17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Üniversite, medrese ve akademik kalite Yeni bir yükseköğretim yasa tasarısının takdimini televizyon ve gazetelerden izliyorum. Eskiden olduğu gibi konu üzerinde artık hararetli tartışmalar yok. Çünkü, ODTÜ hariç, üniversiteler suskun, daha doğrusu susturulmuş. Medyada da ciddi bir tartışma yürüdüğünü göremedim. Kemal Gürüz B en de bu suskunluğa uyarak yasa tasarısına hiç girmeyeceğim. Cesaretimi toplayabilirsem belki ileride yasanın felsefi temellere dayalı genel ilkeleri üzerinde bir yazı kaleme alabilirim. Yükseköğretim yönetişimi (governance) üzerinde, içeriklerini pek de anlayıp sindirmeden, kulağa hoş gelen kelimeleri bir biri ardına sıralayarak kafiyeli konuşanlar hep olmuştur. Bunları tasvir eden çok anlamlı deyimler var. En beğendiklerimden birisi ‘ilgili, bilgili ve silgili’ tabiri. Anlamı şu: yeterince ilgili, biraz da bilgili ama bilgisi silgiyle silinebilecek düzeyde. Bu tür davranış sergileyenleri, uzaktan baktığınızda ceviz ağacından el emeğiyle üretilen kıymetli bir mobilya zannedip de, yanına yaklaşıp üzerindeki cilayı kazıdığınızda altından formika çıkan cisimlere benzetmişimdir hep. Bu nedenle, bunları muhatap kabul edip, geçmişin muhasebesini yapmak ve geleceği tartışmak suretiyle bunları onurlandırmaya hiç niyetim yok. Ama Orhan’ın Gündem’deki ‘Medreseci, meğer TÜBA üyesiymiş’ başlıklı yazısını okuyunca, meselenin hiç değilse bu boyutuna, tarihsel bir perspektif içinde Türk üniversitesinin konumuna değinmeye karar verdim. rini doğrultusunda Sünni Müslümanlar yetiştirme esas amacıyla kurulan Nizamiye medreseleri modelinde kurulmuştur. Bunların ilki olan Bağdat Nizamiye Medresesi’nin 1067’de atanan ilk baş müderrisi ve fıkıh hocası olan Gazali’nin görüş ve düşünceleri, daha sonra kurulan tüm Selçuklu ve Osmanlı medreselerinin müfredatını belirlemiştir. Örneğin, Fatih’in kurduğu İstanbul’daki medrese, ‘Üçüncü Tehafüt’ olarak bilinen risalesiyle Gazali’nin görüşlerini savunan Hocazade adlı müderrisin etkisiyle şekillenmiştir. Sonuç olarak, Avrupa üniversiteleri bilimsel, teknolojik ve toplumsal gelişmelere göre sürekli olarak evrilip tüm dünyaya yayılırken, medrese şeri hukuk mektebi olmaktan öteye gidememiş ve giderek çürüyerek tarih sahnesinden silinmiştir. Bugün Pakistan ve Afganistan’da medrese adıyla varlığını sürdüren mihraklar Taliban ve El Kaide’ye terörist yetiştiren yuvalardır. Osmanlı İmparatorluğu 1846’da bu durumun farkına vararak, Batı’daki üniversitelere benzer bir kurumun ihtiyacını hissetmiştir. Ancak, medreselerde yuvalanmış olan yobazların korkusundan, bu kuruma üniversite yerine Darülfünun adı verilmiştir. Yine yobaz müderrislerin direncinden dolayı, Darülfünun ancak ellibeş yıl sonra 1901’de faaliyete geçebilmiştir. Bugünkü Batı üniversiteleri, daha önce varolan Orta Çağ Avrupa üniversitesinin evrilmesiyle günümüze gelen veya sonradan esasen bu modele göre kurulan kurumlardır. Türk üniversiteleriyse, evrim değil, tam tersine, daha önce varolan kurumları ikame etmek üzere, Atatürk’ün Türk Milleti’ne hediye ettiği kurumlardır. İlk Türk üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi’nin, ne Bizans kurumları, ne İznik, ne Fatih, ne de Süleymaniye medreseleriyle gelen ve süreklilik arzeden bir ilişkisi vardır. Türk üniversitesi, tam anlamıyla bir Cumhuriyet kurumudur. Türk üniversitesi, kendine özgü bu konumundan dolayı da, bilimin ve insan aklının üstünlüğü, kanunlarla hükmetmeyi (rule by law) değil, hukukun üstünlüğüne dayalı (rule of law), laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ni savunup geliştirmek ve Türk Milleti’nin uygar dünyanın saygın ve seçkin bir üyesi konumunu geliştirmeyi hedeflemek zorundadır. Cumhuriyeti üniversite savunmayacak da kim savunacak. Bu parlamentoyla veya hükümetle çatışma demek değildir. Ama hiç kimsenin üniversitenin her koşulda sessiz kalmasını bekleme hakkı da yoktur. Gerektiğinde sesini yükseltmeyen üniversite, üniversite değildir. Üniversite, yasama, yürütme, ve yargı yanında dördüncü bir erk değildir ama tüm ileri ülkelerde bu üç erk arasında kendine özgü apayrı bir konuma sahiptir. Üniversite özerkliği ve akademik hürriyetin işlevsel anlamı da budur. Üniversite özerkliği ve akademik hürriyet, üniversite mensuplarına yasalara aykırı eylem ve söylemlerde bulunma hakkını vermediği gibi, medreseleşelim önerisinde bulunma gibi zırvalama hakkını da vermez. Bu tür zırvalayanların, bırakın profesör ve dekan olmayı, medeni ülkelerde üniversitenin yanından dahi geçmesine izin verilmez. Son olarak kalite meselesine geliyorum. Kalite kaliteli insanlarla mümkündür. Bir öneride bulunayım: 1982 – 1992, 1992 – 1995, 1995 – 2003, 2003 – 2007 ve 2007 sonrasındaki dönemlerdeki YÖK üyeleri, rektörler, dekanlar ve YÖK ve Üniversitelerarası Kurul’a bağlı komisyon ve komitelerde ve ÖSYM’de görev alanların akademik özgeçmişlerini bir inceleyelim. YÖK’ün ve TÜBİTAK’ın TÜBA’ya seçtiği üyelerin özgeçmişleri ortada, dünya bilim camiasının buna tepkileri giderek artıyor, ülkemiz büyük prestij kaybına uğruyor. Bunun faillerinin yaldızlı ve kafiyeli cümlelerle söz etmeye hakları olup olmadığını Türk bilim camiasının takdirine bırakıyorum. Bu vesileyle bir söz de TÜBA’nın kurucularına. Vaktiyle söz dinleyip de TÜBA’yı kamu kurumu olarak değil de, kamu destekli, bağımsız bir vakıf olarak kursalardı, bugünkü olumsuzluklar yaşanmazdı. Bunun vebali az değildir. Son söz: Üniversite, Farabi, İbni Sina ve İbni Rüşt felsefesinin, yani insan aklının üstünlüğünün, medrese Gazali dogmasının ürünüdür. Medreselere özlem duyanların ve bu düşüncedeki kişileri dekan olarak seçenlerin kaliteden söz etmeye hakkı yoktur.1 KALİTEYİ ARAMAK NİZAMİYE MEDRESELERİ Buna karşılık, Selçuklu ve Osmanlı medreseleri, Eşari dokt CBT 1358/ 19 29 Mart 2013 Konunun tarihi kökenleri, 10. yüzyıldan 12. yüzyıla kadar uzanan bir zaman diliminde, bir tarafında Farabi (Avenassar, 870 – 950), İbni Sina (Avicenna, 980 – 1037) ve İbni Rüşt (Averröes, 1126 1198), diğer tarafında Gazali (1058 – 1111) olan tartışmaya uzanmaktadır. Bu tartışmada, Gazali yazdığı Tehafatü’l Felasife (Felsefenin Tutarsızlığı) adlı risalesinde, felsefe, yani insan aklı ve bilimi savunan Farabi ve İbni Sina’ya karşı, vahiyi savunan Eşari’nin (873 936) yanında yer alıyordu. İbni Rüşt, daha sonra Tehafütü’t Tehafüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) adlı risaleyle Gazali’nin tezlerini çürütmüşse de, bu tartışma İslam âleminde Gazali’nin galibiyetiyle sonuçlanmıştır. Buna karşılık, Hristiyan dünyası, Dominikan keşis Thomas Aquinas’ın (1227 – 1274), bu tartışmadan kısa bir süre sonra yazdığı Summa Theologica adlı kitapla, yüzyıllardır içinde bulunduğu karanlıktan çıkmaya başlamıştır. Aquinas bu eserinde Hristiyan dogmasıyla Aristoteles felsefesini bağdaştırmak suretiyle Hristiyan dünyasının açılma sürecini başlatmıştır. Daha önce Katolik Kilisesi’nin yasakladığı eski Yunan ve Roma filozoflarının (bilim insanlarının) eserleriyle, Averröizm olarak nitelendirilip yasaklanan İbni Rüşt’ün bu eserleri yorumlayan risaleleri Avrupa üniversitelerinin müfredatlarına girmiştir. Kısacası, yaklaşık aynı zaman dilimi içinde, Hristiyan dünyasının zihni açılırken, Müslüman âleminin zihni kapanmaya başlamıştır. Avrupa üniversitesi (studium), kısa süre içinde, imparatorluk ve krallık (imperium, regnum) ve kilisenin (sacerdotium) yanında toplumları dönüştüren üçüncü güç odağı olarak tarihteki yerini almıştır. İnsan aklının öne çıkmasıyla, rönesans, reform, birinci bilimsel devrim, aydınlanma, sanayi devrimi ve ikinci bilimsel devrim birbirini izlemiş ve günümüzde insanlık bilgi toplumu aşamasına ulaşmıştır. Her ne kadar bu tarihi olaylar zincirinin ilk aşamalarında üniversitelerin doğrudan katkısı az ise de, özellikle onsekizinci yüzyıldan itibaren üniversite bu gelişmelerin odak noktasıdır. TARİHİ KÖKENLER TAM CUMHURİYET KURUMU NOT 1. CBT’nin 2 Kasım 2012 tarihli 1337 no.lu nüshasında yer alan yazımın ilk kolonunun 10. satırındaki ‘iletişim’ sözcüğü ‘yönetişim’ olacaktır. Hata benimdir, düzeltir, özür dilerim 2. Medreseler hakkındaki en önemli kaynak Makdisi’nin kitabıdır. Celal uzun uğraşlardan sonra bunun bir kopyasını bulabildi. Şimdi bu konuda bir makale yazma borcu var. Ayrıca Unamuno konusundaki makale borcunu da bir kez daha hatırlatıyorum. Çocuktaş2013 78 Mart 2013 tarihlerinde Ankara Dışkapı Çocuk Hastanesi Çocuk Cerrahisi Kliniği’nden Doç.Dr. Tuğrul Tiryaki ve Doç. Dr. Fatih Akbıyık‘ın, Türkiye Çocuk Cerrahisi Derneği, Pediatrik Üroloji Derneği ve Çocuk Nefrolojisi Derneği’nin destekleri ile düzenlediği “Çocuktaş2013, Çocuklarda Üriner Sistem Taşları Çalıştayı ve Endoüroloji Kursu” yapıldı. Konu ile ilgili ülkemizin önde gelen uzmanlarının da bulunduğu yüzün üzerine cerrahın katıldığı toplantıda; birinci gün yapılan endoüroloji kursunda kursiyerlere son teknolojik gelişmeler ışığında maket ve simulasyonlarla endoskopik yöntemlerle çocuklarda idrar yolları ve böbrek taşlarının tedavi yöntemleri bilgisi verildi. Öğleden sonra yapılan nefroloji paneli ve cerrahi panelinde, çocuklarda oluşan idrar sistemi taşları medikal tedavi yolları ve bunların endoskopikaçık ameliyatsız tedavi yöntemleri tartışıldı. Çalıştayın ikinci günü, bu konuda ülkemizin önde gelen cerrahlarından Prof. Dr. Cenk Büyükünal, Prof. Dr. Abdurrahman Önen ve Op. Dr. Zafer Tokatlı‘nın yaptığı ameliyatlar canlı olarak salona aktarıldı ve katılımcılar tarafından yoğun ilgi ile izlendi ve tartışıldı. Toplantı sonunda, dünyadaki son gelişmelerin eş zamanlı olarak ülkemizde uygulanması ve bunun paylaşılmasının, ayrıca böylesine yüksek bilimsel düzey ve yoğun tartışma ortamının varlığının memnuniyet verici olduğu katılımcıların ortak görüşüydü. Konu ile ilgili ayrıntılar www.cocuktas2013.org sitesinde.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle