24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HUKUK POLİTİKASI li başarısı bu yöndeki etkinliği büyük ölçüde geliştirmek ve yeni bir atılım kazandırmak olmuştur.” Aydın Sayılı, evrensel tarihin zincirleme birbirine bağlı olan dört ana uygarlıktan geçerek günümüze geldiğini açıklıyor: 1) Eski Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları; 2) Klasik Yunan Çağı Uygarlığı; 3) Ortaçağ İslam Dünyası Uygarlığı; 4) Batı Avrupa Uygarlığı. “Hint ve Uzakdoğu uygarlıkları da, hiç şüphesiz, insanlığın tarihsel kaderini belirlemede inkâr edilemez katkılara sahiptirler. Fakat bunlar evrensel düşünce tarihinde anayol üzerinde bulunmaktan çok, bu yoldaki ek etkiler şeklinde evrensel tarih sahnesinde belirmektedirler.” Hayrettin Ökçesiz hayret@akdeniz.edu.tr Yoksulun bir gururu kalmıştır, derler ya. Bugün işte onun içinden o gururu söküp aldılar. Birkaç gün öncesinden “ayaklar” diyerek aşağılananlar bu günde ölülerinin anısına orada özgürlük ve dayanışma şarkıları söylemek isterken kırmızı suyla boyanarak, gazla sopayla horlanarak, köşe bucak kovalanarak bir kez daha aşağılandılar. RÖNESANS’IN KAYNAĞI TÜRKİSLAM DÜNYASI Sayılı, Rönesans’ın kaynağının Türkİslam Dünyası olduğunu belirtiyor: “Batı Avrupa’nın bilgisizlik karanlığından sıyrılıp kurtulması, İslam Dünyası’ndan aldığı feyiz sayesinde mümkün olmuştur. Yoğun çeviriler yoluyla Batı Avrupa milletlerince İslam Dünyası’ndan alınan bu etkide tıp ve felsefe yanında, başta aritmetik, cebir, geometri, trigonometri ve astronomi olmak üzere, o çağın aşağı yukarı bütün bilim dalları yer almaktaydı. (…) Bilim, felsefe ve tıp kitaplarının on ikinci yüzyıl boyunca Arapçadan Latinceye tercümesinin Batı Avrupa’da on ikinci yüzyıl Rönesans’ı ile Karanlık Çağı sona erdirmiş olduğu, yerinde belirlenmiş bir olgudur.” Sayılı, fikirlerin ve bilimsel bilginin İslam Dünyası’ndan Batı Avrupa’ya intikalinin bu başlangıç ‘Rönesans’ından sonra sona ermeyip, daha incelikli biçimde devam ettiğini ve bir ölçüde on yedinci yüzyıla kadar sürdüğünü belirtiyor. O, Kopernik, Galile ve Harvey gibi bilim adamlarının ortaya koydukları bilim devriminin başlangıç safhalarında, İslam Dünyası’nın dikkat çekici etkileri olduğunu açıklıyor. Sayılı’dan öğrendiğimize göre, özel bir amaç için düzenlenmiş, bilimsel bir kurum olarak gözlemevi ilk defa İslâm Dünyası’nda doğmuş; dokuzuncu ve on altıncı yüzyıllar arasında Türkİslam Dünyası’nda gelişmiş, Semerkant Gözlemevi, Avrupa’ya etki açısından en önemli olandır. On üçüncü yüzyılın ikinci yarısının, İslâm gözlemevi tarihinde en önemli dönem olduğunu vurgulayan Sayılı, bu saptamaya Meragâ Gözlemevi’ni örnek olarak veriyor: “Burası araçgerecinin zenginliği, büyük kadrosu, yapılan çalışmaların önemi ve buraya bağlı astronomların niteliği ile etkileyici bir rasathaneydi. Ayrıca, istisnai uzun ömrü, vakıf gelirlerinin yardımıyla malî idaresi ve burada gerçekleşen önemli eğitim faaliyeti ile daha da önemlidir.” Gözlemevinin vakıf gelirleriyle mali idaresi, ömrünü uzatan en önemli etkendir. Sekiz yüzyıl önce, Türkİslam Dünyası’ndaki bilimsel çalışmalarda, mali ve idari özerkliğin önemi görülmüş ve uygulanmış. 9. yüzyılda, bir Türk idareci tarafından Kahire’de kurulan hastane, bazı bakımlardan daha sonraki hastanelere örnek olmuş. Burada farklı hastalıkların tedavisine ayrılmış, farklı kısımlar vardır; tedavi parasızdır; hastane girişinde, hasAydın Sayılı’nın doktora çalışmalarını yö talara özel elbiseler giydirilir. Bu da bize, hasneten, ünlü bilim tarihçisi Prof. Dr. tanede hijyen kurallarına önem verildiğini gösGeorge Sarton (1884–1956) teriyor. Hastanenin yanında cami, aşhane, eczane gibi birimler de vardır. 10. yüzyılda, basit bir formülle yerkürenin çevresini ölçen ilk bilim adamı Beyruni’dir. O, yaptığı ölçü ve hesaplarda olası hata sınırlarını göz önünde bulundurmaya özen gösterir. Sayılı, Beyruni’nin bir ortaçağ bilim adamından çok, on dokuzuncu yüzyıl modern bilimsel çalışma yöntemlerinin seçkin ve örnek bir öncüsü olarak karşımıza çıktığını yazar. Aydın Sayılı’nın eserlerinden, evrensel dünya tarihinde, uygarlık merkezinin yer değiştirdiğini, canlılar gibi uygarlıkların da gelişme ve gerileme aşamalarından geçtiğini görüyoruz. Yani gelişmişlik de, gerilik de mutlak, kalıcı şeyler değil. Nitekim günümüzde ileri uygarlığı temsil eden Batı’da, durgunluk, çürüme ve bilim karşıtı akımlar gözlemleniyor. Ulus olarak köklü bir uygarlığa dayanıyoruz. Atatürk’ün bizim önderimiz olması bir mucize değildir; o, bu topraklardaki bilimsel, tarihi, kültürel birikimin yarattığı bir oğuldur. Zaten Atatürk de bu gerçeği döne döne vurgulamıştır. Evrensel değerlerle birlikte kendi değerlerimize sahip çıkarak bilimin yol göstericiliğinde yurdumuzu bu zor dönemeçten çıkarmak ve başarılı olmak olanaklıdır. Konuyla ilgili kaynaklar: 1) Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, Profesör Aydın Sayılı’nın Kısa Biyografisi ve Bilimsel Faaliyetleri, İngilizceden çeviren: Dr. Melek Dosay, A. Ü. Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi (OTAM), Sayı: 5, Ankara, 1994. 2) Araştırma, DTCF FelsefeSosyolojiPsikoloji Bölümleri Dergisi, XIII. Cilt, Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’ya Armağan, Ankara, 1991. 3) Türkiye’de Bilim Tarihi Araştırmalarının Dünü ve Bugünü, AÜ DTCF Bilim Tarihi Anabilim Dalında Yapılan Çalışmalar, AÜ DTCF Yayınları: 975482, Ankara, 2003. 4) Mübahat Türker Küyel ve Mehmet Cemil Uğurlu, Erdem, Aydın Sayılı Özel SayısıI, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi, c.9, Sayı: 25. 5) Selami Çalışkan, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, c.2, Sayı: 4, 2004. 6) Bilim ve Ütopya dergisi, Eylül 1996, s.5355.; Temmuz 2000, s.640; Eylül 2000, s.1828, Ağustos 2005, s.2227. 1 Mayıs 2008 Taksim Meydanı’na çıkan caddeler, ara sokaklar tutulmuştu. İşçilerin, 31 yıl önce aynı gün, aynı yerde yaşadığı o insanlık dramının anısına daha gür, daha özgürce, sevgiyle, barış içinde seslerini duyurabilmek için bir araya gelmek özlemlerine geçit vermemeye kararlı otuz bin robocop, iki yüz panzer, bir sürü polis köpeği ve başka ne varsa yığılmıştı… Hükümet, güvenlik bürokratları, mülki idare biteviye bir telaş ve işgüzarlık içerisinde, ipe sapa gelmez gerekçelerle yasağı ve yaşamı felç eden, korku salan önlemlerini haklı göstermeye çalışıyor, kimi zaman satır aralarından, kimi zaman açıkça tehditler savuruyordu… Anlamakta güçlük çekiyordum. Gerçekten bu rahatsızlık, bu gocunma, gayretkeşlik niyeydi? İşçi sınıfı bu kez bir üçlüyü tamamlıyor bununla diye mi düşünüyorlardı? Bir uyanışın ilk adımları mıydı bu yürüyüş Taksim’e? Öyle mi sanıyorlardı? Orantısız bir korkuya kapılmışlardı. Elbette işçi sınıfının hafife alınamayacağını bilecek kadar onlar da tarihten haberdardı. Ama bunu bilselerdi, böyle yapmazlardı. Ayrıca ne denli küstahça bir şeydi, onlara ayak takımı anlamına gelecek birtakım sözler sarf etmek, köylüye, işçiye Tepebaşı’ndan bakarak Kasımpaşa’yı göstermek… Tarihte böyle yapanları ne hazin sonlar beklemişti. Okuyanlar bunları da bilirdi. Yoksa bildiklerimizden daha farklı bir şey mi biliyorlardı? Öyle ki, ne denli aşağılarsan o denli kırılır, ezilir, yok olur insanoğlu! Sonunda gelir sana kul köle olur. Öyle mi? 17 Haziran 1953, Rus tankları Berlin’de bir ayaklanmayı bastırıyor. Günther Grass’ın “Plebler Başkaldırmayı Deniyor (Plebejer Probieren den Aufstand)” adlı tiyatro yapıtının konusu bu. Plebeius Eski Roma’da avamın adıydı. Pleb aynı zamanda proleter demek. İşçiler, modern köleler, ağzıyla kuş tutsa da bu avam, böyle zaman zaman başını kaldırır. İşçi sınıfını her yerde, her güç ezmeye çalışır. Kendi içinden çıkanlar bile! Yoksulun bir gururu kalmıştır, derler ya. Bu gün işte onun içinden o gururu söküp aldılar. Birkaç gün öncesinden “ayaklar” diyerek aşağılananlar bu günde ölülerinin anısına orada özgürlük ve dayanışma şarkıları söylemek isterken kırmızı suyla boyanarak, gazla sopayla horlanarak, köşe bucak kovalanarak bir kez daha aşağılandılar. Onur kırıcıydı. Onlar ulaşamadıkları anıta koyacakları karanfilleri, utandıracak biçimde darpçılara sundular. Demokrasi, güçlü, özgür, yetkin yurttaşlar ister. Günümüzün süper kapitalizmi böyle bir yurttaşla başının derde gireceğini çok iyi bilir. Onun için, onun sosyal haklarını sonuna kadar budayarak, çalışma hayatının kurallarını işverenin dümen suyunda tutarak, işsizlik baskısıyla sürekli kaygılandırarak, kredi kartları borçlanmasına ve taksitli ödemeye dayalı tüketim düzeni kurarak siyasal insanın oluşumunu, gelişmesini neredeyse imkânsız hale getirir. Bu bir taşla iki kuş demektir: Hem kâr, hem iktidar… Bunlara rağmen üç beş yolunu şaşırmış işçi, böyle bir meydanda şarkı söylemeye heveslendiğinde bu büyükçe başların başı gözü yine de dönebilmektedir. Hukuka gelince… Kendine çiğnemek, halka uymak düşen, kendine salkımı, halka talkını uygun gören bir hukuk ve düzen kavrayışıyla laf salatası yapmanın hukukun, adaletin ne olduğunu çok iyi bilen bu halkın gözünde ne denli sefil göründüğünü söylemeye hiç gerek yoktur. Müdafaai Hukuk bu halkın savaşının adıydı. Kim unutabilir? İşçiler bu günde bir temel insan hakkını kullandı: Baskıya, zulme karşı direnme hakkını… Bu hakkı hiç kimsenin direnenin elinden almaya gücü yeterli değildir. Bu haklarını sivil bir itaatsizlik biçiminde kullandılar. Hukuk devletinde sivil itaatsizlik pozitif hukukun tanımak zorunda bulunduğu bir haktır. Yöneticilerin bunun bilincinde olmasında büyük yarar vardır. Her şeyden önce bunun ne olduğu konusunda aydınlatılmaya ivedilikle ihtiyaç duyduklarını düşünüyorum. Bu uygar direnişi kutluyorum. CBT 1103/ 15 9 Mayıs 2008
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle