Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CMYB
C M Y B
SAYFA CUMHURİYET 29 AĞUSTOS 2010 PAZAR
12 PAZAR YAZILARI dishab@cumhuriyet.com.tr
‘Nalkõran’
August’un
Türk odasõ
Fransõzlarõn artõk “sol”u geldi,
“sol” aşeriyorlar. Fransa
siyaseten “erken” hamile...
“Kötünün iyisi alternatifi” gibi
bir lükse sahip Fransa artõk “sol”
istiyor. Sol ille de daha mõ iyisini
yapacak? Açõk soru... İlle velakin
Sarko ve şürekâsõndan gõna geldi!
Amasõ mamasõ olmadan “Yetti
Gayri, HAYIR.” Bu adamõn
şahsõnda cisimleşen anlayõş ve
işleyiş yalnõzca sizleri Fransa’ya
düşman etti sanõyorsanõz,
yanõlõyorsunuz. Çinliler, Araplar,
bilumum Afrikalõlar, yalakalõk
ettiği Amerikalõlar ve daha kimler
kimler, “Bu adam nasıl olur da
Fransa’yı temsil eder?” diye
şaşakalmõş durumdalar. Bir avuç
sembolik “taraf”tar basõn
mensubu dõşõnda, bütün gazeteler
ateş püskürüyor. İktidara açõk
yakõnlõğõyla bilinen tek gündelik
gazete, Le Figaro’nun yazõ kurulu
ve 150 kadar gazetecisi (ki ekibin
neredeyse yüzde 90’õ) kõsa bir
süre önce Bettencourt skandalõ
etrafõnda soruşturma yargõcõndan
sõzdõrõlan bazõ bilgilerin kurula
danõşõlmadan gazetede
yayõmlanmõş olmasõnõ şiddetle ve
alenen protesto ettiler. Sõkõyorsa
bir gazete patronu veya densiz bir
siyasi sorumlu -RTE örneğinden
hatõrlayabileceğiniz gibi-
gazetecileri dolaylõ veya doğrudan
tehdit etmek gafletinde bulunsun.
Buralarda deyim yerindeyse
“solduyu”, sağduyu gibi bir
erdemdir. Sol demek özgürlük ve
eleştirelliğin mantõk ve
yasalarõ zorlayacak
sõnõrlarda kullanõlmasõ,
kazanõlmõş haklarõn
savunulmasõ demektir.
Çizmenin ne kadar
aşõldõğõna da
sermayeye dayanan
patronlar ve
çömezleriyle, halkõn
iradesini arkasõna
(çuvalõna) alõnca kendini tutulmaz
tazõ sananlar karar veremez.
Ölçüyü belirleyen tek yetkili
merci, demokratik anayasalarõn
koruduğu adalet mekanizmasõdõr.
Bugünlerde Fransa’da, sağ olsun
Sarkozy sayesinde solduyunun
adrenalini yükseldi. 4 Eylül’de
Sarkozy ve senyörlerinin õrkçõ
söylem ve eylemlerine karşõ
Paris’te geniş katõlõmlõ bir miting
var. Üç gün sonra, 7 Eylül’de
“emeklik reform tasarısı ve
sosyal haklar” konusunda tüm
sendikalarõn ortak çağrõsõyla ülke
çapõnda düzenlenen grev ve
yürüyüşlere milyonlarõn katõlmasõ
bekleniyor. Sarkozy’nin sözüm
ona “açılmacı” siyasetinden
beden diline, “sahte”
dostlarõndan “mevsimlik”
müttefiklerine geldiği noktada
herkes, her şey ondan kaçõyor,
sakõnõyor. Kendi cephesinden
yerel yöneticiler dahi “halel”
gelir korkusuyla birlikte
gözükmek, fotoğraf çektirmek
istemiyorlar. Düşünebiliyor
musunuz, 1958’de başlayan 5.
Cumhuriyet döneminde
güvenilirlik oranõ yüzde 32’ye
düşen bir devlet başkanõ ne
görülmüş ne de tasavvur
edilebilmiş. Sol bu durumda
Fransõzlarõn çoğunluğu için
yeniden bir “umut”. Fakat Batõ
Avrupa ülkeleri içersinde en
güçlü ve radikal sol anlayõşa,
sosyal adalet duygusuna sahip,
sosyal devlet ve dayanõşmacõ
(sadakacõ değil) bir toplum için
kitlesel ve bireysel mücadele
gücüne (henüz) inanan Fransa, bu
umudun içini doldurabilecek mi?
Fransõz solu kendi halkõna, AB
topluluğuna, dünya kamuoyuna
değişik bir toplumsal muhalefet
ve iktidar seçeneği sunabilecek
mi? Yoksa kendi içindeki
çeşitlilik çelişkiye, mücadele
geleneği kof ve sõğ bir didişmeye
mi dönüşecek? Büyük umutlarla
başlayan 1981 Mitterrand ve sol
iktidarlar döneminde olduğu gibi
hatõrõ sayõlõr birtakõm kazanõmlara
karşõn bir kez daha kapitalizm
daha azgõn ve baskõn bir dönüş
mü yapacak? Örneğin sol cenahõn
olasõ cumhurbaşkanõ
adaylarõndan, ülke çapõnda en
popüler adamõn Uluslararasõ Para
Fonu (IMF) Genel Müdürü
Dominique Strauss-Kahn’õn
(DSK) olmasõ daha sürece
başlamadan önce sonun
başlangõcõna dair fazla abartõlmõş
kehanet olmaz mõ? Uykuya
yatmadan, düşü görmeden
kâbusla uyanacağõmõzõ varsaymak
biraz abartõlõ gerçekçilik değil mi
yani?
Pazartesi günü Libération
gazetesinin yayõmladõğõ bir
kamuoyu araştõrmasõnõn
sonuçlarõna göre, Fransõzlarõn
yüzde 55’i 2012’de “sol”u iktidar
görmek istediklerini belirtmiş.
Viavoice kuruluşunun çalõşmasõna
yalnõzca yüzde 24’lük büyücek
bir azõnlõk Sarkozy’yi
tekrardan tepelerinde
görmek istediğini itiraf
ederken, yüzde 44’lük
küçük bir çoğunluk
DSK seçilsin demiş.
Deneklerin 1’den fazla
tercihe haklarõ olduğu
için 2.’liği yüzde 31 ile
Sosyalist Partisi Birinci
Sekreteri Martine
Aubry alõrken, 3.’lüğü yüzde 25
ile 2007 seçimlerinin talihsiz
“güzel” sol adayõ Ségolene Royal
kapmõş. Sõralamada sürpriz
biçimde yükselen bir başka kadõn
aday, Yeşillerin Norveç kökenli
yaman emekli Soruşturma Yargõcõ
Eva Joly. Joly “Temiz insan”
imgesiyle yüzde 16’yõ şimdiden
kaptõğõ gibi Fransõzlarõn gönlünde
usul usul tahtõnõ kurmakta. Farklõ
yoklamalarõn da kanõtladõğõ gibi,
sol seçmenlerin gözünde birinci
aday adayõ olmayan DSK, ikinci
turda Sarkozy ile kapõşõrsa yüzde
55 civarõnda ezici bir rakamla
favori. Sol kesimin tercihli adayõ
Aubry de şimdilik Sarkozy
karşõsõnda yüzde 51, hatta 52’lik
bir üstünlüğe sahip. Bu satõrlar
yazõlõrken yayõmlanan bir diğer
anket Fransõzlarõn yüzde 59’unun
DSK’yi devletin başõnda görmek
istediğini duyurmuş. Kapitalizmin
mali ve ideolojik sinir uçlarõndan
birisi, IMF’nin tepesindeki bir
kişiliğin (hem de çapkõnlõğõyla
ünlü) Fransa’ya devlet başkanõ
seçilmesi bu toplumu kaç arpa
boyu ilerletir, bilemeyiz... Tek
bildiğimiz, düşleri sevdiğimizdir.
Zira günümüzün en aydõnlõk
toplumlarõ, toplumsal
ilerlemelerini rüyalarõnõ
gerçekleştirerek kurmadõlar mõ?
Rüyalarõnõzõn gerçek olmasõ
dileğiyle...
ugur.hukum@gmail.com
Gecelerin yõldõzõ fenerler
Giovanni Lupo, Güney Sicilya’da
gecenin zifiri karanlõğõnda denizde
seyahat edenlere halen yön gösteren
Cozzo Spadaro’nun fenercisi. Otuz yõllõk
deneyimli bir fenerci Lupo. Ancona ve
Ustica fenerlerindeki bekçilik
deneyiminden sonra Sicilya’da Passero
Burnu’nda 1864 yõlõnda inşa edilen Cozzo
Spadaro’da fenercilere özgü yalnõz bir
yaşam sürüyor. Birçok edebiyat yapõtõna
konu, yazarlarõna esin kaynaklõğõ yapan
fenerler, bugün de gelişen teknolojiler
karşõsõnda gecenin karanlõğõna tuttuklarõ
sarõ õşõkla denizcilere yön göstermeye
devam ediyor.
Lupo’nun vurguladõğõ gibi denizde yol
alanlar için karaya ait bir işaret çok
önemli. Gece boyu õşõklarõ sönmeyen
fenerler işte bu işlevi yerine getiriyor hâlâ
bazõ noktalarda. Fenerlerin olmadõğõ
yerlerde ise denizciler hayvanlarõ
gözlüyor. Örneğin martõlarõn karada
gezindiğine ve bulutlara doğru
döndüklerine tanõklõk eden bir denizci
yaklaşmakta olan bir fõrtõnayõ dikkate
alarak yol alõyor. Köpekler ise havlamaya
başladõklarõ zaman denizcilere
fõrtõnanõn gelmekte olduğunu
anlatõyor. İskenderiye
fenerinden bu yana nice fenerin
birçok edebiyat yapõtõna esin
periliği yaptõğõnõ söyledim. Üç
Silahşörler’in yazarõ Alexandre
Dumas feneri, karanlõğõn içinde
sürekli yanõp sönen dev bir
yõldõza benzetirken, bu yapay
yõldõzõn çekici olmakla birlikte tedirgin
edici bir yönü olduğunu yazõyor.
Sefiller’in yazarõ Victor Hugo’nun ise
deniz fenerinin melankolik görünümünden
etkilenerek, “Bana kutsal bir güç
karşısında insanın ortaya koyduğu dev
bir çabayı yansıttı” diye not düştüğü
anlatõlõyor. Gustave Flaubert ise
Cenova’daki Lanterna fenerinin minareyi
çağrõştõrdõğõnõ yazarak, bu niteliği ile
şehre Doğulu bir kent görüntüsü
kazandõrdõğõ gibi farklõ bir
ayrõntõ aktarõyor.
Guy de Maupassant,
gökyüzüne çõkarak ayõn dev ve
kutsal bir feneri anõmsattõğõnõ ve
büyük bir donanmaya yön
gösterdiğini yazõyor. Jules
Verne ise 1905 tarihli
“Dünyanın Ucundaki Fener”
adlõ romanõnda Boynuz Burnu’nda yer
alan deniz fenerinde üç fenerciden ikisinin
korsanlarca öldürüldüğünü, hayatta
kalmayõ başaran üçüncü bekçinin feneri
çalõştõrmayõ başardõğõnõ anlatõyor.
Virginia Woolf’un 1927’de kaleme aldõğõ
“Deniz Feneri” adlõ kitabõ da 20. yüzyõlda
fenere gönderme yapan bir başka yapõt.
Arabistanlı Lawrence’õn ise en büyük
düşünün bir deniz fenerinde bekçilik
yapmak olduğu aktarõlõyor.
Modern teknolojiler karşõsõnda birer deniz
canavarõ gibi dayanan fenerler Fransõz şair
Edmond Jabès’yi de etkilemiş, “Hep
deniz fenerinde çalışan bekçi ile yangın
merdiveninin tepesinde duran itfaiyeci
arasında bir benzerlik olduğunu hayal
ederdim. Biri yangını söndürmeye
çalışırken, öteki denizi aydınlatmak için
çaba gösterdiği ve her ikisi de ölüm
tehlikesine işaret ettikleri için olsa
gerek…”
aslikayabal@hotmail.com
İngilizcede bir deyim
var: “Allah’ın
unuttuğu yer” anlamõna
geliyor; “In the middle of
nowhere”... Aslõna
bakõlõrsa bu “hiçbir yerin
ortası”dõr: Indiana
eyaletinin Boswell
kasabasõ da işte tam
oradadõr. 1872’de
Indianapolis-Şikago arasõndaki
tren yolu o civardan geçince,
belki kalkõnõr da adam oluruz
diye heveslenen bir kõsõm
Amerikalõ gelip Boswell’i
kurmuştur. Ancak bir süre
sonra, demiryolu
10 km. kadar azõcõk sağa
kaydõrõlõnca kasaba nakli
kolay olmadõğõndan ilk
kurulduğu yerde öylece
kalmõştõr. O gün bugündür,
kimsenin gelip geçmediği Orta
Amerika’nõn en õssõz yeridir.
Hatta adõ bile bilinemez; ünsüz
kalmõş, unutulmuştur.
Son sayõma göre Boswell’de
794 kişi yaşamaktadõr.
Küçük bir çarşõsõ vardõr, iyi
kötü bir şeyler bulunabilir.
Bu yoksunluğuna
karşõn Boswell’in,
şimdi sõkõ
durun a
dostlar(!) bir
halk
kütüphanesi
vardõr.
Verilere
göre,
Boswell
Kütüphanesi’nde
17 bin 122 adet kitap bulunur.
Dergi, gazete, CD ve DVD’ler
cabasõdõr. Kasabalõ 794 kişinin
kütüphaneyi ziyareti 2009’da,
her ay başõna 1142 kişi
olmuştur ve de okunsun diye
dõşarõya verilen kitaplarõn
dolaşõmõ yõllõk 23 bin 404
adettir; iyi mi?! Bana göre, iyi!
İyi olduğuna 1998 yõlõnda
Purdue Üniversitesi’nin
bulunduğu West Lafayette
kampus-kentine gidince karar
vermiştim. Ek iş yapmak
gereksinmesiyle kõvrandõğõm
günlerdi, ikinci bir iş
kaçõnõlmazdõ; çoluk çocuk
bostanõna bekçi olduğum
zamanlardõ...
Gazetede bir ilan: “Wanted:
Boswell Kütüphanesi’ne
yönetici!” Şanslarõ varmõş diye
düşündüm, benden iyisini
bulacak değillerdi ya! 3 bin
kadar kitabõ deve yüküyle
oradan buraya taşõyan benden
daha kitap kurdunu mumla
arasalar bulamazlardõ. Hemen
postayla başvuruda bulundum.
Mektup bir günde giderdi,
Purdue’den oraya gitmek 45
dakikayõ alõrdõ. Bir hafta sonra
bir davet mektubu geldi,
Boswell Kütüphanesi
Kurucular Kurulu’ndan; hâlâ
saklarõm. Filanca gün
buyrunuz geliniz, sizi mülakat
edelim diyorlardõ. Geniş mõsõr
tarlalarõ içinde, sopa gibi
uzanan bir
yoldan kuzeye
doğru arabayõ
sürdüm,
söylenen saatte
orada oldum.
Ama önce
Boswell’i bir
dolaştõm.
Dolaşõlacak bir
yeri yoktu, iki adet dur
işaretiyle başlayõp biten bir
cadde, aralarõnda yüz-iki yüz
metre uzunluğunda tarlalara
uzanan sokaklar, ortalõkta in
cin top oynuyor!
Kütüphane kurulunda biri
genç, ötekisi yaşlõca iki bayan,
üç de mister bulunuyordu.
Genç kadõnõ Julia Roberts’a
benzettiğimi de buraya
yazmalõyõm. Mülakat çok
neşeli geçti, onlarõ bol bol
güldürdüm. Şaşõrõp
kalmõşlardõ: Türkiye’den
Purdue Üniversitesi’ne biri
geliyor, adam hem gazeteci
hem yazarlõk gibi şeyler
yapõyor, hem de kalkmõş
Boswell’e kütüphaneci olmak
istiyor. Kütüphanecilik eğitimi
almamõştõm ama kitaplarõ
severim! Buna da ikna
oldular... Amerikalõ taşra
insanõ saf, temiz kalplidir, söze
inanõr ve sözünü tutar...
Anlattõklarõmdaki içtenlik ve
duruşum oradakileri etkilemiş
olmalõ ki “Neden olmasın”,
dediler. Ancak haftaya kesin
yanõt alabilecektim. Ayrõlõrken
hepsiyle dostane tokalaştõm;
Julia Roberts’la uzun uzun
vedalaştõm. Bir hafta sonra bir
mektup geldi; bakõn, onu da
saklõyorum.
Diyordu ki, benimle
tanõşmaktan memnun olmuşlar,
koşullarõm onlara uyuyormuş,
ancak “Ne var ki çalışma
müsaadeniz her yıl
yenilenmek zorunda
olduğundan bu durumda
ilerde ülkenize dönmek
isteyebileceğiniz hesaba
alınmış olmakla, iş talebinin
reddine üzülerek karar
verdik.”
Ben de üzüldüm açõkçasõ, dost
insanlardõ, 130 yõllõk
kütüphanede yarõ zamanlõ
çalõşacak, üç beş kuruş
kazanacak, hem Purdue’ye
devam edecektim hem de arada
Julia Roberts’õ görecektim!
Olmadõ... Benim ahde vefa
duygum biraz gelişmiştir,
iricedir. Birkaç yõl sonra,
yayõmlanmõş romanlarõmdan
ikincisi Bay Konsolos’u
Purdue’deki Türk öğrencilere
imza günü için getirtmiştim.
Yüz kadar kitap imzalanmõş,
elimde iki tane kalmõştõ.
Birini Purdue Kütüphanesi’ne
bağõşladõm, oradaki
Türkler okusun diye.
Diğerini ne yapayõm diye
düşünürken, tuttum Boswell’e
gönderdim. Bir teşekkür daha
geldi... 7 yõl geçti aradan:
Geçenlerde Boswell’den bir
mektup daha aldõm.
Kasabalarõndaki tek Türkçe
romanõn o günden beri okuru
çõkmadõğõndan, üzülerek
bildiriyorlardõ ki, yakõnda kâğõt
fabrikasõna gidecek çuvallara
tõkõlacakmõş!
Şimdi sizden bir ricada
bulunsam, çok mu ileri gitmiş
olurum?!
Eğer yolunuz Boswell’den
geçerse, güya çok
meraklõymõş gibi kütüphaneye
girin, oradaki tek Türkçe kitabõ
alõn, okur gibi yapsanõz da
olur, zaten saçma sapan bir
şeydir, sonra iade edin.
Böylece, hiçbir yerin
ortasõndaki Türkçe kitap çöpe
gitmez!
msenol34@yahoo.com
Batõ’nõn Doğu’ya ilgisi 11.
yüzyõldaki Haçlõ Seferleri ile
başlamõş ve iki yüz yõl boyunca
sürmüştür. Gerçek amacõ Kudüs’e
el koymaktan öteye stratejik ve
ekonomik de olan bu seferler ile
Doğu insanõ Batõlõyõ yakõndan
tanõmõştõr. Doğu’nun Batõ’ya,
özellikle Orta Avrupa ülkelerine
olan ilgisi ise daha geç,
Osmanlõlarõn 1529’da Viyana
kapõlarõna dayanmasõyla başlar.
Batõ’nõn endüstriye geçmesiyle
petrol zengini Doğu, Avrupa’nõn
yeni patronlarõnõn iştahõnõ yine
kabartõr. Yirminci yüzyõlda refaha
kavuşan Arap ülkeleri Batõ’yla olan
çõkar ilişkilerini geliştirirken,
hilafetten kurtulmuş Atatürk
Türkiyesi de aydõnlanma yolunda
Batõ’yõ kendine örnek alõr. Bu
karşõlõklõ ilgi, o günden bu yana
sürmüştür ve Ortadoğu’daki güncel
politik gelişmeler göz önüne
alõndõğõnda daha da süreceğe
benzemekte!
Son aylarda Dresden ve
Karlsruhe’de açõlan iki görkemli
sergi, özellikle kültürel alandaki
karşõlõklõ ilgiyi çok güzel
belgelemektedir. Dresden’deki
“Türk Odası”, Saksonya Prensi
August’un 16. yüzyõlda başlattõğõ
ve ondan sonra başa geçen
prenslerin 20. yüzyõla kadar devam
ettirdiği çok zengin, silah ağõrlõklõ
Osmanlõ koleksiyonundan
oluşmakta. Özellikle August
zamanõnda İstanbul’dan satõn alõnan
veya sipariş edilen değişik
silahlardan oluşan koleksiyonda
hemen hemen hiç savaş ganimeti
yok. Altõn süslemeli silahlar, dev
çadõrlar, kaftanlar, sancaklar,
değerli taşlarla süslü kõlõçlar, at
koşumlarõ, halõlar, ev eşyalarõ
bugün Dresden Sarayõ’ndaki
salonlarõ süslüyor.
August’tan kalmõş
yirmişer metre
uzunluğunda ve
beşer metre
yüksekliğindeki,
35 elemanõn tam
altõ yõlda restore
ettiği iki dev çadõr
Almanlara
“Binbir Gece Masalları”nõ
anõmsatõyor! Söylenenlere göre
Prens August, biraz da gösterişi
sevdiğinden olacak, 1730 yõlõnõn
yazõnda düzenlediği ve yabancõ
devlet adamlarõyla diplomatlarõ
davet ettiği parti için Dresden
yakõnlarõndaki büyük bir alana binin
üzerinde Osmanlõ çadõrõ kurdurur.
Ordusunun 27 bin askerine bu
alanda yaptõrdõğõ savaş oyunlarõyla
bütün Avrupa’yõ kendine hayran
eder! Güçlü kuvvetli olmasõ
nedeniyle Osmanlõlarõn “nalkıran”
adõnõ vermiş olduğu Prens August,
çoğu davette yaptõğõ gibi o gün de
padişah kaftanõyla misafirleri
arasõnda gezinir. Doğu’dan gelen
eşyalar, giysiler, takõlar Avrupa’nõn
asilleri ve zengin aileleri arasõnda
iki yüzyõla yakõn moda olur. Bugün
Dresden’deki sürekli “Türk
Odası” sergisi, o dönemin en
değerli eşyalarõnõ gözler önüne
seriyor.
Karlsruhe Sarayõ’ndaki Türk
ganimetleri sürekli sergisi, Viyana
kuşatmasõ sõrasõnda Osmanlõ
ordularõnõn çekilirken geride
bõraktõğõ sayõsõz savaş aletinden
oluşuyor.
Yine şu sõralar Karlsruhe’de 9 Ocak
2011’e kadar açõk kalacak “Doğu
ile Batı’nın Buluşması” adlõ sergi
de İran’dan Mõsõr’a, Anadolu’dan
Tunus’a, gizemli Doğu’dan
Avrupa’ya son iki yüz yõlda
getirilmiş cam eşyalardan
seramiklere, giysilerden oda
takõmlarõna, kitaplardan minyatür
ve tablolara paha biçilmez
eserlerden oluşuyor.
Batõ’nõn Doğu’ya olan etkisi ise 19.
yüzyõldan bu yana yapõlarda,
giysilerde, ev eşyalarõnda kendini
gösteriyor.
Karlsruhe’deki sergide bu karşõlõklõ
etki, ilgi ve sevginin örnekleri
sunuluyor. İlginç bir köşe de, 1925-
1950 yõllarõ arasõnda İstanbul’da
yaşamõş olan İsviçreli Rieser
ailesinin Türkiye’den ayrõlõrken
Zürich’e beraberinde götürdüğü 19.
yüzyõl eşyalarõndan oluşan
“Osmanlı Odası”.
www.ahmet-arpad.de
Sol aşerme
PARİS
UĞUR HÜKÜM
MİLANO
ASLI KAYABAL
DRESDEN
AHMET ARPAD
Hiçbir yerin
ortasõnda...
PURDUE
MAHMUT
ŞENOL