23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 29 AĞUSTOS 2010 PAZAR 12 PAZAR YAZILARI dishab@cumhuriyet.com.tr ‘Nalkõran’ August’un Türk odasõ Fransõzlarõn artõk “sol”u geldi, “sol” aşeriyorlar. Fransa siyaseten “erken” hamile... “Kötünün iyisi alternatifi” gibi bir lükse sahip Fransa artõk “sol” istiyor. Sol ille de daha mõ iyisini yapacak? Açõk soru... İlle velakin Sarko ve şürekâsõndan gõna geldi! Amasõ mamasõ olmadan “Yetti Gayri, HAYIR.” Bu adamõn şahsõnda cisimleşen anlayõş ve işleyiş yalnõzca sizleri Fransa’ya düşman etti sanõyorsanõz, yanõlõyorsunuz. Çinliler, Araplar, bilumum Afrikalõlar, yalakalõk ettiği Amerikalõlar ve daha kimler kimler, “Bu adam nasıl olur da Fransa’yı temsil eder?” diye şaşakalmõş durumdalar. Bir avuç sembolik “taraf”tar basõn mensubu dõşõnda, bütün gazeteler ateş püskürüyor. İktidara açõk yakõnlõğõyla bilinen tek gündelik gazete, Le Figaro’nun yazõ kurulu ve 150 kadar gazetecisi (ki ekibin neredeyse yüzde 90’õ) kõsa bir süre önce Bettencourt skandalõ etrafõnda soruşturma yargõcõndan sõzdõrõlan bazõ bilgilerin kurula danõşõlmadan gazetede yayõmlanmõş olmasõnõ şiddetle ve alenen protesto ettiler. Sõkõyorsa bir gazete patronu veya densiz bir siyasi sorumlu -RTE örneğinden hatõrlayabileceğiniz gibi- gazetecileri dolaylõ veya doğrudan tehdit etmek gafletinde bulunsun. Buralarda deyim yerindeyse “solduyu”, sağduyu gibi bir erdemdir. Sol demek özgürlük ve eleştirelliğin mantõk ve yasalarõ zorlayacak sõnõrlarda kullanõlmasõ, kazanõlmõş haklarõn savunulmasõ demektir. Çizmenin ne kadar aşõldõğõna da sermayeye dayanan patronlar ve çömezleriyle, halkõn iradesini arkasõna (çuvalõna) alõnca kendini tutulmaz tazõ sananlar karar veremez. Ölçüyü belirleyen tek yetkili merci, demokratik anayasalarõn koruduğu adalet mekanizmasõdõr. Bugünlerde Fransa’da, sağ olsun Sarkozy sayesinde solduyunun adrenalini yükseldi. 4 Eylül’de Sarkozy ve senyörlerinin õrkçõ söylem ve eylemlerine karşõ Paris’te geniş katõlõmlõ bir miting var. Üç gün sonra, 7 Eylül’de “emeklik reform tasarısı ve sosyal haklar” konusunda tüm sendikalarõn ortak çağrõsõyla ülke çapõnda düzenlenen grev ve yürüyüşlere milyonlarõn katõlmasõ bekleniyor. Sarkozy’nin sözüm ona “açılmacı” siyasetinden beden diline, “sahte” dostlarõndan “mevsimlik” müttefiklerine geldiği noktada herkes, her şey ondan kaçõyor, sakõnõyor. Kendi cephesinden yerel yöneticiler dahi “halel” gelir korkusuyla birlikte gözükmek, fotoğraf çektirmek istemiyorlar. Düşünebiliyor musunuz, 1958’de başlayan 5. Cumhuriyet döneminde güvenilirlik oranõ yüzde 32’ye düşen bir devlet başkanõ ne görülmüş ne de tasavvur edilebilmiş. Sol bu durumda Fransõzlarõn çoğunluğu için yeniden bir “umut”. Fakat Batõ Avrupa ülkeleri içersinde en güçlü ve radikal sol anlayõşa, sosyal adalet duygusuna sahip, sosyal devlet ve dayanõşmacõ (sadakacõ değil) bir toplum için kitlesel ve bireysel mücadele gücüne (henüz) inanan Fransa, bu umudun içini doldurabilecek mi? Fransõz solu kendi halkõna, AB topluluğuna, dünya kamuoyuna değişik bir toplumsal muhalefet ve iktidar seçeneği sunabilecek mi? Yoksa kendi içindeki çeşitlilik çelişkiye, mücadele geleneği kof ve sõğ bir didişmeye mi dönüşecek? Büyük umutlarla başlayan 1981 Mitterrand ve sol iktidarlar döneminde olduğu gibi hatõrõ sayõlõr birtakõm kazanõmlara karşõn bir kez daha kapitalizm daha azgõn ve baskõn bir dönüş mü yapacak? Örneğin sol cenahõn olasõ cumhurbaşkanõ adaylarõndan, ülke çapõnda en popüler adamõn Uluslararasõ Para Fonu (IMF) Genel Müdürü Dominique Strauss-Kahn’õn (DSK) olmasõ daha sürece başlamadan önce sonun başlangõcõna dair fazla abartõlmõş kehanet olmaz mõ? Uykuya yatmadan, düşü görmeden kâbusla uyanacağõmõzõ varsaymak biraz abartõlõ gerçekçilik değil mi yani? Pazartesi günü Libération gazetesinin yayõmladõğõ bir kamuoyu araştõrmasõnõn sonuçlarõna göre, Fransõzlarõn yüzde 55’i 2012’de “sol”u iktidar görmek istediklerini belirtmiş. Viavoice kuruluşunun çalõşmasõna yalnõzca yüzde 24’lük büyücek bir azõnlõk Sarkozy’yi tekrardan tepelerinde görmek istediğini itiraf ederken, yüzde 44’lük küçük bir çoğunluk DSK seçilsin demiş. Deneklerin 1’den fazla tercihe haklarõ olduğu için 2.’liği yüzde 31 ile Sosyalist Partisi Birinci Sekreteri Martine Aubry alõrken, 3.’lüğü yüzde 25 ile 2007 seçimlerinin talihsiz “güzel” sol adayõ Ségolene Royal kapmõş. Sõralamada sürpriz biçimde yükselen bir başka kadõn aday, Yeşillerin Norveç kökenli yaman emekli Soruşturma Yargõcõ Eva Joly. Joly “Temiz insan” imgesiyle yüzde 16’yõ şimdiden kaptõğõ gibi Fransõzlarõn gönlünde usul usul tahtõnõ kurmakta. Farklõ yoklamalarõn da kanõtladõğõ gibi, sol seçmenlerin gözünde birinci aday adayõ olmayan DSK, ikinci turda Sarkozy ile kapõşõrsa yüzde 55 civarõnda ezici bir rakamla favori. Sol kesimin tercihli adayõ Aubry de şimdilik Sarkozy karşõsõnda yüzde 51, hatta 52’lik bir üstünlüğe sahip. Bu satõrlar yazõlõrken yayõmlanan bir diğer anket Fransõzlarõn yüzde 59’unun DSK’yi devletin başõnda görmek istediğini duyurmuş. Kapitalizmin mali ve ideolojik sinir uçlarõndan birisi, IMF’nin tepesindeki bir kişiliğin (hem de çapkõnlõğõyla ünlü) Fransa’ya devlet başkanõ seçilmesi bu toplumu kaç arpa boyu ilerletir, bilemeyiz... Tek bildiğimiz, düşleri sevdiğimizdir. Zira günümüzün en aydõnlõk toplumlarõ, toplumsal ilerlemelerini rüyalarõnõ gerçekleştirerek kurmadõlar mõ? Rüyalarõnõzõn gerçek olmasõ dileğiyle... ugur.hukum@gmail.com Gecelerin yõldõzõ fenerler Giovanni Lupo, Güney Sicilya’da gecenin zifiri karanlõğõnda denizde seyahat edenlere halen yön gösteren Cozzo Spadaro’nun fenercisi. Otuz yõllõk deneyimli bir fenerci Lupo. Ancona ve Ustica fenerlerindeki bekçilik deneyiminden sonra Sicilya’da Passero Burnu’nda 1864 yõlõnda inşa edilen Cozzo Spadaro’da fenercilere özgü yalnõz bir yaşam sürüyor. Birçok edebiyat yapõtõna konu, yazarlarõna esin kaynaklõğõ yapan fenerler, bugün de gelişen teknolojiler karşõsõnda gecenin karanlõğõna tuttuklarõ sarõ õşõkla denizcilere yön göstermeye devam ediyor. Lupo’nun vurguladõğõ gibi denizde yol alanlar için karaya ait bir işaret çok önemli. Gece boyu õşõklarõ sönmeyen fenerler işte bu işlevi yerine getiriyor hâlâ bazõ noktalarda. Fenerlerin olmadõğõ yerlerde ise denizciler hayvanlarõ gözlüyor. Örneğin martõlarõn karada gezindiğine ve bulutlara doğru döndüklerine tanõklõk eden bir denizci yaklaşmakta olan bir fõrtõnayõ dikkate alarak yol alõyor. Köpekler ise havlamaya başladõklarõ zaman denizcilere fõrtõnanõn gelmekte olduğunu anlatõyor. İskenderiye fenerinden bu yana nice fenerin birçok edebiyat yapõtõna esin periliği yaptõğõnõ söyledim. Üç Silahşörler’in yazarõ Alexandre Dumas feneri, karanlõğõn içinde sürekli yanõp sönen dev bir yõldõza benzetirken, bu yapay yõldõzõn çekici olmakla birlikte tedirgin edici bir yönü olduğunu yazõyor. Sefiller’in yazarõ Victor Hugo’nun ise deniz fenerinin melankolik görünümünden etkilenerek, “Bana kutsal bir güç karşısında insanın ortaya koyduğu dev bir çabayı yansıttı” diye not düştüğü anlatõlõyor. Gustave Flaubert ise Cenova’daki Lanterna fenerinin minareyi çağrõştõrdõğõnõ yazarak, bu niteliği ile şehre Doğulu bir kent görüntüsü kazandõrdõğõ gibi farklõ bir ayrõntõ aktarõyor. Guy de Maupassant, gökyüzüne çõkarak ayõn dev ve kutsal bir feneri anõmsattõğõnõ ve büyük bir donanmaya yön gösterdiğini yazõyor. Jules Verne ise 1905 tarihli “Dünyanın Ucundaki Fener” adlõ romanõnda Boynuz Burnu’nda yer alan deniz fenerinde üç fenerciden ikisinin korsanlarca öldürüldüğünü, hayatta kalmayõ başaran üçüncü bekçinin feneri çalõştõrmayõ başardõğõnõ anlatõyor. Virginia Woolf’un 1927’de kaleme aldõğõ “Deniz Feneri” adlõ kitabõ da 20. yüzyõlda fenere gönderme yapan bir başka yapõt. Arabistanlı Lawrence’õn ise en büyük düşünün bir deniz fenerinde bekçilik yapmak olduğu aktarõlõyor. Modern teknolojiler karşõsõnda birer deniz canavarõ gibi dayanan fenerler Fransõz şair Edmond Jabès’yi de etkilemiş, “Hep deniz fenerinde çalışan bekçi ile yangın merdiveninin tepesinde duran itfaiyeci arasında bir benzerlik olduğunu hayal ederdim. Biri yangını söndürmeye çalışırken, öteki denizi aydınlatmak için çaba gösterdiği ve her ikisi de ölüm tehlikesine işaret ettikleri için olsa gerek…” aslikayabal@hotmail.com İngilizcede bir deyim var: “Allah’ın unuttuğu yer” anlamõna geliyor; “In the middle of nowhere”... Aslõna bakõlõrsa bu “hiçbir yerin ortası”dõr: Indiana eyaletinin Boswell kasabasõ da işte tam oradadõr. 1872’de Indianapolis-Şikago arasõndaki tren yolu o civardan geçince, belki kalkõnõr da adam oluruz diye heveslenen bir kõsõm Amerikalõ gelip Boswell’i kurmuştur. Ancak bir süre sonra, demiryolu 10 km. kadar azõcõk sağa kaydõrõlõnca kasaba nakli kolay olmadõğõndan ilk kurulduğu yerde öylece kalmõştõr. O gün bugündür, kimsenin gelip geçmediği Orta Amerika’nõn en õssõz yeridir. Hatta adõ bile bilinemez; ünsüz kalmõş, unutulmuştur. Son sayõma göre Boswell’de 794 kişi yaşamaktadõr. Küçük bir çarşõsõ vardõr, iyi kötü bir şeyler bulunabilir. Bu yoksunluğuna karşõn Boswell’in, şimdi sõkõ durun a dostlar(!) bir halk kütüphanesi vardõr. Verilere göre, Boswell Kütüphanesi’nde 17 bin 122 adet kitap bulunur. Dergi, gazete, CD ve DVD’ler cabasõdõr. Kasabalõ 794 kişinin kütüphaneyi ziyareti 2009’da, her ay başõna 1142 kişi olmuştur ve de okunsun diye dõşarõya verilen kitaplarõn dolaşõmõ yõllõk 23 bin 404 adettir; iyi mi?! Bana göre, iyi! İyi olduğuna 1998 yõlõnda Purdue Üniversitesi’nin bulunduğu West Lafayette kampus-kentine gidince karar vermiştim. Ek iş yapmak gereksinmesiyle kõvrandõğõm günlerdi, ikinci bir iş kaçõnõlmazdõ; çoluk çocuk bostanõna bekçi olduğum zamanlardõ... Gazetede bir ilan: “Wanted: Boswell Kütüphanesi’ne yönetici!” Şanslarõ varmõş diye düşündüm, benden iyisini bulacak değillerdi ya! 3 bin kadar kitabõ deve yüküyle oradan buraya taşõyan benden daha kitap kurdunu mumla arasalar bulamazlardõ. Hemen postayla başvuruda bulundum. Mektup bir günde giderdi, Purdue’den oraya gitmek 45 dakikayõ alõrdõ. Bir hafta sonra bir davet mektubu geldi, Boswell Kütüphanesi Kurucular Kurulu’ndan; hâlâ saklarõm. Filanca gün buyrunuz geliniz, sizi mülakat edelim diyorlardõ. Geniş mõsõr tarlalarõ içinde, sopa gibi uzanan bir yoldan kuzeye doğru arabayõ sürdüm, söylenen saatte orada oldum. Ama önce Boswell’i bir dolaştõm. Dolaşõlacak bir yeri yoktu, iki adet dur işaretiyle başlayõp biten bir cadde, aralarõnda yüz-iki yüz metre uzunluğunda tarlalara uzanan sokaklar, ortalõkta in cin top oynuyor! Kütüphane kurulunda biri genç, ötekisi yaşlõca iki bayan, üç de mister bulunuyordu. Genç kadõnõ Julia Roberts’a benzettiğimi de buraya yazmalõyõm. Mülakat çok neşeli geçti, onlarõ bol bol güldürdüm. Şaşõrõp kalmõşlardõ: Türkiye’den Purdue Üniversitesi’ne biri geliyor, adam hem gazeteci hem yazarlõk gibi şeyler yapõyor, hem de kalkmõş Boswell’e kütüphaneci olmak istiyor. Kütüphanecilik eğitimi almamõştõm ama kitaplarõ severim! Buna da ikna oldular... Amerikalõ taşra insanõ saf, temiz kalplidir, söze inanõr ve sözünü tutar... Anlattõklarõmdaki içtenlik ve duruşum oradakileri etkilemiş olmalõ ki “Neden olmasın”, dediler. Ancak haftaya kesin yanõt alabilecektim. Ayrõlõrken hepsiyle dostane tokalaştõm; Julia Roberts’la uzun uzun vedalaştõm. Bir hafta sonra bir mektup geldi; bakõn, onu da saklõyorum. Diyordu ki, benimle tanõşmaktan memnun olmuşlar, koşullarõm onlara uyuyormuş, ancak “Ne var ki çalışma müsaadeniz her yıl yenilenmek zorunda olduğundan bu durumda ilerde ülkenize dönmek isteyebileceğiniz hesaba alınmış olmakla, iş talebinin reddine üzülerek karar verdik.” Ben de üzüldüm açõkçasõ, dost insanlardõ, 130 yõllõk kütüphanede yarõ zamanlõ çalõşacak, üç beş kuruş kazanacak, hem Purdue’ye devam edecektim hem de arada Julia Roberts’õ görecektim! Olmadõ... Benim ahde vefa duygum biraz gelişmiştir, iricedir. Birkaç yõl sonra, yayõmlanmõş romanlarõmdan ikincisi Bay Konsolos’u Purdue’deki Türk öğrencilere imza günü için getirtmiştim. Yüz kadar kitap imzalanmõş, elimde iki tane kalmõştõ. Birini Purdue Kütüphanesi’ne bağõşladõm, oradaki Türkler okusun diye. Diğerini ne yapayõm diye düşünürken, tuttum Boswell’e gönderdim. Bir teşekkür daha geldi... 7 yõl geçti aradan: Geçenlerde Boswell’den bir mektup daha aldõm. Kasabalarõndaki tek Türkçe romanõn o günden beri okuru çõkmadõğõndan, üzülerek bildiriyorlardõ ki, yakõnda kâğõt fabrikasõna gidecek çuvallara tõkõlacakmõş! Şimdi sizden bir ricada bulunsam, çok mu ileri gitmiş olurum?! Eğer yolunuz Boswell’den geçerse, güya çok meraklõymõş gibi kütüphaneye girin, oradaki tek Türkçe kitabõ alõn, okur gibi yapsanõz da olur, zaten saçma sapan bir şeydir, sonra iade edin. Böylece, hiçbir yerin ortasõndaki Türkçe kitap çöpe gitmez! msenol34@yahoo.com Batõ’nõn Doğu’ya ilgisi 11. yüzyõldaki Haçlõ Seferleri ile başlamõş ve iki yüz yõl boyunca sürmüştür. Gerçek amacõ Kudüs’e el koymaktan öteye stratejik ve ekonomik de olan bu seferler ile Doğu insanõ Batõlõyõ yakõndan tanõmõştõr. Doğu’nun Batõ’ya, özellikle Orta Avrupa ülkelerine olan ilgisi ise daha geç, Osmanlõlarõn 1529’da Viyana kapõlarõna dayanmasõyla başlar. Batõ’nõn endüstriye geçmesiyle petrol zengini Doğu, Avrupa’nõn yeni patronlarõnõn iştahõnõ yine kabartõr. Yirminci yüzyõlda refaha kavuşan Arap ülkeleri Batõ’yla olan çõkar ilişkilerini geliştirirken, hilafetten kurtulmuş Atatürk Türkiyesi de aydõnlanma yolunda Batõ’yõ kendine örnek alõr. Bu karşõlõklõ ilgi, o günden bu yana sürmüştür ve Ortadoğu’daki güncel politik gelişmeler göz önüne alõndõğõnda daha da süreceğe benzemekte! Son aylarda Dresden ve Karlsruhe’de açõlan iki görkemli sergi, özellikle kültürel alandaki karşõlõklõ ilgiyi çok güzel belgelemektedir. Dresden’deki “Türk Odası”, Saksonya Prensi August’un 16. yüzyõlda başlattõğõ ve ondan sonra başa geçen prenslerin 20. yüzyõla kadar devam ettirdiği çok zengin, silah ağõrlõklõ Osmanlõ koleksiyonundan oluşmakta. Özellikle August zamanõnda İstanbul’dan satõn alõnan veya sipariş edilen değişik silahlardan oluşan koleksiyonda hemen hemen hiç savaş ganimeti yok. Altõn süslemeli silahlar, dev çadõrlar, kaftanlar, sancaklar, değerli taşlarla süslü kõlõçlar, at koşumlarõ, halõlar, ev eşyalarõ bugün Dresden Sarayõ’ndaki salonlarõ süslüyor. August’tan kalmõş yirmişer metre uzunluğunda ve beşer metre yüksekliğindeki, 35 elemanõn tam altõ yõlda restore ettiği iki dev çadõr Almanlara “Binbir Gece Masalları”nõ anõmsatõyor! Söylenenlere göre Prens August, biraz da gösterişi sevdiğinden olacak, 1730 yõlõnõn yazõnda düzenlediği ve yabancõ devlet adamlarõyla diplomatlarõ davet ettiği parti için Dresden yakõnlarõndaki büyük bir alana binin üzerinde Osmanlõ çadõrõ kurdurur. Ordusunun 27 bin askerine bu alanda yaptõrdõğõ savaş oyunlarõyla bütün Avrupa’yõ kendine hayran eder! Güçlü kuvvetli olmasõ nedeniyle Osmanlõlarõn “nalkıran” adõnõ vermiş olduğu Prens August, çoğu davette yaptõğõ gibi o gün de padişah kaftanõyla misafirleri arasõnda gezinir. Doğu’dan gelen eşyalar, giysiler, takõlar Avrupa’nõn asilleri ve zengin aileleri arasõnda iki yüzyõla yakõn moda olur. Bugün Dresden’deki sürekli “Türk Odası” sergisi, o dönemin en değerli eşyalarõnõ gözler önüne seriyor. Karlsruhe Sarayõ’ndaki Türk ganimetleri sürekli sergisi, Viyana kuşatmasõ sõrasõnda Osmanlõ ordularõnõn çekilirken geride bõraktõğõ sayõsõz savaş aletinden oluşuyor. Yine şu sõralar Karlsruhe’de 9 Ocak 2011’e kadar açõk kalacak “Doğu ile Batı’nın Buluşması” adlõ sergi de İran’dan Mõsõr’a, Anadolu’dan Tunus’a, gizemli Doğu’dan Avrupa’ya son iki yüz yõlda getirilmiş cam eşyalardan seramiklere, giysilerden oda takõmlarõna, kitaplardan minyatür ve tablolara paha biçilmez eserlerden oluşuyor. Batõ’nõn Doğu’ya olan etkisi ise 19. yüzyõldan bu yana yapõlarda, giysilerde, ev eşyalarõnda kendini gösteriyor. Karlsruhe’deki sergide bu karşõlõklõ etki, ilgi ve sevginin örnekleri sunuluyor. İlginç bir köşe de, 1925- 1950 yõllarõ arasõnda İstanbul’da yaşamõş olan İsviçreli Rieser ailesinin Türkiye’den ayrõlõrken Zürich’e beraberinde götürdüğü 19. yüzyõl eşyalarõndan oluşan “Osmanlı Odası”. www.ahmet-arpad.de Sol aşerme PARİS UĞUR HÜKÜM MİLANO ASLI KAYABAL DRESDEN AHMET ARPAD Hiçbir yerin ortasõnda... PURDUE MAHMUT ŞENOL
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle