Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
POLİTİK BİLİM Aykut Göker harunaykutgoker@gmail.com 8 Ekonomi CBT 1451/9 Ocak 2015 EKONOMİDE ÇIKIŞ YOLU Osmanlı’nın Kültürüne Niçin Özenirler... Yeni yılda okuyucularımızın her şeyden önce sağlıklı olmalarını diliyorum. Güzel işler yapmak ve güzel günleri de görebilmek için önemli... İki hafta önce yer verdiğim, Hilmi Yavuz’un çözümlemesine göre, Osmanlı kültürü, bu dünyayı doğayı kullanılabilir kılmayı amaçlayan ve bu amaçla da bir bilim ve teknoloji konusu olarak ele alan bir kültür değildir. Kendi cümlesiyle ekleyeyim: “...Osmanlı insanı için Doğa, bir temâşâ (contemplation) nesnesidir...” Yavuz, temâşâ’ kavramının “eşyanın anlamına nüfuz etmeyi” dile getirdiğini belirterek şu açıklamayı da yapıyor: “Temâşânın ereği Doğa’nın nesnel bilgisine ulaşmak değildir. Osmanlı, temâşâ yoluyla bir tür yorumsama (hermeneutic) yapıyor; Doğa’nın anlamını onun bilgisinde ya da Doğa’nın zihnen temellük edilmesinde değil, onun öznel yorumunda arıyordu. Osmanlı’da anlam, bilgiden önce gelir, demek yanlış olmaz.” Yavuz açıklamasını Osmanlı şiirinden verdiği bir örnekle de destekliyor (andığım eseri, s. 106107). Osmanlı’nın kültürü meselesine Osmanlı’ya özenenlerden ve bir topluma özenmenin, aslında onun kültürüne özenmek demek olduğu noktasından kalkarak gelmiştik. Diyeceksiniz ki, ‘Osmanlı kültürü, bugün anladığımız anlamda bilime kapalı ama, öyle hafife alınacak bir kültür değil; felsefî derinliği, kendi içinde tutarlılığı var. Bunların özendikleri bu kültürse, bu hiç de küçümsenmemeli...’ Haklısınız ama bunların gerçekte neye özendiklerini anlayabilmek için bu kültürü, başka yönlerini de anımsayıp, örneğin, Osmanlı’nın inanç sistemi, devlet yönetimi ve toplumsal düzen anlayışı çerçevesinde ete kemiğe büründürmekte yarar var. Bilindiği gibi, Osmanlı inanç olarak Sünnîliğe bağlıydı. Bu bağın konumuz açısından önemi, Osmanlı’nın Sünnîliği katı bir devlet doktrinine siyasî doktrine dönüştürmüş olması ve bu doktrine ters düşecek düşüncelerin ortaya çıkmasına hiçbir biçimde izin vermemesi; düşüncede farklı yola sapma teşebbüslerini ağır şekilde cezalandırmasıydı. 15. yüzyıldan 16. yüzyıla geçerken tarih sahnesine çıkan ŞiîSafevî faktörünün yol açtığı tehdit algısı da, bu siyasî doktrinin çok daha katılaştırılmasında önemli bir etken olmuştu. Osmanlı’da ‘ilim’ yalnızca Sünnî inancın ‘ilmî’ dayanaklarını güçlendirmek ve devletin bu inanç sistemi temel alınarak yönetilmesine, bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarının bu anlayışa göre düzenlenerek sürdürülebilmesine destek sağlamak için vardı. (bkz. Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın Yeniçağlar Anadolu’sunda İslam’ın Ayak İzleri / Osmanlı Dönemi [2011]) Kısa bir süre önce İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya atfen yazmıştım (Osmanlı Tarihi, Cilt I ve II); Sünnî inanca bağlı Eş’ari mektebinin egemen olduğu Osmanlı medresesi gerçekten de, Sünnî anlayışın devlet yönetiminde ve yaşamın hemen her alanında geçerli tek değer normu olarak sürüp gitmesinde kilit rol oynadı. Önde gelen ulemanın neredeyse tamamı müderrislikten başka, ‘kadılık’, ‘şeyhü’lislâmlık’ ve hattâ ‘veziri âzamlık’ gibi, üst düzey bürokratik görevlere de getirilerek bu sağlandı. Deyim yerindeyse, işin doktrindeki/dindeki yerini bilene (icabı şer’îsini bilerek amel edeceklere) uygulaması da yaptırıldı. ‘Ulemaya danışma’ yâni ‘fetvâ müessesesi’ de, kurulan düzene ‘meşruiyet’ kazandırmanın bir diğer etkin aracı oldu. Ama elbette, devlet ve toplum düzeninin Sünnî esaslara dayandırılarak sürdürülebilmesinde yönetimin şekil şartını Osmanlı’nın merkeziyetçi devlet anlayışı ve siyasîdinî otoritenin mutlak iradenin tek adamda padişahta toplanmış olması sağladı. Bunların asıl özendikleri, öykündükleri, Osmanlı kültürünün işte bu yönleridir. Amaçları, Osmanlı’nın Sünnî esaslara dayalı devlet ve toplum düzenini, kafalarındaki ümmet coğrafyası üzerinde yeniden kurmaktır. Saf/temiz bir inancın ya da özümsedikleri felsefî bir derinliğin gereği olarak değil; mülkün sahibi olmak ve saltanat sürmek için... Osmanlı’da olduğu gibi o mülk gerçekte tek kişinin olacaktır ama bu onlar için sorun değil; çünkü bugünkü talan düzenini ancak o tek kişinin saltanatında sürdürebileceklerinin farkındalar... Yeniden Kalkınmacı Devlet... Yeniden Sanayileşme... Türkiye’de “Kalkınmacı devlet”in uyguladığı planlı, programlı yıllarda sanayinin yıllık ortalama büyüme oranı %9.5 oranında gerçekleşirken; AKP dönemi dahil plansız, programsız yıllarda %5.2 ile sınırlı kalıyor. Bayram Ali Eşiyok BayramAli.Esiyok@kalkinma.com.tr> K apitalizmin 1970’li yıllarda yaşadığı sistemik krize karşı uygulanan finansal birikime dayalı politikalar, kapitalizmin en paraziter sınıfını oluşturan ve Keynes’in ötenaziye tabi tutulmasını önerdiği mali sermayeyi başat konuma getiriyor ve çevre ekonomilerin sanayileşme/kalkınma dinamiklerini tahrip ediyor. Türkiye’de 24 Ocak Kararları ile birlikte, planlamaya dayalı ithal ikameci sanayileşme modelinin yerini “serbest piyasa” söylemi ekseninde, “Monetarist” politikalar almaya başlıyor. Neoliberal politikaların giderek bir ideolojik tahakküm aracına dönüştüğü bu yeni dönemde, iktisat politikaları tartışmalarında sanayileşme, kalkınma, planlama gibi kavramlar tümüyle gündem dışına itiliyor ve ortodoks bir “serbest piyasa” söylemi egemen kılınıyor. Başka bir ifadeyle, Türkiye, 24 Ocak Kararları ve izleyen yıllarda uygulanan neoliberal yeniden yapılanma politikaları sonucunda, 1930’lu yıllarda başlayan ve 1960’lı, 1970’li yıllarda önemli gelişmeler sağlanan sanayileşme hedefinden vazgeçerek, uluslararası işbölümünün öngördüğü düşük teknoloji içerikli sektörler temelinde, dünya ekonomisine eklemleniyor ve sanayileşme ve kalkınmada tökezliyor. Kısaca, kalkınmacı devlet yol gösterici bir planlama çerçevesinde, seçici bir sanayi politikası uygulayarak, büyüme için gerekli fiziksel ve toplumsal altyapıyı kurarak, ARGE faaliyetlerini teşvik ederek, teşvikleri karşılıklılık çerçevesinde dağıtarak, kaynak tahsisinde sernayenin üretken kesimlerini (başta sanayiciler olmak üzere) gözeterek ve çoğu kez özel sektörle sıkı bir işbirliği yaparak kalkınma sürecinin ana aktörü olmuştur. SANAYİLEŞMEDE KALKINMACI DEVLET DÖNEMLERİ DAHA BAŞARILI SANAYİLEŞME VE KALKINMADA ANAHTAR KAVRAM: KALKINMACI DEVLET Günümüzde Kore başta olmak üzere diğer Asya Pasifik ülkelerinin kalkınmasını açıklamaya yönelik kullanılan merkezi kavramların başında Kalkınmacı Devlet (Developmental State) kavramı geliyor. Kore, Singapur, Tayvan ve Hong Kong gibi birinci kuşak Doğu Asya ülkeleri kalkınmacı devletin uyguladığı sanayi politikaları sayesinde tempolu kalkınma hızlarına ulaştı, bu ülkelerin 1960’lı yıllardaki tarıma dayalı üretim yapıları 1990’lı yıllara gelindiğinde hızla dönüşerek yüksek teknolojilere dayalı bir üretim yapısına dönüştü. Başka bir ifadeyle, bu ülkelerin tempolu kalkınmalarında, kalkınmacı devletin uyguladığı sanayi politikalarının önemini vurgulamak gerekiyor. Türkiye ekonomisinde 1923’lerden günümüze kalkınmacı devletin etkin olduğu iki dönem öne çıkıyor. Bunlar; 19301939 ve 19631979 dönemleridir. 1945 sonrası kalkınma iktisadının yükselişi ile birlikte ağırlıklı olarak 1960’lı ve 70’lı yıllarda gündeme gelecek olan kalkınmacı devlet pratiğini, Türkiye erken sayılabilecek bir dönemde, 1930’lu yıllarda uygulamaya konan planlamaya dayalı devletçi, korumacı sanayileşme modeli ile yaşıyor ve Cumhuriyet döneminin en parlak sanayileşme temposunu yakalıyor. Başka bir ifadeyle, Dünya kapitalist sisteminde henüz hegemonik bir gücün ortaya çıkmadığı ve kapitalist metrepol ülkelerin derin bir krizle karşı karşı olduğu bir dönemde, Türkiye kapitalist metrepol ülkelerden koparak, kalkınmacı devletin uyguladığı politikalar sonucunda sanayide son derece önemli gelişmeler sağlıyor. Türkiye bağlamında kalkınmacı devletin etkin olduğu ikinci dönem olarak 19631979 dönemi öne çıkıyor. Bu dönemde uygulanan kalkınma politikaları 1930’lu yıllarda olduğu üzere uluslararası işbölümüne rağmen değil, uluslararası işbölümünün bir uzantısı olarak gerçekleşiyor. Bu dönemde devlet ve özel kesim kalkınmanın ana aktörleri olarak hareket ediyor. Kaynak tahsisi kalkınmacı devletin planlarda öngördüğü öncelikler doğrultusunda gerçekleştiriliyor ve sanayinin yıllık ortalama büyüme hızı 1930’lu yıllardan sonra ikinci en parlak dönemi temsil ediyor. Türkiye ekonomisinde kalkınmacı devletin