Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
HUKUK POLİTİKASI Hayrettin Ökçesiz Nobel Bilim Ödüllerinde Babalar ve Oğullar Şimdiye kadar altı babaoğul Nobel Bilim Ödülü’nü kazandı. Nobel ödüllü annekız ya da babakız örneği tek, karıkoca çift olarak alanların sayısı ise dörtdür. Osman Bahadır obel Bilim Ödülleri’nin verilmeye başlandığı 1901 yılından günümüze kadar, altı babaoğul Nobel Ödülü kazandı. Bu altı babaoğuldan beşi ödüllerini ayrı çalışmalardan kazandılar. Bir babaoğul ise aynı çalışmayla ödülü paylaştılar. Bunlar Büyük Britanya’dan William Henry Bragg ve oğlu William Lawrence Bragg’dı. Bragg’lar, kendi icatları olan yüksek frekanslı spektrografla x ışınlarının kristallerdeki kırınımı aracılığıyla kristallerin yapısını incelediler ve bu çalışmalarıyla 1915 Nobel Fizik Ödülü’nü aldılar. Diğer babaoğul bilimciler, ödüllerini ayrı çalışmalarla ayrı zamanlarda kazandılar. Fakat bunlardan babaoğul Thomson’ların ödül kazanan çalışmaları son derece ilginçtir. Çünkü Büyük Britanya’lı baba Joseph J. Thomson elektronların varlığını ve parçacık özelliğini gösterdiği için 1906’da Nobel Fizik Ödülü’nü almıştı. Oğul George Paget Thomson ise elektronların dalgasal niteliğini gösterdiği için (ABD’den C. J. Davisson ile birlikte) 1937 Nobel Fizik Ödülü’nü aldı. Baba Thomson oğlunun ödül alışını görebildi. Bilim ödülü kazanan diğer dört babaoğul ise şunlardır: Danimarka’dan Niels Bohr, Nobel Fizik Ödülü’nü kazandı. Oğlu Aage Bohr ise 1975’te Nobel Fizik Ödülü’nü kazandı. (Danimarka’dan B. Mottelson ve ABD’den J. Rainwater ile birlikte.) İsveç’li Manne Siegbahn 1924’te Nobel Fizik Ödülü’ne layık görüldü. Oğlu Kai M. Siegbahn ise 1981’de Nobel Fizik ödülünü aldı (ABD’den N. Bloembergen ve A. L. Schawlow ile birlikte.) 1929’da İsveç’ten Hans von EulerChelpin Nobel Kimya Ödülü’nü almıştı. (Büyük Britanya’dan A. Harden ile birlikte). Oğlu Ulf von Euler ise 1970’te Nobel Tıp Ödülü’nü aldı. (Büyük Britanya’dan B. Katz ve ABD’den J. Axelrod ile birlikte). 1959’da ABD’den Arthur Kornberg Nobel Tıp Ödülü’nü aldı. (ABD’den S. Ochoa ile birlikte). Oğul Roger D. Baba Thompson Kornberg ise 2006’da Nobel Kimya Ödülü’nü almaya hak kazandı. Nobel ödüllü annekız veya babakız bilimci örneği ise tektir.1935’te Nobel Kimya Ödülü’nü almış olan İrene JoliotCurie (Kocası Frederic Joliot ile birlikte), 1903’te Nobel Fizik Ödülü’nü almış olan Fransız Pierre ve Marie Curie’nin kızıdır. Nobel Ödülü kazanan karıkoca çiftinin sayısı ise dörttür. Bunların ilki, 1903 Nobel Fizik Ödülü’nü kazanan (H. Becquerel ile birlikte) Pierre ve Marie Curie’dir. Marie Curie 1911’de kimyadan ikinci Nobel Ödülü’nü de kazanmıştır. Marie Curie aynı zaOğul Thompson manda Nobel Bilim Ödülü kazanan ilk kadın bilimcidir. İkincisi, yukarıda sözünü ettiğimiz, İrene ve Frederic JoliotCurie çiftidir. Üçüncüsü, ABD’den Carl. F.Cori ve Gerty T. Cori çiftidir. 1947’de Nobel Tıp Ödülü’nü paylaşmışlardır. (Arjantin’den B. A. Houssay ile birlikte). Dördüncüsü, İsveç’ten K. Gunnar Myrdal, 1974’te Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazandı. (Büyük Britanya’dan F. A. von Hayek ile birlikte). Karısı Alva Myrdal ise 1982’de Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü. (Meksika’dan A. Garcia Robles ile birlikte). Edebiyat dalında aynı aileden Nobel Ödülü’ne layık görülen kimse olmadı. hayret@akdeniz.edu.tr Üniversiteleri de Türkiye’dir. Birbuçuk milyonun üzerinde örgün öğretim öğrencisiyle, yüzbine yaklaşan akademik kadrosuyla ve devasa bütçesiyle, tüm maddi, manevi birikimiyle Yükseköğretim bu ülkenin kaderini doğrudan belirleyen toplumsal olgulardan biridir. Düşünen Üniversite Bu belirleyicilik önümüzdeki onyıllarda her yönüyle giderek daha da artacaktır. Bilimler ve Üniversite yeni yüzyılın gerçekliğinde küresel bir devindirici, dönüştürücü bilinç alanı olmakta daha fazla ilerleyecektir. Ülkemiz ve diğer ülkeler için ilk saptama budur. Bu yeteneğin ve eğilimin zayıflaması ya da iflasıyla karşısına aynı gizilgüce ulaşmaya aday olan dinselleşme ve dinsel örgütleşme geçecektir. Anlamı uğraş alanı olarak kullanan daha uzman bir başka toplumsal etkinlik yoktur. İnsanın anlam arayışı ve anlamın her türlü kullanımı bu iki kurum arasında böylesine bir ilişkiyi ve çekişmeyi anlaşılır kılmaktadır. İnsanı insan kılan yeteneklerden Düşünmek ve İnanmak arasında uzantılarında böylesine bir yer kapmacaya gelinebilmektedir. Bireysel anlamda intelligo ut credam (inanabilmek için düşünüyorum) ve credo ut intelligam (düşünebilmek için inanıyorum) diyebilirken, düşünmenin insanı saltık, inanmanın uyruk kıldığını görüyoruz. Düşünmek tanrıca, inanmak kulcadır. Aydınlanmanın, insanı sapere aude (kendi aklını kullanma cesareti göster!) ile evrenin merkezine yerleştirirken açıkladığı zafer budur. İnanmak bir tabiyet getirirken, yaşama, tabi olunandan kaynaklanan bir güç de katar. Düşünmek’te ise bu güç zaten içkindir. Şu halde inanmak düşünmekle ulaşabileceğimiz gerçeğe bu süreçte bizi taşıyan bir araçtır. Bu ilişkiyi tersyüz etmekle düşeceğimiz yanlışlık, siyasi iktidar savaşlarında söylenen yalanların içeriğini oluşturacaktır. İnsanın onurunu düşünmek ile temellendiren özerk açıklama şemasında açığa çıkarılan şey bu tehlikeli yanılgıdır. Üniversiteler bu yüzden düşüncenin özgürlük kaleleridir. Onların içerisinde inanmak düşünebilmek için vardır. Onun gerekleriyle sınırlıdır. Özgür düşüncenin her türlü imanın temelinde yer alabilmesinin koşulu, üniversitenin düşüncede hiçbir dogmanın boyunduruğunda tutulmamasıdır. Şu halde üniversiteler özgürce düşünürken toplum kendi inançlarının inşasında bu harcı başarıyla kullanabilecektir. Ülkemizde bu doğal ve zorunlu ilişki uzunca bir zamandan beri art niyetli bir zorlama ile tersine çevrilmek istenmektedir. Bunda ülkenin bir yararının bulunmadığını her aklı başında kişi görebilir. Kime yaradığını sormalıdır. Üniversitede öğrenci ve hoca olmak, toplumda bu sıfatla görünmek ve saygı görmek, bir görevi yerine getirmek, yönetmek, bu üniversitenin yüklediği bilinç, güç, görev ve sorumlulukla özgürce düşünmeye cesaret edebilmekle ve birbirini cesaretlendirmekle bir değer kazanır. Bunun karşısında yurttaşlar olarak bize düşen tek görev hiç bir kimseyi düşüncelerinden dolayı kınamamaktır. Bir yanlış çıkarsamayı önlemek için şunu hemen belirtmeliyim: Bir düşüncenin özgürce ifadesini, onun iktidarı ele geçirmek için siyasi parti olarak örgütlenmesinden ayrı tutmalıyız. Bir düşüncenin siyasi parti programlarında iktidar talep etmesinin, yanlışlanabilmek için ileri sürülebilmesi gereğinden farklı bir durum olduğunu görebilmeliyiz. Bu ikinci durum artık düşünce özgürlüğü alanından ayrı biçimde siyasi parti yasakları alanına işaret etmektedir. Özgürce, sorumluca, olgun düşünmek zahmetli bir iştir. Hele, kendimize zarar verebileceğini gördüğümüz düşünceleri söylemeye cesaret etmek pek harcımız değildir. Hoşgörünün en çok gösterilebileceğini düşündüğümüz üniversitelerde bile ihtiyatı elden bırakmayız. Toplum bu asalaksı dikkatliliğimiz ve asla vermediğimiz şeyler için mi bizi besliyor, koruyor, ayrıcalıklı kılıyor diye sormak geliyor içimden. Verebildiğimiz şeyleri yeterli gördüğü için mi biz varız? Verebileceğimiz şeyleri bir bilebilseydi, onları istemekte hâlâ bu denli isteksiz olur muydu? Yoksa üniversiteler, sosyalleşmenin, siyasallaşmanın, toplumsal denetimin farklı tarzda bir mekanizması mıdır? Öyleyse her siyasal hareketin ilk işi üniversiteleri ele geçirmek olacaktır. Önceki halleriyle mücadele de bu girişimin bir parçasıdır. Ancak yukarıdaki anlamda bir üniversitede toplumun ısrar etmesiyle tüm öğrenim ve araştırma gerçek mecrasına kavuşur. N CBT 1111/ 15 4 Temmuz 2008