18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 2 OCAK 2011 PAZAR [email protected] 12 PAZAR KONUĞU Emekli Büyükelçi Süha Umar Balkanlar’daki altüst oluştan dersler çıkarılması gerektiğini söyledi: Yugoslavya kulağımıza küpe olsun SÖYLEŞ LEYLA TAVŞANOĞLU Emekli Büyükelçi Süha Umar son yıllarda Türkiye’nin dış politikada hata üstüne hata yaptığına dikkat çekiyor. Komşu ülkelerle sıfır sorun politikasının ise uygulanabilir olmadığına, karşı tarafın sıfır sorun istememesi halinde ciddi çatışmalara bile yol açabileceğine dikkat çekiyor. Siz Sırbistan’da büyükelçilik yaptınız. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun sıfır sorun politikası Balkan bölgesinde de geçerli oldu mu? S.U Batı Balkanlar dahil Balkanlar’a bakalım. Cumhuriyetin hemen öncesine gidelim. Osmanlı İmparatorluğu bir Balkan imparatorluğuydu. Oradan Avrupa’nın daha içlerine; Avusturya’ya, Almanya’ya girmeye çalıştı. Osmanlı’nın bu temel yaklaşımını doğrulayan çok belirgin bir başka gözlem var. Osmanlı İmparatorluğu Balkanlar’ı kaybettiği zaman dağıldı. Çünkü Osmanlı’nın düzeni, Balkanlar’ın getirisi üzerine kurulmuştu. O bölgeyi tanıdıktan sonra bunun doğru ve akılcı bir politika olduğunu görüyorsunuz. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk de aynı anlayışta. Ama Balkanlar’ı geri alıp Türkiye’yi oraya taşımayı düşünmüyor. Türkiye’nin geleceğinin güvenlik ve ekonomik açıdan Balkanlar’da olduğunu görüyor ve bütün Balkan ülkeleriyle iyi ilişkiler kuruyor. Arkasından da Balkan Paktı’nı yapıyor. İyi de AKP hükümetinin, Balkanlar’ın yıllarca ihmal edildiğini ama kendi girişimleriyle bu ilişkilerin yeniden başarıyla canlandırdığını savunmasına ne diyorsunuz? S.U. Bu savın hiçbir temeli yok. AKP’nin bugün, “Biz bulduk, yapıyoruz” deyip, bulamayıp başaramadıklarını Atatürk çok önce görmüş ve başarmış. Atatürk ayrıca Ortadoğu ve Kafkaslar’la da benzer ilişkiler kurmuş. Sadabad Yugoslavya, İngiltere, Fransa, Almanya üçlüsü tarafından parçalandığında nüfusu 24 milyon ekonomisi ahım şahım olmayan bir ülkeydi. AB buna bile tahammül edemedikten sonra 75 milyonluk Türkiye’ye ne tavır alır? Paktı bu düşüncenin eseridir. Türkiye bu politikası sayesinde bir sürü badireyi hiç zarar görmeden atlatmış. Bugün AKP iktidarının sata sata bitiremediği varlığını yapmış ve bugünkü gelişmişlik düzeyine ulaşmış. Cumhuriyetin başarısı, var olanı satıp, yatırıma değil tüketime harcanan paralarda değildir. Bu, seksen yılın birikimidir. İşte bu gelişmede Balkanlar’ın önemli bir rolü var. Neden? S.U Türkiye’nin ekonomisinin bütün diğer ekonomiler gibi, dünya ekonomisiyle bütünleşmiş ve ihracata dayalı olması lazımdır. İçeride de üretime dayalı olmak gerekir. Bugünkü gibi varlıkları satarak ve yüksek maliyetli, sakıncalı sıcak para toplayarak tüketime yönelik, yatırım yapmayan bir ekonomi batmaya mahkumdur. Bugün Türkiye’de, o da sadece çok küçük bir kesime yarar sağlayan, sıcak paraya, tamamıyla parasal hareketlere dayalı, aldatıcı bir ekonomik gelişme var. Bunun yürümediğini 199798’de Güneydoğu Asya’da gördük. Diğer taraftan, Türkiye’nin dış ticaretinin neredeyse yarısı AB’yle. Bu bile tek başına, Balkanlar’ın önemi açısından önemli bir gösterge. AB ticareti Balkanlar üzerinden yapılıyor. Bir örnek: Her yıl Türkiye’nin Sırbistan’dan 120 binden fazla TIR’ı geçiyor. Bunlar AB ülkelerine mal taşıyıp oralardan da Türkiye’ye mal getiriyorlar. Bu örnek Sıfır sorun politikasında yaklaşımınız tek taraflıysa sürekli ödün verirsiniz. Ödün vermenin de bir sınırı vardır. Sınır ulusal çıkarlardır sonunda ulusal çıkarlardan hiç kimsenin vazgeçmesi mümkün değildir. görüşmelerin kaçıncısının yapıldığını hatırlamıyorum. Yunanistan, sorun olarak gördüğü Kıbrıs, Ege hava sahası, karasuları, kıta sahanlığı gibi konulardan geri adım attı mı? Benim bildiğim atmadı. Aksine, tüm bu konuları kendi isteği doğrultusunda çözebilmek için, Türkiye’yi her platformda sıkıştırma politikasını giderek güçlendiriyor. Öte yandan Balkanlar’da önemli bir geçmişimiz bulunuyor. Bu geçmişin ülke içine yansıyan yönü de var. Bugün yaklaşık 9.5 milyon Türk vatandaşı Balkan kökenli. Bu insanlar Türkiye’de iç, dolayısıyla da dış politikayı önemli ölçüde etkilerler. Bir de bütün Balkan ülkelerinde bu insanların hâlâ bağlantılı olduğu gruplar var. Bütün bunlara baktığımız zaman Balkanlar’ın Türkiye için yaşamsal önemi olduğu görülüyor. Burada Türkiye’nin hata yapma lüksü yoktur. Peki, Türkiye hata yapıyor mu? S.U Yapıyor. Bir örnek vereyim; Türkiye 2008’de Sırbistan konusunda vahim bir hata yaptı. 17 Şubat 2008’de Kosova bağımsızlığını ilan etti. Kâğıt üzerinde de, fiiliyatta da gerçekçi bir değerlendirme yaptığınız zaman, Türkiye’nin Kosova’nın bağımsızlığını tanımaması düşünülemez. Yapılan hata bunun zamanlamasında. Ben o sırada Sırbistan’a büyükelçi atanmıştım. Gitme aşamasındaydım. Bu görüşümüzü birçok meslektaşımla birlikte bile Sırbistan’ın, dolayısıyla Balkanlar’ın Türkiye için önemini göstermeye yeterlidir. Balkanlar’da ve genel olarak “sıfır sorun politikası” zaten yürüyecek bir politika değil. Devletler arasındaki sorunlar ya ortaktır ya da tek taraflıdır. Bizim komşularımızla sorunumuz olmayabilir ya da olmadığını düşünebiliriz. Ama onların da bizim gibi düşünüyor olmaları lazım. En azından var olan sorunları çözmek istemeliler. “Sıfır sorun”un başarı koşulu budur. Bütün tarafların aynı yaklaşımı benimsemesi gerek. Sıfır sorun başımıza dert açıyor Sıfır sorun politikası onun için mi yürümüyor? S.U Evet. Çok açık değil mi? Aksine, Türkiye’nin başını ciddi derde sokabilecek bir yönde ilerliyor. Sıfır sorun politikasında yaklaşımınız tek taraflıysa sürekli ödün verirsiniz. Ödün vermenin de bir sınırı vardır. Sınır ulusal çıkarlardır. Sonunda ulusal çıkarlardan hiç kimsenin vazgeçmesi mümkün değildir. Diyelim ki o güne kadar hep ödün verdiniz ve karşı taraf da almaya alıştı. Bu durumda üzerinize daha fazla geleceği muhakkak. Karşı taraf kendi kafasındaki ulusal çıkarını gerçekleştirmek için sizi sıkıştıracaktır. Onun ulusal çıkarının sizinkiyle bağdaşması söz konusu değildir. Zaten öyle olsa hiçbir sorun çıkmaz. Yunanistan’la istikşafi Dışişleri kendine düşeni yapmadı Bu biraz komplo teorisi değil mi? S.U Hayır, değil. Dış politikada en kötü olasılığı da dikkate almak zorundasınız. Gerçekçi olmak lazım. Kaldı ki, böyle düşündüklerinden korkup çekinmenin âlemi yok. Ama bu gerçeği görüp tedbirini de almamız gerekiyor. Devekuşu politikası gütmeyelim. Aksi halde bir noktadan sonra gelişmeleri engelleyemezsiniz. Bence Yugoslavya Türkiye için çok ciddi bir örnektir. Yugoslavya, AB, daha doğrusu İngiltere, Fransa ve Almanya üçlüsü tarafından parçalandığında toplam nüfusu 24 milyon civarında, ekonomisi ahım şahım olmayan ama kendine yeterli bir ülkeydi. AB buna bile tahammül edemedikten sonra 75 milyonluk, dünyanın 17. büyük ekonomisi olan Türkiye’ye ne tavır alır? Tabii bu mutlaka böyle olacak demek değil. Tam üye adaylığı sırasında, AB yetkilileri Türkiye’nin hazmedilmesinin çok güç olduğunu söylerken bunu mu kastettiler? S.U Evet. “Seni ancak hazmedebileceğim büyüklükte olduğun zaman tam üyeliğe kabul edebilirim” demeye getirdiler. Bu yaklaşıma bakarak, “Seni hazmedebileceğim bir düzeye indireceğim,” demek istiyor ya da en azından aklından bunun da geçiyor olabileceğini düşünmeliyiz. Ancak, işin şu yönü de var. Bunu açıkça söylediğimiz zaman AB ile çatışmamız lazım. Gerek yok. Onlara, “Bu yaptığın yanlıştır. Sana da bana da zarar verir” diye anlatmaya devam etmeliyiz. Ama tedbiri de elden bırakmamalıyız. Peki, Türk tarafından bu tür telkinler yapılıyor mu? S.U Pek sanmıyorum. Burada meslektaşlarıma da bir serzenişte bulunmak zorundayım. Onlar da kendilerine düşen görevi gereği gibi yapmadılar. Dışişleri Bakanlığı’nın görevi politika oluşturmak değildir. Politikanın temel kurallarını, çizgilerini hükümetler belirler. Ama Dışişleri’nin görevi o temel tercihlerin doğru yönde ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır. Birçok konuda bunu yapmadılar. Bir yıl öncesine kadar AB adeta dokunulmazdı. Dışişleri Bakanlığı’nda ve bakanlık dışında küçük bir grup bu işe hiç kimsenin katkıda bulunmasını kabul etmiyor ve bunu engellemek için elinden geleni yapıyordu. İki önceki büyükelçiler konferansında bazı uyarılarda bulunduğum için beni “ulusalcı” olmakla suçladılar. P O SÜHA UMAR İstanbul, 1945 doğumlu. Yükseköğrenimini A.Ü. R Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde tamamladıktan sonra 1967 yılında Dışişleri Bakanlığı’nda üçüncü kâtip T olarak göreve başladı. Arjantin’de başkâtip, R Bulgaristan’da maiyette başkonsolos; Strasbourg’da (Avrupa Konseyi) müsteşar; NATO ve AGİT nezdinde E Türkiye Daimi Temsilciliği’nde Daimi Temsilci sonra, Yardımcısı gibi önemli görevlerde bulunduktan 1995 yılında Ürdün’e büyükelçi atandı. Kral Hüseyin tarafından Ürdün’ün en büyük nişanı; 1. Derece İstiklal Madalyası’yla taltif edildi. 1999’da kendi isteği ile emekli oldu. 2002’de Dışişleri Bakanı’nın isteği üzerine tekrar büyükelçilik görevini üstlendi. 20042008 yıllarında Dışişleri Bakanlığı İkili Siyasi İşler (Afrika ve Doğu Asya) Genel Müdürü olarak görev yaptı. 2008’de Belgrad Büyükelçiliği’ne atandı. Geçtiğimiz ay emekli oldu. Çevre, doğal yaşam ve avcılık konusunda, Milliyet, Yeni Günaydın, Yeni Yüzyıl ve Haber Türk gazetelerinde köşe yazıları, ayrıca pek çok makale yazdı. Çevre alanında çok sayıda ödül aldı. bakanlıkta yaptığımız değerlendirme toplantılarında dile getirdik. Ama siyasi iktidar bizi dinlemedi. Peki ne yaptı? S.U Kosova’yı, fazladan bir getirisi olmayacağını göremeyerek, Türkiye’nin çok daha geniş çıkarlarını gözden kaçırarak, ilk tanıyan ülke olmak yarışına girdi. Sırbistan hem Kosova’nın tanınmasını ülke bütünlüğüne karşı atılmış bir adım olarak gördü hem de Sırbistan’da, en üst düzey dahil, “Türkiye bizi yanılttı” kanısı yerleşti. Belgrad’a gittiğimde bu düşüncelerini yüzüme söylediler. Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadiç son derece aklı başında ve düzgün bir kişidir. Samimiyetle Türkiye’yle ilişkileri geliştirmeye ve ilerletmeye çalışır. 2007 sonunda Türkiye’ye gelmişti. Neler konuşulduğunu bilmiyorum ama o zaman Cumhurbaşkanı Gül ve görüştüğü diğer kişiler galiba kendisine, “Kosova’yı tanıyacağız ama çok da acele etmeyeceğiz” izlenimini vermişler. Ama Ankara Kosova’nın bağımsızlığını ilk tanıyanlardan birisi olmadı mı? S.U Evet. Sıradan insanlar gibi devlet adamları da bu şekilde yanıltılmış olmaktan hoşlanmıyorlar. Bu ziyaretten birkaç ay sonra Nisan 2008’de Belgrad’a gittiğimde durumun bizim açımızdan vahim olduğunu gördüm. Zaten Sırbistan’ın Ankara Büyükelçisi de “danışmalar için” Belgrad’a geri çağrılmıştı. Oraya gittiğimde Türkiye dahil Kosova’yı tanıyan ülkelerin temsilcilerinin Sırbistan’da bakan düzeyinde temas yapmaları yasaklanmıştı. Benim güven mektubumu kabul etmekte acele etmeyecekleri gibi bir izlenim vardı. Ama bu zorlukları kısa sürede aşabildim. Hatta güven mektubumu sunmadan bile bakanlarla temas kurabildim. Daha da önemlisi, Sancak Boşnaklarını temsil eden ve 15 yıldır birbirinin can düşmanı olan iki partinin liderlerini bir araya getirdim. Bu tür düşmanlıklar Boşnakları güçsüzleştiriyor ve toplu olarak yaşadıkları Sancak bölgesinin istikrarsızlaşmasına yol açıyor. Bundan da en çok kendileri zarar görüyor. Sonuç olarak Rasim Ljajiç ve Süleyman Ugljanin’i bir araya getirdim. 2008 Mayıs ayında Sırbistan seçimleri yenilendiğinde ikisi de Tadiç’i desteklemeye karar verince, Tadiç bugünkü hükümeti kurabildi. Siz Ankara’dan aldığınız talimat doğrultusunda mı hareket ettiniz? S.U Hayır, hiç kimse bana böyle bir talimat vermedi. Türkiye’nin bu tür ayrıntılı bir vizyonu yoktu. Aksine, ters sonuçlar verecek bir strateji belirlenmişti. Ama kadirşinas olmam lazım. Sayın Cumhurbaşkanı, Başbakan, her iki Dışişleri Bakanı, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu yaptıklarımı her aşamada ve sonuna kadar desteklediler. Bütün bunlar başta da söylediğim, Türkiye’nin yanıltıcı imajını, yaratılmış olan güven bunalımını ortadan kaldırdı. Sonuçta, çok basit ama temel bir gelişme oldu. Türkiye’yle Sırbistan’ın ilişkileri düzeldi. Oraya gittiğimde tarihteki en düşük düzeyinde olan ikili ilişkiler bir yıl sonra, Cumhurbaşkanı Gül ve Cumhurbaşkanı Tadiç’in ifadeleriyle, “Tarihteki en üst düzeyine geldi”. Bu ilişkilerin düzelmesiyle birlikte Türkiye Batı Balkanlar’da, BosnaHersek’le Sırbistan’ın ilişkilerinin düzelmesine katkıda bulunabildi. AB ve ABD’nin girişimi olan Butmir süreci tam bir başarısızlıkla sonuçlanırken Türkiye ciddi bir başarı kazandı. Batı Balkanlar’da kilit ülke Sırbistan’dır. Her şey bir yana, Yugoslavya’dan doğan altı devlette büyük Sırp azınlık grupları var. Size garip gelebilir ama bu azınlıkların o ülkelerde kalmalarına önem veren ve bu konuda ısrar edenler, başta İngiltere olmak üzere AB ülkeleri. Bundan neyi amaçlıyorlar sizce? S.U Duruma göre. Bazen Sırp azınlıklar yoluyla bu ülkeleri denetim altında tutmayı amaçlıyorlar. Örneğin Kosova böyle bir ülke. Belki gerektiğinde o ülkeleri istikrarsızlığa sürüklemek için kullanacaklar. Bu düşünceyi ben icat etmedim. 1878 Berlin Konferansı’ndan, hatta 1856’lardan itibaren Avrupa’nın Batı Balkan ve Balkan politikalarına baktığımız zaman bunu açıkça görüyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nu böyle dağıttılar. Birçokları bunu kabul etmek istemiyor ama şimdi Türkiye üzerinde de benzer bir oyun oynuyorlar. Ulusalcılığın ne gibi bir kötü yanı olduğunu anlayabilmiş değilim Kim bunlar peki? S.U Bakanlık içindeki bazı değerli meslektaşlarım ve bakanlık dışında örneğin AB Genel Sekreterliği’ndeki yine çok değerli meslektaşlarım. Tabii AB delegasyonumuzu da saymak gerek. Bir de ulusalcı olmanın nasıl bir kötü yanı olduğunu bir türlü anlayamıyorum. Kendi ulusunu benimsemeyen, ulusunun çıkarlarını savunmayan bir insan hangi gerekçeyle o ülkede oturacak, görev yapacak, o ulusu yönetecek? Bunu anlamakta zorlanıyorum. Ulusalcılık kafatasçılık değil ki. AB’de herkes kendine göre ulusalcı değil mi? Kendi uluslarının çıkarlarını sonuna kadar korumuyorlar mı? S.U Hem de nasıl. Bizim ulusalcılığımız onların yanında çok zayıf kalır. Enerji gibi ortak hareket edilmesi gereken bir konuda bile tek tek AB ülkelerinin Rusya politikalarına bakın, söylediklerimin ne denli gerçekçi olduğu görülecektir. Öte yandan geçen yıl beni ulusalcılıkla suçlayan bazı meslektaşlarımın bir yıl sonra benden daha ileri bir aşamada olduklarını da memnunlukla gördüm. Ben başından beri, “Önemli olan AB sürecidir. Biz AB’yle ilişkilerimizi kendi çıkarlarımızı ön plana alarak, müktesebatını kendimiz uygulamaya devam ederek sürdürelim, tam üyeliği zamanı gelince konuşuruz” diyordum. Doğru politika budur. Ama 2005’te Müzakere Çerçeve Belgesi’ni o telaş içinde imzalarken bunlar düşünülmedi. Galiba amaç başkaydı. Dış politikada yapılabilecek en büyük yanlışlardan birisi, dış ilişkileri iç politikadaki bazı amaçların gerçekleştirilmesi için kullanmaktır. Bu hükümet bunu yaptı, demiyorum ama bunun böyle olabileceğini gösteren ciddi belirtiler var. Bu da ne içeride amacın gerçekleştirilmesine, ne dışarıda amaçlananın elde edilmesine, sürdürülmesine yeterli oluyor. Son sekiz yılda ABTürkiye ilişkileri donmuş hatta geri gitmiştir. Bir toplantıda, “Ben ilerledikçe geriye giden ilişki ilk defa görüyorum” demiştim. Gerçekten TürkiyeAB ilişkilerinin durumu budur. Ama bugün yapılan değerlendirme, gelinen nokta doğrudur. Artık biz işimize bakmalıyız, müktesebatı uygulamayı kendimiz için sürdürmeliyiz. Bilgi almak istiyorlarsa, gelir öğrenirler. Böylece “tam üyelik” kılıcını başımızın üzerinde sürekli sallandırarak bize, çıkarlarımıza ters işler yapmamız için baskı da uygulayamazlar. Bir de her nedense AB’nin, Türkiye’de yargının bağımsızlığının yok edilmesi ya da basın özgürlüğünün ayaklar altında çiğnenmesine ses çıkarmamasını nasıl karşılıyorsunuz? S.U Dikkat ederseniz AB bizim çıkarımıza olan çok önemli konulardaki olumsuz gelişmelere hiç sesini çıkarmıyor. Örneğin, Türkiye’nin etnik ya da diğer temellerde ayrışmasına ya da bölünmesine neden olacak gelişmelere karşı hiç sesini yükseltmiyor. AB gibi benim de çok duyarlı olduğum çevre konusunda Türkiye’nin perişan haline hiçbir uyarıda bulunmuyor. En son raporda biriki kısa cümle var; o kadar. HES’ler ve doğal sit alanlarında yapılanlara artık göz yumamayacakları bir noktaya gelindiği için, cılız da olsa seslerini çıkarma gereğini duydular. Halbuki Türkiye’nin aleyhinde olabilecek her konuda söylemediklerini bırakmıyorlar. Bütün bunlar AB’nin önceden belirlenmiş bir politikayı özenle uyguladığını gösteriyor. Bu politikayı doğru algılamalıyız. Sonuç olarak, Türkiye’nin dış politikası hızla bir açmaza doğru gidiyor. HATADA ISRAR ED L RSE KR Z ÇIKAR Siz böyle söylüyorsunuz ama hükümet ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu ne kadar başarılı işler yaptıklarını söyleyip duruyor... S.U Dış politikada da başarı, ölçülebilen somut bir şeydir. Bir örnek: ABD’yle ilişkiler 2003’ten beri bir türlü rayına oturamadı. Her ülke dış politikada hata yapabilir. Ama hatada ısrar edilmez. Nasıl düzeltileceğine bakılır. Bu düzeltmenin yapılamadığı, zaman zaman ortaya çıkan, neredeyse bunalıma dönüşen olaylardan belli oluyor. Dış politikada attığınız her adımın maliyeti vardır. Ben ABD’nin her isteğinin yerine getirilmesi gerektiğini söylemiyorum. Türkiye zaten bunu hiçbir zaman yapmadı. Türkiye AKP iktidarından önce ABD’ye karşı çok daha dik duruyordu. Çıkarlarını her zaman korudu. Bu politikayı bütün ülkelerle ilişkilerinde izledi. Bunu da Dışişleri Bakanlığı’nı dikkate alan hükümetler sağladı. Ama bugün Başbakan Dışişleri mensupları için alaylı bir ifadeyle ‘monşerler’ tanımını yapmıyor mu? S.U Başbakan’ın kendine özgü, bir devlet adamı için alışılmışın hatta olması gereken asgarinin dışına çıkan bir üslubu var. Zaman zaman kendisini ve ülkeyi sıkıntıya sokacak sözler söylüyor. Muhatap olanların bu tür sözlerden ciddi anlamlar çıkarmamaları gerekir diye düşünüyorum. Ama sözleri söyleyenin bunların bedelini iyi değerlendirmesi gerekir. Bir devlet yöneticisi bir başka devletin yöneticileri için her şeyi söyleyebilir. Ama bunun yeri, zamanı ve şekli vardır. Belki biz diplomatlar böyle yetiştirildiğimiz için ve bunu sürekli uyguladığımız için böyle düşünüyoruz ama galiba gerçekten de böyle olması gerekiyor. Tabii üslup ve tavır, belli bir görgü, bilgi ve deneyim birikimini gerektirir. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle