programlarına müzeleri görmeyi dahil etmek psikolojik bir bozukluktur. Ayrıca, kapalı yerlerde öldürülen o zamana yazıktır. Böyle bir alışkanlık 'takıntı'yla adlandırılır ve acınır o zavalh insanlara. Burda da kültür boyutumuzun zayıfhğı ortaya çıkar. Hatta bu yazıklanmalarda 'bıyıkaltı bir gülüş' gizlidir. Yani ağlanacak halimize güldüğümüzün herhangi bir karesidir ustaca yansıtılan. Tekrar başa dönersek; Izgü'nün devlet yönetimini tombala oyununa dönüştüren kurgusunda yurttaş Muzaffer'in şansızhğını, yurttaşlık haklarından binaber insanımızın beceriksizliği olarak görebiliriz. Kaldı ki böylelerine yurttaş demek haksız bir nitelemedir; 'yurttaşzede' dense daha doğru olur. Söz ve karar sahibi olanların çevirdiği dolaplarda bizimkinin hiç payı yoktur. Çünkü o yurttaşlık gömleğini çıkarıp atmış, farkında olmadan kültürel boyutunu çiğneyerek; araştıran, soruşturan, düşünen taşınan, hesap soran 'katılımcı ve denetleyici' kimliğini uzaklarda bırakmıştır. Sonuçta tombaladan ne çıkarsa razı olacak, yazgı gibi sunulan çıplaklığına boyun eğecektir. Tüm bunları diğer öykülerin sizi şaşırtmaması için söylüyorum. Izgü'nün tersyüz söylemine önceden hazır olunuz. • Tom Baba'nın Tombalası/Muzaffer Izgü, Bilgi Yayınevi/ Birinci Basım, Ağustos2000/'205 sayfa CUMHURİYET KİTAP SAYI 556 J Bıyıkaltı bir giilüş ose Saramago çağımızın eıı önemli yazar l.arından birı sidir. Ozellikle anlatım tekniği a<, ı sından hayli farklı ve özgün bir yoru nıa sahiptir. Nitc kim bunu Yitik Adanın Oyküsü adlı kitabında da görüyoruz. J. Saramago bu kitabında fantastik bir konuyu yarı düşsel yarı gerçekçi bir dille yine kendine özgü bir anlatımla dile getiriyor. Bilinmeyen bir zamanda (ustanın romanlarında genellikle zaman kavramı çok belirgin değildir) Iberya Yarımadası'nda büyük bir yank oluşur ve koca yarımada Avrupa'dan kopmaya başlar. Ilk başta sıradan bir gerilim oyküsü ya da fantastik bir metin bekleyen okurlar daha ilk sayfalardan itibaren büyük bir yanılgıya düşüyorlar. J. Saramago böylesi bir konuyu kolaya kaçmadan güç olanı yeğleyerek kaleme alıyor. Iberya Yarımadası büyük bir felaketle karşı karsıya kaldığında, Avrupa ülkeleri konuya karşı bürokratik engeÛer öne sürerek duyarsız kalmaya başlarlar. Amerika ise her zamanki fırsatçılığını öne çıkartarak elinden geleni yapacağına dair ilgili hükümetlere söz verir, bu doğrultuda gerekli resmi açıklamaları yapar. Yazar bundan sonra ülkelerin siyasi tercihlerini, felsefi ve teolojik düşünsel aynlıklarını ince ironilerle dile getirip önümüze bırakıyor. Her zaman olduğu gibi bazı dinsel metinleri aralara serpiştirmeyi de ihmal etmiyor tabii. Sözgelimi, Tevrat'ın 'Çıkış' bölümünü anımsatan bazı bölümler var. "...yeniden canlanan kardeşliğin tadını çıkartıyoruz. (s. 93)" Aynı konuyla ilgili bir örnek daha verelim. "Insanın komşusuna karşı hissettiği ve kendisini sürekli açığa vuran o sevgiye.. (s. 228)" Bir başka örnek ise, "Davut adlı bir gencin fırfattığı taş.. (s. 104)" Tevrat'ta konusu olan Musa'nın ünlü asası burada da geçiyor. Joan Carda adlı bir kadın elindeki değneği yere sürer ve bilinen ayrılık başlamış olur. Bu sayfalarda (151) geçen anlatım bizlere Musa'nın ünlü asasını anımsatmaktadır. J. Saramago bu kitabında siyasi sistemi ve ülkeler arasındaki gizli kalmış ayırımcılığı perde arkasından dile getiriyor demiştik. Bir örnek vermek gerekirse, "Görüyor musun evlat, Iberyab olmaklaısraretseydin..(s. 230)" Yazar buradaki göndermelerde siyasi hükümetlerin birbirleriyle gerçek bir felaket karşısında öncelikle kendi çıkarlarını savunacakları ve Avrupa'dan ayrılan Iberya'nın bu açıdan asla önemli olmadığını anlatmaya çalışıyor. Saramago bunları dile getirirken oazı dinsel metinler serpiştiriyor diyebelirtmiştik. Adı olmayan bir köpeğe Sadık ismi verilir. (s. 271) Bu bölümlerde dinsel bağnazlıkla hafif bir hicivleme.bulunmaktadır. Üç erkek ve iki kadın bir de köpek beraberce günlerce süren bir yolculuğa çıkarlar. Hepsinin tek amacı vardır: Olup biteni yakından görmek. Kitabın arka kapağında bu konuda şöyle bir cümle var. "...giriştikleri bu yolculuk sırasında kendi içlerindeki bilmeceleri ve bunların yanıtlarını keşfederler." Oysa aynı kitabın (s. 295) son bölümlerinde ise şöyle birkaç cümle vardır."... bakalım hepimiz aynı tarafta olabilecek miyiz. ...O zaman birbirimiz hakkında tanıştığımız ilk günden itibaren yanılmışız demektir. ...birbirimizi sevmediğimizden değil, birbiri mizi anlamadığımızdan." Açıkça görüleceği gibi kitabın arka kapak yazisıyla kitabın içindeki bazı olayfar birbirini pek de sağlıklı bir biçimde tutmuyor. Bu arada üruü yazarın da yazı sıkıntılar yaşadı;ını gösterelim. Grup yolcularımız yolarına devam ederlerken soru kendiliğinden ortaya çıkar. (s. 250) "Nereye girmek istiyoruz. Belirli bir yere değil." Oysa, yarımadanın sonuna doğru yolculuğa çıkmışlardı. Yine, istedikleri yere ulaşmalarına iki gün kalmıştır. (s. 299) ama buranın neresi olduğu halâ tam olarak belirtilmez. Bir diğer itirazımız da işaret zamirleri üzerine olacak. Yazar, birçok yerde kendi ağzından yaptığı anlatılarda bolca işaret zamiri kullanıyor. "Şu tepelerin arkası, şu ırmağın ötesi.. gibi." Okur açısından bu durum ister istemez sıkıntı yaratabilir. J. Saramago kendine özgü anlatımıyla karşımıza çıktığı bu eserinde bazı kitaplarındaki gibi gereksiz derecede dil işçiliğine değinmiyor, ilgi göstermiyor. Böyle olunca da güç bir konuyu okur açısından daha kolay anlaşılabilir bir yalınhkla metne dökebiliyor. Bazı bölümler de 'zaman kavramı' ile karşılaşsak bile kitabın okuma keyfini kaçırmaya yetmiyor. Kitabın kurgusu ciddi olarak düşündürücü ve dinsel metinlere yer yer saldırı diye tanımlanabilecek ifadeler ise hayli etkileyici boyutta. Hele güneşin her zamanki doğuşbatış yörüngesinin değişmesinin insanlar üzerindeki etkisi hayli görkemli olmuş. Yazar adının büyüklüğüne yaraşır bir önemle bu bölümleri kaleme almış. Saramago, çağımızın önemli yazarları arasındadır dıye boşuna söylemedik elbette. Ele aldığı konulan bir çırpıda okuduktan sonra hemen unutulacak türden kitaplara dönüştürmüyor, üzerinde sürekli tartışılacak bir özgün anlaum tekniği yaratmakla birlikte aralara serpiştirdiği dinsel metinlere yaptığı 'göndermelerle de' öne çıkıyor. Kitaplığınızda bulunması gereken bir kitap, Yitik Adanın Oyküsü. • f dan sonra, şimdi de "Kör Bakkalın Gözleri" farklı, aykın, uçuk, senaryo ve müzikal öykü kitabını önce bir solukta, sonra döne döne, altını çize çize özümseyerek, haz duyarak, doyarak ve" iç gözümle" bakarak okudum. Bir öykü olmaktan çok, kendi yaşamımızın senaryosu, senfonik bir günlük ya da " iki dünya " ile hesaplaşan bir ölü yazarın anıları diyebilirız. Bu kitabı okuduktan sonra, Onat Kutlar ve Can Yücel'in kitaplarını yeniden okumaya başladım. Onat Abi ile Üstün Akmen'in yakın dostluğunu iyi bilirim. Sinematek in dar ve uzun inişli merdivenlerinde başlayan ve Aşiyan'da noktalanan bir "Angut kuşu" öyküsünü ya da uzun metrajlı senfonik bir öykü filmi izliyor gibiyim. "Ishak"ın öyküsünü.... Sabnnı içindeki trenin son vagonuna yerleştiren yazar, mezar taşına yazılan Alfred Musset'in şu sözlerini okur: "Çok sık acı çektim, birkaç kez hata yaptım, amahepsevdim. Kendimceyaşadım, asla gururumun yarattığı, sahte bir yaratık olmadım." Üstün Akmen yalın, süssüz ve yerinde imgelerle anlattığı öykülerinde anlaşıhr ve akıcı Türkçesi ile de bir başka zengin yazın sergiliyor. Bir sevişme girişiminin oaşlangıcını şöyle özetliyor: "Büyükada'nın lcaraya en yakın tepesi olan Hristos'ta, geçen yüzyıldan kalma bir Rum yetimhanesi olan muazzam ahşap binaya varmadan, çamların arasına uzanırlar. Erol'un sağ eli Ferda'nın sol kalçasını mıncıklarken, soluk almadan öpüşürler..." Ferda ile Erol'un doyamamış bir başka oyküsü de eski Şan Sineması'nda geçer. "Işıklar söner. Serenade adlı bir ABD filmi gösterilmektedir. Yüreklerinin sesi loca altındaki sıradan duyulacak gibiydi. Ferda kösnüyle gerildi. Gözlerini sımsıkı yumdu. Yabanıl bir peyzaj ortamında, kendi tensel organik varlığından, imgesel kayalıklar, denizin dikensi yaratıkları, kayalıklar, korular ve daha nice gözlem ürünü imge dizisi sıralandı gözlerinin önünde. Kutsal ışın demetinin aydınlattığı eizemli yaratıklar belirdi gözlerinin içinde, ardında, arkasında... Inlemeye başladı. Zevkten dışarı saçılan kesik sesleri önlemeye çalıştı Erol...." "Arif'in Yeri"nde rakısını içerken, okumava yetişemediğinden yakınan yazar, Adem olur Havva'ya kutsal elmayı yedirir: Ya da, öykünün pardon filmin sonunda kendi cenaze törenine katılan yazarın gözlemleri dikkati çekiyor. Kendi bedeninin gömütlüktekj son seyrini şövle anlatır: "Onu, mezarın içine indirdiler, üzerini toprakla doldurma işlemi başladı. Hocanın Arapça duaları ve toprağa sürtülen küreğin sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Tam o sırada, biri geîdi kocaman bir şişe içkiyi mezarın üstüne boca ediverdı. Talkın veren hoca, duayı kesmedi, ama şaşırdı. Havada keskin alkol kokusu... iki metre aşağıda ve de toprağın altından bize gülduğünü gördüm..." Öyküde iki ayn "ben" anlatılıyor. Biri diğerinin düşsel yansıması. Ilk kez kendi kendimizi ele geçirmiş olacağız. Özgür olabilmeyi öğreneceğiz. Renksiz birer gölge olmaktan kurtulacağız. Konuşmak yerine düşünmenin erdemini kavrayacağız artık... Gözlerinizi kapattınız ve görmeniz sona ermedi değil mi? Ama lcapalı gözle Yerlnde Imgelen Yitik Adanın Oyküsü/ jose Saramago/ Gertdaş Kültür/Eylül 1999/ 335 s. Senfonik bîr öykü DURSUN OZDEN Ş imdi gözlerinizi kapatmanızı öneriyorum. Yalnızca iç gözünüz görev yapsın. Kör BakkaFın gören gözüyle değil, iç gözünüzle bakın dünyaya. Önem bakışımızda mı, bakılanda mı? Anlatılan mı önemli, anlatan mı? Gidilen yer mi güzel, giden mi? Düşünen beyin mi, yoksa düşünülen mi? Hangisi? Ne dersiniz? Zaman sahibini çağrıştırırken, kendi tabutu başında dönen ve dört, otuz, elli... giderek çoğalan kalabalık üstünde uçuşan; zaman zaman tabutla konuşan Angut kuşu gibi eşini kaybeden yazarın bir senfonik oyküsü bu. Angut kuşu, eşi vurulduğunda başka eş tutmazmış. Eşini yitirdiğinde dağ, tepe, ova uçar, bir yerlere gizlenir, ağlaya inleye bitirir, yitirirmiş yaşamını. "Rast yüzden yasaktır angut vurmak." Çatalca Erguvan Şenlikleri kapsamında yapılan "Topuklu Şiir Akşamlarf'ndaki ağız dolusu gülüşlerinle hep yaşayacaksın Raif Abi... Rastgele... Yıllar önce Tekfen'den tanıdığım güzel ve dost insan Üstün Akmen'in "Çarşafın Gizlediği Dişilik", "Suçsuz Laleler" ve "Bir Gunlüjt Dost" kitapların gele" avcısı Raif Ertem demisti ki: "Bu gördüklerinizin de gözünüzle hiçbir ilgisi yok. Hiç düşünmüş müydünüz?.. Angut kuşu özverisi ve senfonik bir öykü olan "Kör Bakkalın Gözleri" kitabı için, Üstün Akmen ve Aksoy Yayıncılığa binlerce teşekkür... Şimdi gözlerinizi yeniden kapatınız... • "Kör Bakkalın Gözletin/Üstün men/Aksoy Yaytnctltk Ak SAYFA 17