24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

alan Sultanahmet Cezaevi’nin 49 yıllığına Hazine’den kiralanması işin ilk adımı. Bu bina da, oldukça ayrıntılı bilinen, yoğun Bizans kalıntılarının üzerine oturtulmuş. Four Seasons’ın onu otele dönüştürme çalışmaları 1992’de başlamış ve otelin 1996 yılı aralık ayında açılışından sadece birkaç ay sonra, hiç vakit kaybetmeden komşu alandaki arkeolojik kazılar başlatılmış. Yani arkeolojik alanda ek yapı düşüncesi en baştan beri var. Hatta belki de asıl niyet o. Ayrıca cezaevindeki otelin 65 odasının yanında, arkeolojik alan üzerinde yapılmak istenen yapı, 50 odasıyla önemli bir ek kapasite yaratıyor. Rastgele yapılacak ARGE desteklenmeli mi? 5746 sayılı “Araştırma ve Geliştirme Faaliyetlerinin Desteklenmesi Hakkında Kanun”, 12 Mart 2008 tarihinde yürürlüğe girdi. Ancak, ne hazırlık döneminde, ne TBMM’deki görüşmeler sırasında ne de yürürlüğe girmesinden günümüze değin bu yasa hiç tartışıldı. Neden Acaba? Doç.Dr.Yücel Çağlar HEDEF SAPTIRMA Ancak burada hiç üzerinde durulmayan bir hedef saptırma daha var. Cezaevinin üç katı büyüklüğündeki arkeolojik alanın, onun bahçesi olarak gösterilerek, birlikte kiralanmış olması tam bir usulsüzlük örneği. Bir “arkeolojik sit”in kiralanmış olmasındaki yasal olmayan durum bir yana, cezaevi binası yapıldığı zaman burada Darülfünun binası bulunduğuna göre, cezaevi bahçesi diye bir şey zaten sözkonusu olamaz. Olsa olsa geçici bir kullanımdır o. Resmi bir tahsisin varlığı bile kuşkulu. Cezaevi yetmişlerde kapandığında bu kullanım da bitmiş olmalı. Arkeoloji konusunda asıl üzerinde durulması gereken olgu, 19972002 yılları arasında sürdürülen kazının bir “kurtarma kazısı” niteliğinde olmasıdır. 1933 yangınından beri, 64 yıl boyunca boş olarak bekleyen bir alanın, niçin kurtarılması gereksin? Henri Prost’un 1939 yılında onaylanan ve Topkapı Sarayı, Sultanahmet Meydanı ve Küçük Ayasofya hattından denize kadar uzanan bütün bölgeyi “Arkeolojik Park” olarak tescil eden planının yanında, kuşa dönmüş bu küçük alanın bile böyle aceleye getirilerek kazılmasının ardındaki, milliyetçilikten küresel kapitalizm taraftarlığına uzanan zihniyet burada tartışılmayacaktır. Ancak Türkiye’nin en önemli kazı alanlarının apar topar kazılmasına neden olan bu yakın tarihli eğilim elbette sorgulanmalıdır. Sultanahmet’te bunun ne anlama geldiği açıkça ortadadır. Acele, kamusal değeri bir an önce sermayeye peşkeş çekmek içindir. Yapının uygunluğu: Üçüncü hedef saptırma türü tartışmayı arkeolojik alan üzerindeki yapının fiziksel özelliklerine doğru yönlendirme çabasıdır. Bu tartışmaya girildiğinde otelin meşruluğu da onaylanmış olacaktır. Kültür ve Turizm Bakanı Günay’ın, cezaevine yakın bölümde bir katın indirilmesine ilişkin mahcup önerisi bu türdendir. Sanki yapı tek katlı bile olsa buluntular onun altında kalmayacakmış gibi. Oysa UNESCO yetkilisi Bandarin daha açık sözlü. Arkeolojik sit üzerindeki yapının “görsel etkisinin dramatik olmadığını” söylüyor. Yapının mimarı ise ek oteli bir inşaat mühendisliği harikası olarak sunma gayretinde. Etrafına topladığı statik profesörlerinden biri zaten tuhaf bir şekilde arkeolojik kazının da danışmanlığını yürütmüş. Çelik ayakların nerelere oturtulacağının bir an önce saptanması gerekmiş. Trajikomik bir gösteriye dönüşüyor lütfedilen bu tarih duyarlılığı. Ayakların topu topu 13.44 metrekarelik bir alana bastığı söylenip duruyor. Sanki yüz yataklı otel sadece ayaklardan ibaretmiş gibi. Oysa Ayasofya minaresinden çekilen fotoğrafa bakmak yetiyor. Önde eski Darülfunun yapısının temelleri, arkada tasarlanan üç bloktan ikisi inşa edilmiş otel ekleriyle, gerçekten açıkta kalan arkeolojik alan “Four Seasons Akşamları”nın bahçe partilerine ancak yeter. Dünyada tek bir Bizans Sarayı var, 76 tane Four Seasons oteli. Şimdi merak ediyorum, Danıştay kararına karşın 10 Temmuz’daki Quebec raporundan, Four Seasons için olumlu görüş çıkarsa, onu destekleyen Türkiye’deki bilim insanları, bürokratlar, politikacılar sevinebilecekler mi? Çünkü aynı toplantıda Dresden’deki köprü için olasılıkla yine olumsuz karar çıkacak. Bu kent 17.ve 18.yüzyıllarda 70 yıl parlak dönemi olmuş bir yerel prensliğin merkezi. Yıllardır UNESCO’nun yapımına izin vermediği köprü ise kente on kilometre uzaklıkta. Buna karşın Ayasofya’ya bitişik arkeolojik alan 1500 yılı aşkın sürece Roma, Bizans ve Osmanlı gibi dünya imparatorluklarının merkezi olmuş bir kentin tam ortasında. Ü lkemizde bir türlü aşılamayan olumsuzluklardan birisi de, deyiş yerindeyse, “araba devrilmeden” gerektiğince uyarmamaktır ne yazık ki. Bu nedenle, her düzenlemenin önünde sonunda yazboz tahtasına dönüşmesi, dolayısıyla, kısıtlı kaynakların savurganlığı kaçınılmaz olmaktadır. Anımsanacağı gibi, 5746 sayılı “Araştırma ve Geliştirme Faaliyetlerinin Desteklenmesi Hakkında Kanun”, 12 Mart 2008 tarihinde yürürlüğe girdi. Ancak, ne hazırlık döneminde, ne TBMM’deki görüşmeler sırasında ne de yürürlüğe girmesinden günümüze değin bu yasa hiç tartışıldı. Neden Acaba? Bilinmiyor ya da önemsenmemiş olabilir mi? Yoksa; “ Tartışsak ne olacak ki, nasıl olsa siyasal iktidar yine bildiğini okuyacak!” umarsızlığı mı etkili oldu? Nedeni ne olursa olsun, bu olumsuzluğun anılan yasa özelinde de aşılması gerekiyor. Çünkü, yasa, ARGE etkinliklerine yönelik destekleri düzenlemek gibi, Türkiye’de her dönemde yakınma konusu olan bir sorunu kendince çözümlemeyi hedefliyor; hem de yürürlükte kalacağı 31.12.2023 tarihine değin! 1. maddesine göre, Yasayla; “ARGE ve yenilik yoluyla ülke ekonomisinin uluslararası düzeyde rekabet edebilir bir yapıya kavuşturulması için teknolojik bilgi üretilmesini, üründe ve üretim süreçlerinde yenilik yapılmasını, ürün kalitesi ve standardının yükseltilmesini, verimliliğin artırılmasını, üretim maliyetlerinin düşürülmesini, teknolojik bilginin ticarileştirilmesini, rekabet öncesi işbirliklerinin geliştirilmesini, teknoloji yoğun üretim, girişimcilik ve bu alanlara yönelik yatırımlar ile ARGE’ye ve yeniliğe yönelik doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının ülkeye gi rişinin hızlandırılmasını, ARGE personeli ve nitelikli işgücü istihdamının artırılmasını desteklemek ve teşvik etmek…” amaçlanmaktadır. Maddede tümcecikler olarak sıralanan çok sayıda amaççığın, sözgelimi; i) ülkemizin gerçekleriyle, daha somut bir söyleyişle de yerel, sektörel ve toplumsal öncelikleriyle ne denli bağdaştırılabileceğinin, ii) birbirleriyle nasıl ilişkilendirilebileceğinin, iii) öne sürüldüğünün aksine, ülkemizin ARGE alanındaki dışa bağımlılığını pekiştirip pekiştirmeyeceğinin, iv) ARGE etkinliklerini tümüyle ticarileştirip dış ve iç pazara teslim edip etmeyeceğinin, v) ülkemizde ARGE’ye ayrılabilen kısıtlı kaynakların savurganlığına, var olan kurumsal yapılardaki üretkenlik düzeyinin daha da düşmesine, bu yapıların daha da işlevsizleştirilmesine yol açıp açmayacağının, vi) ne denli insancıl sonuçlar verebileceğinin tüm boyutlarıyla sorgulanması gerekmiyor mu? Gerekiyorsa eğer, başta üniversiteler ve kamu araştırma kuruluşları olmak üzere ilgili kamuoyu, neden bu gereği yerine getirme çabasına girmiyor acaba? ARGE’YE RASTGELE DESTEK Mİ? 5746 sayılı yasanın “Uygulama ve Denetim Esasları” başlığı altında yer verilen 4. maddesinin birinci fıkrasına göre; “…destek ve teşvik unsurlarından yararlananların bu Kanunda öngörülen şartları taşıdıklarına ilişkin tespitler en geç iki yıllık süreler itibarıyla…” yapılacak. Ancak, Yasada, bu “şartlar” ile herhangi bir açıklamaya yer verilmemiştir ki ! Yazının devamı arka sayfada Eleştiri: İslam’da bilim ve Doğan Kuban Şahin Koçak, Anadolu Üniversitesi Sayın Doğan Kuban’ın 1108 sayılı CBT’deki “İslamda bilimin parladığı zamanlar, Avrupa bilimi ve bugün” yazısını bir miktar tereddütle okudum. Sayın Fuat Sezgin’in “İslamda Bilim ve Teknik” kitabının tanıtıldığı bu yazıda ifade edilen bazı görüşlerin sayın Sezgin’e mi, yoksa sayın Kuban’a mı ait olduğunu tam olarak anlayamadım. Sayın Doğan Kuban’ın daha geçen yaz (Cumhuriyet Kitap, 16.8.2007) “Abbasi bilimi antikitenin çevirisidir.” demiş olması, işimi daha da zorlaştırdı. Keza, “mesaj” olarak ifade edilen, “Din ve bilim arasında bir çelişki aramak gerekmez. Çünkü din ve bilim dünyayı tümüyle değişik algılama sistemleri üzerine kurulmuştur.” hükümlerinin formülasyonunun kime ait olduğunu anlayamadım. Ben işin bu kadar basit olduğunu bilmiyordum. Birisi ana ilkeleri düzeyinde sorgulamaya kapalı, diğeri her şeyi sonuna kadar sorgulamaya yazgılı bu iki algılama sistemi somut bir noktada çatışırsa ne olacak? Bu hükümleri verirken, benim de esasen büyük gurur duyduğum, bahse konu bilimsel atılımın, İslamiyetin henüz tam olarak kurumlaşmamış olduğu bir dönemde gerçekleşmiş olduğunu ve o dönemde, “Akılla nakil çatışırsa, akla öncelik vermek gerekir.” denilebilmiş olduğunu gözardı ediyor olmayalım? Din’le bilimi uzlaştırma çabaları, “Dinlerarası Diyalog” gibi, bende nedense din’in rehabilitasyonunu ve enstrümanlaştırılmasını amaçlayan emperyal kurgu kuşkuları uyandırıyor. Tabii ki büyük aydınlanmacımız, erken Cumhuriyet Döneminin ulusal tambağımsızlık ülküsünü bugünlerde özlemle arayan sayın Doğan Kuban’ı ve trajik bir biçimde ülkesinden uzaklaştırılan ama ülkesine küsemeyen büyük bilim tarihçimiz sayın Fuat Sezgin’i tenzih ediyorum. CBT 1111/ 21 4 Temmuz 2008
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle