23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

yapıldığında yüksek maliyetler çıkmaktadır. Her iki durumda da proje taraflar için cazibesini yitirmekte ve iş yapılamamakta. BİR ÇÖZÜM ÖNERİSİ Bunun çözümü için; döner sermaye kapsamındaki projeden tahakkuk eden kişisel payın yükseltilmesi ve bu payın diğer gelirlerle birleştirilmeden proje / fikir geliştirme şeklindeki işin niteliğine de uygun olarak telif kapsamında değerlendirilerek; tamamen sanayi üniversite işbirliğini teşvik etmek amacıyla Teknokentlerde yapıldığı gibi vergiden muaf tutulması veya hiç olmazsa ayrı vergilendirilmesi yerinde olacaktır. Böyle bir uygulama, yukarıda bahsedilen akademik yükseltme kriterlerinde yapılacak değişikliklerle birlikte genç bilim adamlarınızın sadece bilimsel çalışmalara değil bu tür teknolojik projelere de yönelmelerini sağlayacaktır. Böylece halen farklı düzeylerdeki kulvarlarda koşan bilim adamlarımız ve sanayicilerimiz yakınlaşarak birbirlerini daha iyi anlayacaklar ve somut olarak saptanan problemlerin çözümleri kolaylaşacak ve başarıya kısa sürede ulaşılacaktır. Böylece Türk teknoloji kulvarının düzeyi hızla yükselecektir. • Üniversite – Sanayi işbirliği için gerçekten Teknokentler, batı dünyasında başarılı olmuş uygulanır modellerdir. Ancak bugün teknolojik düzeyin bilimsel düzeyden düşük olduğu ülkemizde; ileri ülkelerde Teknokentlerin işletilmesindeki kriterlerin bizde geçiş sürecinde aynen uygulanması başarı şansını büyük ölçüde düşürmektedir. Zaten şu an çeşitli üniversitelerin teknokentlerinde yeralan firmaların büyük çoğunluğunun bilgisayar yazılım firmaları olması, ürün / proses geliştirme amaçlı firmaların bu oluşuma pek katılmaması bir aksaklığın olduğunu göstermekte. Aksaklık ise teknokentlerde üretime izin verilmemesinden kaynaklanıyor. Teknokentlerde, kanundaki “yeni ürün, yeni proses” koşulunu yerine getirmek şartıyla sanayimizin ihtiyacına yönelik sadece “yükte hafif, parada ağır” elektronik, nanokompozit, biyoteknolojik vb. değerli malzeme ve maddelerin çevreye uyumlu proseslerle üretimine belirli bir süre izin verilmeli. Ayrıca bu yapıdaki üretim proseslerinin üniversite sahasında yer alması uygun görülmediği veya yer temin edilemediği durumlarda teknokentlerin en yakındaki organize sanayi bölgesinde yer almasına imkan verilmeli. Bu tür üretimleri yapacak şirketlere bilim adamlarının ortak olmaları yasal teşviklerle özendirilmeli. Bunlara olanak sağlayacak yasal düzenlemelerin en kısa sürede yapılması teknokent faaliyetlerine ivme kazandıracak ve teknokentlerin, Üniversite – Sanayi işbirliği ile geliştirilmesi şeklindeki amacına ulaşmasını sağlayacaktır. 'Hızlandırılmış profesörlük' Hızlandırılmış Tren gibi olmasın! Prof. Dr. Nadir Paksoy, Sitopatolog, Serbest Hekim, İzmitKocaeli; gezginhekim@doktoruz.com P SARMAL OLUŞUNCAYA AKADAR Çözüm önerileri olarak sunulan bu yaklaşımlar, gelecek 1520 yıl içinde Türk teknoloji düzeyinin hızla yükselip ileri ülkelerde olduğu gibi aynı düzeyde BilimTeknoloji Sarmalı’nı oluşturulmasına kadar uygulanmalıdır. Zaten bu sağlandıktan sonra ülkemizde de “Bilim hızla teknolojiyi, teknoloji de aynı hızla bilimi çoğaltacaktır” ve daha sonra her iki alanda gelişmeler doğal seyrinde devam edecektir. Ancak buradaki önerilerden, ulusal teknolojimizin bu şekilde hızla yükseltilmesi sürecinde bilimsel çalışmaların ihmal edileceği gibi bir anlam çıkarılmamalı. Bilindiği gibi bilimsel gelişmeler dinamik olup süreklilik arzeder ve durağanlığa hiç gelmez. Bu nedenle geçiş sürecinde uygulamalı bilimlerde; iyi planlanmış, ileri ülkeler bilim düzeyinde ve kalitesinde özellikle disiplinlerarası ve makro düzeyli, dünyada ses getirebilecek nitelikte bilimsel çalışmalar, teorik bilimlerde ise; halen olduğu gibi münferit araştırmalar belli oranda TÜBİTAK ve üniversitelerimizin araştırma fonlarınca desteklenmeye devam edilmelidir. Ancak bu geçiş sürecinde öncelik ve ağırlık mutlaka ulusal teknolojimizi geliştirmeye yönelik araştırmageliştirme çalışmalarında olmalıdır. AB’ne uyum çalışmaları kapsamında yerinde bir kararla 2006 yılından itibaren uygulamaya konulan “ArGe çalışmalarına GSMH’dan ayrılacak payın giderek gelişmiş ülkeler düzeylerine (%2) çıkartılacağı” şeklindeki bilim ve teknolojiyi destekleme politikası; ancak yukarıda sunulan önerilerin hızla uygulanmasıyla başarılı olabilir. Böyle bir yaklaşımla bilim adamlarımızın / araştırmacılarımızın çalışmaları Türk Sanayii ve Teknolojisi’ne yönlendirilecek ve bu çalışmaların sonucunda ulusal teknolojimiz gelişecek ve milletimizin refah seviyesi hızla yükselecektir. Ancak bu şekilde, 44 yıldır AB kapısının açılmasını umutla bekleyen bir ülke değil, Atatürk’ün işaret ettiği “Muasır medeniyet seviyesine” en geç Cumhuriyetimizin 100. yılında erişmiş ve orada tarihine yakışır saygın yeri almış bir ülke olmamız mümkün olacaktır, olmalıdır da! rofesörlük akademik süreçteki en son basamaktır. Bu basamağa ulaşmak emek isteyen uzun ve zahmetli bir yolu aşmayı gerektirir. Bu unvan 'içi hakkıyla doldurulması' gereken, saygın bir konumu çağrıştırır. Çağdaş üniversite kavramı böyle buyurmaktadır. Bugünkü haliyle bile kendisinden beklenen bilimsel saygınlıkla pek bağdaşmayacak bir atama işleminin sonunda elde edilmektedir. Şöyle ki: YÖK yasasına göre profesör olmanın temel şartı doçentlikte 5 yılı doldurmuş olmaktır. Sonrası ne yazık ki, adayın birikim ve donanımından çok, rektörün tutumuna kalmıştır. Çünkü profesörlük rektörün açacağı kadroya bağlıdır. Kadro açılsa bile sizden daha az deneyimli, birikimli başka bir aday atanabilir; rektörün atamasını düşündüğü adaya uygun 'juriler' kurulabilir. Üniversite dünyamız böylesi örneklerle dolu. Böylesi aksaklıklar içeren sistemi daha adil ve daha bilimsel konuma getirmek için çalışmak yerine, atama ölçütlerini Anadolu üniversiteleri için kolaylaştırmak yanlıştır. Hem profesörlüğü bu şekilde alan akademisyenler hem de bu üniversitelerde okuyan öğrenciler için negatif ayırımcılıktır. Profesörler kendi aralarında '5 yıllık' ve ' 3 yıllık' diye ayrılacaklardır! Osmanlı ordusunun son dönemlerindeki gibi 'alaylı subay mektepli subay' örneği gibi! Öğrencilere gelince, mezun olduktan sonra iş bulmada zorlanırlar, çifte standartla karşılaşırlar. Batı üniversitelerindeki öğrenciler '5 yıllık' profesörden ders görürken, Doğu'dakiler '3 yıllık' profesörden ders göreceklerdir. Ayrıca bu taslak gerçeleşirse akademik yükseltmeler 'siyasi kayırmalara' da açık olacaktır. 'Liyakatsiz yandaşlar' 3 yılda 'hızla profesör' yapılabilirler.. 'Hızlandırılmış profesörlerin' mezun ettiği kişiler, meslek yaşamlarında 'hızlandırılmış tren kazalarıyla' Batı'dan mezun olanlara kıyasla daha fazla karşılaşabilir. Günümüzde bir gün bile üniversitede ders vermeden 'hülle yoluyla profesör ' olunabil mektedir. YÖK'ten öğretim üyesi yükseltme ve atama kriterlerini evrensel bilimsel temellere oturtması beklenir, yoksa kolaylaştırması değil. Yeni açılan üniversiteleri cazip kılmanın yolu 'kaliteyi sulandırmak'tan geçmemelidir. Siyasi yatırım amacıyla her ile açılan üniversitelere akademik kadro bulmanın yolu 'akademisyenliği kolaylaştırmak ve hızlandırmak' mıdır? Ucuz etin yahnisi misali,'kolay ve hızlı' üniversite eğitiminin bedelini yine bu toplum öder. İKİ ÖRNEK Çağdaş dünya üniverste eğitiminde kaliteyi günün koşullarına göre arttırıcı yeni koşullar getiriyor. Örneğin Almanya'da tıp eğitimi 6 yıldan 8 yıla çıkarıldı. Üstelik bu süre sonunda kişi sadece 'tıp fakültesi mezunu' diploması alıyor. Hekimlik yapamıyor. Pratisyen hekimlik yapabimesi için 2 yıl daha staj görmesi gerekiyor. Yani Almanya'da pratisyen hekim olabilmek için 10 yıl gerekiyor. Bizde 6 yıl. Almanya 'hekim ihtiyacım var' diye (olup olmaması bile önemli değil) süreyi 6 yılda tutmuyor, günümüz koşullarına göre 'standart bir pratisyen hekim'in ancak 10 yılda yetişebileceğini savunuyor ve uyguluyor. Bir örnek Ate İskandinavya'dan: Sitopatoloji yandal uzmanlık eğitimimi 199293'te Norveç'te yaptım. İskandinavya'da tıpta uzmanlıktan bağımsız olarak doktora (PhD) sistemi var. PhD'si olan bir uzman hekim akademik basamaklara tırmabiliyor, öğretim üyesi, profesör olabiliyor. PhD tezi olarak seçtiği konuda araştırma yapan aday (ortalama 5 yıl) bu konuyu açan alt başlıklarda 3'ü ilk yazar, diğer 2'si ikinciüçüncü yazar olmak şartıyla 5 yayınını uluslararası saygın dergilerde yayınlatmak zorunda. Sonunda bu 5 yayın, girişgelişme sonuç bölümleri eklenerek PhD tezi olarak sunuyor ve juri önünde savunuluyor. Yani İskandavya'da yapılan 'doktora tezinin ' uluslararsı değeri tezden sonra değil tez basılmazdan önce sınanıyor. Bu koşullar ağır bulan adayları tüm itrazlarına karşın Norveç Yüksek Öğrenim Kurulu şartları kolaylaştırmayı reddetti. O nedenle İskandinav PHD derecesi akademik dünyada saygınlık görmektedir. Devrik Tümce konusu Ömer Demircan 18 Nisan 2008 günlü Cumhuriyet Bilim Teknoloji eki 22.sayfada sayın Alb. Nusret Belirdi Bey, benim “Devrik tümce nasıl özgürleşti” başlıklı yazım üzerine gönderdiği anınot içinde açık değil ama sanki: “Türkçede yüklem sonda bulunur” demek istiyor. Oradaki açıklama kendi tümcesinde konu (Belediyeye) ile yüklem (gidiyorum) ilişkisi üzerinedir. “Devrik tümce” ile hiçbir bağlantısı görünmüyor. Devrik konumlama, söz içinde bilgisel yerleşim, ezgisel oynaklıkla ilgilidir. Bir bakıma, önemsiz ama dışlanamayan öge yüklem ardına geçer, odak ortalanır. Devrik işlemin roman ve denemede geçiş sıklığı yüzde 25 dolayında çıkıyor. Sözlü anlatımda bu oran daha yüksektir. Üstelik kimi anlamlar devrik dizime yüklenir. Örneğin Sait Faik’Garson’ adlı (1936) öyküsünde “... Ancak müşteriler gittikten sonra kadın ağzını açardı. Daha doğrusu açardı ağzını...” der. Oradaki “açardı ağzını” öbeği “ağzını açardı”diziminden ayrı anlam taşır. Devrik tümcede hangi ögenin sona geleceğine ilişkin bir kural belirlenemediği için, noktalama kullanılmayan eskiyazı döneminde bu işlem yasaklanmış. Leylâ Erbil ona dayanarak, noktalama kullanmadan kimi tümce ögelerini ustaca salındırıyor: “... yığınla işim var bugün konuklarım gelecek...” sözü içinde noktalama yoksa “bugün” sözcüğü önceki tümceciğe de, sonraki tümceciğe de bağlanabilir. 1928 Harf Devrimi ile noktalama zorunlu kılındığında, devrik tümce de sonu belirlenir duruma gelerek o günden sonra yasak kalkmış: “... yığınla işim var bugün. Konuklarım gelecek...”. Ataç, daha 1953 yılında: ... Türkçede yoktur belli birer yeri failin, fiilin, nereye getirseniz olur, söylediğiniz , yazdığınız da anlaşılır, der. Bu yorum doğrudur; tümcede konumlama bilgisel, iletişimsel yapılanmaya bağlıdır. CBT 1101 / 22 25 Nisan 2008
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle