01 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

BİLİM VE TOPLUM Çağdaş Safsata’nın Şövalyeleri Türkiye’nin politik gündemi iki konu üzerinde yoğunlaşmakta: Laiklik ve Şeriat, Din ya da Bilim’in egemenliği. Diğer bütün önemli konulara getirilen yorumlar bu iki konudaki tutumlara bağlı yönlenmekte. Bu konular Osmanlı İmparatorluğu Türkiye Cumhuriyeti tarihi aksı üzerinde şekilleniyor. Örneğin Cumhuriyet, Osmanlı’ya göre daha gerici miydi, tartışması bu aks üzerinde. Doğan Kuban ünyanın bütün gelişmiş ya da gelişmemiş toplumlarında geçmişe dönmek isteyen azınlıklar, ileriye ve yeniye dönük yaşayan azınlıklar ve büyük çoğunluğu oluşturan günü gününe yaşayanlar vardır. Bu grupların düşüncelerini ifade eden toplumsal ve kültürel söylemlerden geçmişte daha iyi günler hayal edenlere ‘gerici’ (reactionnaire), yeni atılımlar peşinde olanlara ‘ilerici’ denir. Fakat en güçlü söylem günü gününe yaşayan ve ancak ertesi günü düşünebilen kalabalıkların günlük medyada yeralan, entelektüel içeriği boş, fakat yönlendirici söylemidir. Bu temel söyBatı karşısında ekonomik lemlerin dışında sadece kendi şöhreti, olarak iki büklüm, AB kapıya da menfaati için sında nöbetçi, global ekonoher doğrultuda kılıç mi oyununun at koşturduğu sallayan bir söylem oldukça az okumuş bir ülketürü daha vardır. de, iktidarın işine yarayacak Bunun ustalarına eski Yunanda Sofist safsata üretmek ekonomik denirdi. Sofizm’in bir yatırımdır. Yeni sofizm’in Osmanlıcası safsatersaydınlanmış temsilcileri ta’dır. Safsata, doğçokluk köşe yazarları, sosruymuş gibi görünen yal bilimciler ya da teknoeğri düşüncelere verilen addır. En büloglar içinde yetişiyor. yük ustaları Protogoras olan sofistleri bize tanıtan, denemelerinde tanımlayan Eflatun’dur. Türkiye’de bu sonuncular postmodernist, liberal, cumhuriyetçi, demokratik kisve ya da maskeler ve hem akdan hem karadan yana söylemleriyle toplumun kafasını karıştırdıkları için bu sofizm’in hangi konuda yoğunlaştığını irdelemek yararlıdır. D Ben Sarıkamış’ta Ruslara esir olmuş bir Osmanlı subayının oğluyum. Cumhuriyetin elinin henüz zor uzandığı Anadolu’nun ilkokullarında okudum. Ve bundan on yıl öncesine kadar tartışmayı düşünmediğim konuların Cumhuriyeti yıkmağa yönelik söylemlere konu olduğunu gördüğüm zaman, nedenlerini anlıyor olsam da, ciddi olarak irdelenmesi gereken yaygın entelektüel hastalıklar olduğu kanısındayım. BELLEKTEKİ BİLGİLER Türk toplumu, daha Atatürk doğmadan önce, Rusların Yeşilköy’e zafer anıtı diktiklerini, sonra Bulgar ordusunun Çatalca’ya geldiğini, Birinci Dünya Savaşı’nda İstanbul’la birlikte Anadolu’nun bir çok yerinin işgal edildiğini ve İstanbul’daki Osmanlı hükümetine Sevr anlaşmasının imza ettirildiğini hatırlıyor. Osmanlı döneminde Anadolu’da dişe dokunan bir tek fabrika olmadığını, tek bir ana demiryolu olduğunu, okuma yazma oranının da Cumhuriyetten önce %7 olduğunu hatırlıyor. O günün 810 milyonluk Anadolusu ile bugünün 75 milyonluk Türkiye’sini karşılaştırmak olasılığı yok. Bu imparatorluğun cehaletten battığını anlatan pek çok tarihi belge arasında iki tanesini anımsatacağım. Fatih’in kendisine genç yaşta hoca seçtiği ve vezirliğe kadar yükselttiği çağının en parlak zekâlarından kabul edilen Sinan Paşa’nın Maarifname adlı kitabından Mertol Tolun’un aldığı bir pasaj : "Nesnelerin gerçeği ve varlığı üzerindeki yargılarda ayrıntılar iyi bilinmeli. Fakat dini kuralların ve şeriatın yolunu gözetmek gerek. Aklına uyup gitmeyeceksin. Gerçi akıl esastır. Ama onda hata eksik olmaz. Ondaki hayalleri değme adam açık olarak gerçekten ayıramaz. Şeriat yolunda öyle şeyler vardır ki akıl oraya ulaşamaz. Çünkü akıl dairesi dışındadır. Akıl o işe karışmaz. Şeriat ne derse akıl iman edip susar." (M. Tolun, Tazarruname, 7) Bu, onbeşinci yüzyıl. 350 yıl sonra Üçüncü Selim’in çaresizliğinden sarayda ağladığı ve öldürüldüğü, İkinci Mahmud’un katillerden zor kurtulup Vakai Hayriye’yi gerçekleştirdiği dönemden sonra, 1839’da Mustafa Reşit Paşa’nın okuduğu Gülhane Hattı Hümayun’un ilk paragrafı: GÜNDEMİN KONULARI Türkiyenin politik gündemi iki konu üzerinde yoğunlaşmakta: Laiklik ve şeriat, Din ya da Bilim’in egemenliği. Diğer bütün önemli konulara getirilen yorumlar bu iki konudaki tutumlara bağlı olarak yönlenmektedir. Bu konular Osmanlı İmparatorluğu –Türkiye Cumhuriyeti tarihi aksı üzerinde şekilleniyor. Örneğin Cumhuriyet Osmanlı’ya göre daha gerici miydi, tartışması bu aks üzerindedir. Bu bağlamda ilk saptama, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti arasında, politik strüktür açısından varolan farklılaşmanın aynı toplumun kendi iç gelişmesi olduğunu anımsamaktır. Cumhuriyet rejimini kuranlar, Osmanlı imparatorluğunu yıkan Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusu komutanlarıdır. larına tam uyulduğundan, ülkemizin gücü ve bütün tabasının mutluluğu en yüksek noktaya çıkmıştı. Ancak yüzelli yıl var ki (Viyana Bozgunu sonrası) birbirlerini izleyen kargaşalıklar ve çeşitli nedenlerle şanlı şeriat’e ve yüce yasalara uyulmadığından, evvelki kuvvet ve refah tam tersine zayıflik ve fakirliğe dönüştü. Oysa şeriat yasaları ile yönetilmeyen bir ülkenin varlığını sürdürebilmesinin imkansız olduğu ortadadır." Bunu izleyen paragrafta ise şeriat doğru uygulanacağı için 510 yılda kalkınılacağından, memurların rüşvet almayacağından söz edilir. Şeriat’ın yanı sıra bir kaç yasa da çıkarılacağından söz edilir. Fransız Devriminden 50 yıl sonra Osmanlı devleti dine kesin taviz vererek reform yapmağa girişir. Birşey değişmememiştir. Borçlar boğaza kadar çıkıp, rüşvet artmış, Düyunu Umumiye, yani yarı sömürge rejimi kurulmuştur. Osmanlı rejimi Sevr ile kendi ipini kendi çekmiştir. Savaşarak kendini bu politik enkazdan kurtaran Türk toplumunun kurduğu Cumhuriyet’in ilk yapacağı şey, din ve devleti ayırmak olacaktır. Bu sadece Fransa’nın değil bütün Avrupanın kabul ettiği çağdaş politik rejimler ölçütüdür. Ve Matbaanın kabulü gibi, Avrupa’dan ikiyüz yıl sonra gerçekleşmektedir. Liberal ideoloji kişi üzerine kurulur. Bu kişinin devlete karşı haklarını, ifade ve davranış özgürlüğünü, dini ve diğer ideolojilerin baskılarından bağımsız olmasını öngörür. Solcular liberalleri serbest pazar ekonomisinin ajanları olarak görürler. Sağcılar ise kurumlara ve geleneklere saygısız olmakla suçlarlar. Cumhuriyetin Osmanlı’ya göre geri olduğunu savunmak Liberalizm’le açıklanamaz. Şeriat devletinde kişi nerede, özgürlük nerede? İşte bu ikilem (daha doğrusu açmaz) sofist mantık kuşkularını akla getirir. Yunanlılar bilge adama sofist diyorlardı. Bunlar halkı eğiten kişilerdi. Fakat sadece bir tartışmayı kazanmanın tekniklerini öğrettikleri ve bu işi para için yaptıkları için Eflatun bunlara şarlatan diyordu. Gerçi çağdaş felsefe tarihi sofist’lerin Sokrates’e yakın bir tutumla ve şüphecilikle çağın epistomoloji ve etik sorunlarının kaynaklarına inmeye çalışan düşünürler olduğunu ve daha demokratik bir akımı temsil ettiklerini savlarsa da, düşünce tarihinde önemli fikirleriyle değil, tartışmalarıyla tanınırlar. Gorgias Sokrates’e söylev sanatının ne olduğunu şöyle anlatır: "Mahkemelerde yargıçları, kurultayda üyeleri, halk toplantısında ya da buna benzer siyasi toplantılarda vatandaşı kandırmak için sözden büyük ne var? Sözün gücünü edindin mi, hekim de, beden eğiticisi de senin buyruğuna girer; zenginlikler topladığını söylediğin sarraf da o zenginlikleri kendi için değil, konuşmayı, kalabalığı kandırmayı bilen senin için toplamıştır." Eflatun Sofist adlı denemesinde bir sofisti şöyle tanımlar: "içtenliksiz, kendini beğenmiş bir taklitçilikten kaynaklanan karşıt yargı yapmak sanatı, sözcüklerle oynanan bir gölge oyunu." (B. Russell’den alıntı) biten bir narsisizm, hiciv ve alaylı üslupla yansımıştır. Akıl yerine duyguyu yeğler. Nesnellik ortadan kalkmıştır. Lyotard’ın ‘Postmodern Koşullar’ adlı kitabında vurgulandığı gibi, bilimin saptayıcılığına karşı da çıkılır. Kuşkusuz bunu daha çok bilim adamları değil, edebiyatçı ve filozoflar üstlenir. Postmodernizm’de her şey göreceli ve kişiseldir. Bu, artık modası geçmiş akım, çağdaş Türk sofizmini teşvik eden nedenlerden biri olmakta devam ediyor. Batı karşısında ekonomik olarak iki büklüm, AB kapısında nöbetçi, global ekonomi oyunun at koşturduğu oldukça az okumuş bir ülkede, iktidarın işine yarayacak safsata üretmek ekonomik bir yatırımdır. Yeni sofizmin tersaydınlanmış temsilcileri çokluk köşe yazarları, sosyal bilimciler ya da teknologlar içinde yetişiyor. Gerçek bilim dünyası ile ilişkileri yok. Gerici söylemi destekleyen tezlerle ortaya çıkıyorlar. Batı emperyalizminin hortlamış eğilimleriyle çakışan yorumları var. Kıbrıs Rumlarının, Ermeni tezlerinin yollarına halı seriyor, Türkiye üzerindeki sevimsiz emelleri sırıtan yeni haçlı tezlerine de olumsuz bakmıyorlar. Bunlar ikinci Sevr’ci olmayabilirler, ama Cumhuriyet karşıtı bütün eğilimleri destekleyen ve örtüşen tavırlarlarıyla Damat Ferit Paşa, Ali Kemal, Hürriyet ve İtilaf gibi adları düşündürüyorlar. timin zavallılığını, ne üniversitedevlet anlaşmazlığını, ne tarımı, ne kent topprağı soygununu, ne de imamdan vali yapma girişimlerini sorgulamıyorlar. Şeriat kavgası yapan bir iktidarın, bütün üyeleri laik olan bir topluluğa katılmak isteyen bir iktidarın neden şeriat kavgası yaptığını sorgulamıyorlar. Komprador ekonomisini sorgulamıyorlar. İktidarla bir modus vivendi içinde gül gibi geçiniyorlar. Bütün sorun 192338 arasında. Sorunlar orada, yanıtlar da bu sofistlerin köşe yazılarında. 19251945 arasında uygarlığın birçok özellikleri yokmuş. Kurtuluş Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında Osmanlı toplumu, bir banyoya sokulup birden bire uygar olacaktı anlaşılan. Herhalde bu hokus pokusu liberal ve postmodern sofistlerle çok sevişen Ne var ki tarihçiler ve AKP yaptı. HANGİ DÜŞÜNCE? ELEŞTİRİ VAR, AMA DÜŞÜNCE YOK Bütün bunları eleştirel düşüncenin özgürlüğü için yapıyorlarmış. Bu yargılarda eleştiri olduğu kesin, ama düşünce olduğu o kadar açık değil. Eleştiriler Türkiye’nin gerçek sorunlarını mı ele alıyor, yoksa eleştirmek fırsatı yaratmak için özel konular mı seçiliyor? Herhalde kimse farkına varmadan Türkiye’de eğitim gelişti, bilim ve felsefe üretilmeğe başlandı, kavramsal düşünce yeni düzeylere ulaştı, tarih bilinci topluma mal oldu. Kuşkusuz buna paralel bir de eleştiri olacak. Ne var ki tarihçiler ve eleştirmenler nedense sadece Atatürk rejimini sorguluyorlar. Ne IMF’i, ne Avrupa Birliği’ni, ne dinci ayaklanmayı, ne ilk öğre Bu çok Osmanlıcı’ların Türkiye için düşündürücü tutumlarının başında gerçek bilimsel düşünce ile ilgili olmamaları gelmektedir. Akıl’a karşılar. Nakil bir kez söylenir. Ve sonsuza kadar yinelenir. Türk toplumunun güncel sıkıntısı, cehaletin çürüttüğü çağdaş toplumsal söylemin üniversiteye kadar ulaşmış olmasıdır. Akıla dayalı bilimsel düşünce zamanı izleyen, yenilenen, hiçbir dogma’ya dönüşmeyen bir sürekli bilgilenmedir. Atatürk 1933’de "Benim gerçek mirasçcılarım akıl ve bilim peşinde olanlardır" dediği zaman, hiç donmayacak, hiç durmayacak bir yenilenmeden söz ediyordu. Liberallere ve postmodernist’lere de böyle bir yol gösterici daha uygun düşmez mi? Böylece komplo teorilerine de hedef olmazlar. eleştirmenler nedense sadece Atatürk rejimini sorguluyor. Ne IMF’i, ne Avrupa Birliği’ni, ne dinci ayaklanmayı, ne ilk öğretimin zavallılığını, ne üniversitedevlet anlaşmazlığını, ne tarımı, ne kent toprağı soygununu, ne de imamdan vali yapma girişimlerini sorgulamıyorlar. Bilim ve Kemalizm Kemalizm, ulusun ve bilimin egemenliği ideolojisidir. Bu nedenle de ulusal ve bilimsel egemenliğin bulunmadığı ezilen ve geri tüm uluslara yön veren bir ideolojidir. Osman Bahadır, [email protected] kenin varlığını görüyoruz; 1 Ulusun egemenliği ilkesi, 2 Bilimin egemenliği ilkesi. Mustafa Kemal’in bütün eserlerinin arkasındaki iki temel ilke budur. Çok karmaşık görünen bütün gelişmelerin ve girişimlerin ardında bu iki ana ilke yatar. Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenme ve sürdürülüş tarzı da, cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, inkılapçılık, laiklik ve devletçilik ilkeleri de, diğer bütün siyasi ve sosyal reform girişimleri de bu iki ilke CBT 1029/12 8 Aralık 2006 "Herkesin bildiği gibi, devletimizin kuruluşundan beri Kuran’ın yüce hükümlerine ve şeriat yasa Belki Postmodernizm’in teşvik ettiği bir tavırdan da söz etmek gerekir. Postmodernizm sürekli gelişmeye, bilimsel bilginin gerçeği yansıttığı inancın, modernizmin insanın geleceğine ilişkin büyük umutlarının karşısına çıkan bir entelektüel tavırdır. Kant ya da Marx yerine Nietzsche’yi yeğler. Bu akım edebiyat ve sanata kendinde başlayan ve Yazının devamı arka sayfada CBT 1029/13 8 Aralık 2006 ZIRVALIĞA BAKIN! Bütün bunları eleştirel düşüncenin özgürlüğü için yapıyorlarmış. Bu yargılarda eleştiri olduğu kesin, ama düşünce olduğu o kadar açık değil. Eleştiriler Türkiye’nin gerçek sorunlarını mı ele alıyor, yoksa eleştirmek fırsatı yaratmak için özel konular mı seçiliyor? SOFİST MANTIK Şimdi bu reddedemeyeceğimiz tarihi gerçekler üzerinde liberal düşündüğünü söyleyen bir adam "Atatürk rejimi Osmanlı’ya göre geridir" derse ne anlama gelir? POST MODERNİZM S on günlerde Kemalizmin bir ideoloji olmadığını öne sürenler oldu. Onlara göre Kemalizm olarak nitelendirilebilecek ideolojik bir çizgi yoktur, sadece "Kemal’in yaptıkları" vardır ki, bu da karşılaşılan sorunları çeşitli biçimlerde çözmüş olmaktan ibarettir. Acaba gerçek böyle midir? İdeoloji, bir sosyal topluluğun çıkarlarını savunma davranışının sistematik ifadesidir. Mustafa Kemal’in bütün yaptıklarına baktığımızda, davranışlarının tamamına yön veren iki temel il BİLİM VE TOPLUM
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle