28 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
26 ARALIK 2010 PAZAR CUMHUR YET SAYFA DİZİ Demirel, Özal’ın ‘yetkisi olmadan dış politikayı yönettiği’ni söylüyor ve anayasaya dikkat çekiyordu 11 IŞIL ÖZGENTÜRK Muhalefet sesini yükseltiyor M uhalefet artık atağa geçmişti. Demirel, belki bininci kez “Türk dış politikasını idare etmek Turgut Özal’ın görev ve yetkisi değil” diyordu: “Eğer Sayın Özal yetkiliyse, sorumlu da olması lazım. Türkiye’de direkt demokrasi yoktur. Millet eğer doğrudan hesaplaşma yolunu bulsa kökünü kazıyacak. Hükümet ne hakla bu yetkiyi Özal’a bırakıyor? Özal, devlet adına, millet adına birtakım vaatler verdiyse bunlar keenlem yekundur.” İnönü ise, boş bir gayretin içindeydi. ANAP milletvekillerine sesleniyordu: “Halk sizi bir kişinin diktatörlük heveslerini destekleyesiniz diye mi seçti?” diye soruyor ve sürdürüyordu: “On gündür hiçbir yetkisi olmadan dış politikayı yönlendiriyor. Kamuoyuna sanki kendi yetkisi varmış gibi bir intiba yaratmaya çalışıyor. Anayasada sanki deniliyor ki; devletin organları çalışmazsa Cumhurbaşkanı onların yerine çalışır.” Ecevit ise, Özal’ı “Ortadoğu sorununa ‘yabancı gözüyle’ bakmakla” suçluyordu: “Cumhurbaşkanı fiilen elinde topladığı yetkileri TBMM’ye onaylatmayı istiyordu. Dümeni kendi tekeline alan Özal, devlet gemisini okyanus ötesinden esen rüzgârlara göre yönlendirmektedir.” Kuveyt’in işgalinden, onca gelişmeler gözlendikten sonra; TBMM, 12 Ağustos 1990 günü toplantıya çağrıldı. Olay gerek Türkiye’de, gerek dünni meşru sayarak, ne de o makamda oturanlar tarafından bize söylenecek sözleri çok önemseyerek gitmedik. Kendi düşüncelerimizi söyleyelim diye gittik. Olabilir ki, bu ülkede askerimizin şehit olmasını, yedi aylık bir çocuğun eşkıyalar tarafından öldürülmesini önleyecek tedbirlere başvurulabilir...” 12 Ağustos’ta bir kez daha meşru saymadığı Çankaya’nın çağrısını reddeden Demirel, 2 Nisan’da Cumhurbaşkanı Özal’la toplantı yaptıktan önce ve sonra “Ulusal bir sorun olduğu zaman protokoler kuralların’ geçerli olamayacağını” söylememiş miydi? Körfez krizi, öylesine gelişmeler gösteriyordu ki, her an Türkiye’nin başına çorap örülebilirdi ve sanırız, olay 2 Nisan’daki kadar ‘ulusal bir sorundu.’ 12 Ağustos’ta Çankaya’yı geri çeviren Demirel, bu davranışı ile belki de ‘2 Nisan’ı anlatmaktaki sıkıntılarını’ bir ölçüde hafifletiyordu ya da hafifletmek amacındaydı. “Zaten, davet 9 Ağustos’ta öğleye doğru vaki oldu” diyen Demirel, Parti Genel İdare Kurulu’nun kabul etmeme kararı aldığına değindikten sonra “Bu, bir istiskaldi” dedi. Ama, “Bizi istiskal ediyor değildi, rejimi istiskal ediyordu” diye sürdürdü, ‘istiskal’ sözcüğünün ‘hafife alma, alay etme’ anlamına geldiğini açıkladıktan sonra, “Bizi istiskal edemezler de, rejimi istiskal etmek suretiyle kendilerini istiskal etmekteydiler” diyordu. Fakat; Özal, bir araç olarak kullandığı ANAP hükümeti aracılığı ile siyasal manevralarına yenilerini katmaktan geri durmuyordu. Fille Güvercinin Beraberliği... Baştarafı Arka Sayfa’da Büyük çoğunluğu otoportrelerden oluşan resimlere bakıyorum, o sadece kendini çizen bir ressam, bunu ona sorduklarında şöyle demiş: “Hep kendimi çiziyorum, o kadar yalnızım ki, en iyi kendimi tanıyorum.” Oysa 6 Temmuz 1907 yılında Meksika’da doğan Frida kısacık yaşamı boyunca pek çok insanı kıskandıran bir sevgi haresiyle çevrili, dünyanın Büyük Rus Devrimi’yle karşılaştığı, bu devrimin halkalarının taa Meksika’ya ulaştığı bir dünyada yaşamış. Ama o, 18 yaşında korkunç bir kaza geçiren ve bir yıl yatakta yatmak zorunda kalan ve daha sonraki hayatında geçirdiği kazadan ötürü 30 ameliyat geçiren, sırtını rahat ettirip resim yapabilmek için kendini koltuğa bağlatan, çok sevdiği Diego’dan bir çocuk sahibi olabilmek için çırpınan ama ölümcül düşüklerle boğuşan bir kadın. Lev Troçki, ünlü fotoğrafçı Nickolas Muray ve oyuncu Maria Felix de dahil olmak üzere büyük aşklar yaşamış bir kadın ama yaşadığı ölümcül anlar ve çok çapkın bir koca olan Diego’ya inanılmaz tutkusu onu hep yalnız yapmış ve belki de bu onun resminin diğer ressamlardan çok farklı, kendine özgü olmasını sağlamış, karşılığı ağır bir bedel olsa da... Onun portrelerine bakarken, hemen hepsinde bütün o şatafatlı giysiler, kocaman yüzükler ve küpelerden öte çırılçıplak bir ruh haliyle karşılaşıyorsunuz. Frida adeta şöyle diyor: “Ben kadınlığın en çıplak haliyim ve kendi bedenimle bütün acılarımla, özlemlerimle, şarkılarımla, sizlere kadınlığın o inanılmaz tarihini sunuyorum”. Bir fille bir güvercinin aşkı olarak betimlenen Diego Rivera ve Frida Kahlo’nun ilişkisi karşısında insan önce sersemliyor ama özellikle Frida’nın Diego’yu kucağında bir çocuk olarak gösterdiği resim karşısında bu muhteşem, çok az insanın kaldırabileceği ilişkiyi de anlamaya başlıyorsunuz. Anlıyorsunuz ki, fiziksel acıların peşini bırakmadığı Frida, bu acıların şifasını Diego’ya ve diğer tüm âşıklarına olan aşkla kapatmaya çalışmış, aşkın acılarını tedavi etmesine izin vermiş. Aşk sihirli bir iksir gibi onun elinden tutmuş ve kendisinin bile bilemediği bir başka evrene sokmuş, bu evrende Frida kimi zaman düşük yapan bir kadın olmuş, kimi zaman kaşlarından güvercin fırlayan bir tanrıçaya dönüşmüş sonuçta resim ve hayat kazanmış. Sözü, onun 23 Temmuz 1935’te Diego’ya yazdığı bir mektupla bitirelim. “Şimdi biliyorum ki bütün bu mektuplar, kızlarla ilişkiler, bana İngilizce(!) öğretmenleri, Çingene modeller, ‘iyi niyetli’ asistanlar, ‘uzaklardan gelen tam yetkili elçiler’ yalnızca birer flört ve aslında sen ve ben birbirimizi çok seviyoruz ve bu yüzden sayısız serüven yaşıyoruz, kapıları çarpıyoruz, lanetler okuyoruz, hakaretler ediyoruz; bütün bunlara karşın birbirimizi daima seveceğiz… Bütün bunlar, birlikte yaşadığımız yedi yıl boyunca sürekli tekrarlandı, yaşadığım bütün öfke nöbetleri sadece, sonunda seni canımdan çok sevdiğimi anlamama hizmet etti; yine anladım ki, beni aynı ölçüde sevmesen bile, bir şekilde seviyorsun. Öyle değil mi?.. Daima bunun sürmesi umudunu taşıyacağım, bu bana yeter…” yada on gün tartışılmıştı. Krizi tartışmayan tek kurum Türkiye’deydi ve Millet Meclisi sıfatını taşıyordu! Üstelik TBMM, DYP ile SHP’nin verdiği ‘müşterek bir önerge’ ile toplanabilmişti. Krizin başladığı gün veya hemen ertesi günü Türkiye’yi yönetenlerin TBMM’yi toplantıya çağırmaları gerekirdi. Oysa; ANAP iktidarı, tabii Özal, sorunu Çankaya eliyle yönlendirmeyi yeğlemiş; TBMM, bir kez daha ‘devre dışı’ bırakılmıştı. Muhalefeti, yine 90 imzayı bir araya getirip TBMM’yi olağanüstü toplantıya çağırmaya zorlamışlardı. Özal’la demokratik rejim, işte bu biçim çarpık uygulamalarla yürüyordu. Demirel, önce Çankaya’dan gelen 11 Ağustos tarihli çağrıyı değerlendiriyor: “2 Ağustos’tan 11 Ağustos’a kadar 9 gün zarfında muhalefet kimsenin aklında yok. 11 Ağustos’ta muhalefet niye akıllarına gelir? Artık figüran lazımdır. Yani, 2 Ağustos’tan 11 Ağustos’a kadar ki yapılan keyfiliklerin, halka da; ‘İşte, bunlar da tıpış tıpış bunu kabul ettiler’ diyerek, yapmış oldukları yasa ihlalini, muhalefetin de hesabına, faturasını çıkarmak isterler.” Ama, Demirel, bir başka ‘şeyin’ ayırdındaydı. 2 Nisan 1990’da terör konusunu gö rüşmek için Çankaya’dan gelen çağrıya uymuştu. 12 Ağustos günü, bir gün önce gelen son Çankaya çağrısı ile 2 Nisan 1990’da muhalefetin kabul ettiği çağrı arasında bir kıyaslama yapmak zorunluğunu hissetmişti.. 12 Ağustos sabahı toplanan DYP grubunda, son çağrıyı değerlendirirken “Gayet tabii ki, manzara fark edilmiştir” diyor ve şöyle sürdürüyor: “2 Nisan 1990 ile bunun farkı vardır. 2 Nisan’ı bile anlatmakta sıkıntılarımız oldu. Çankaya toplantısından bahsediyorum. 2 Nisan’da biz o Çankaya toplantısına gitti isek, ne o makamlarda oturanların, o makama çıkış şekli Özal’ın yeni manevraları Ö zal, 11 Ağustos’ta tam bir saat 15 dakika süren bir basın toplantısı yaptı. 9 gündür TRT’den söylediklerini yineledi. Ertesi günü TBMM toplanacaktı. O basın toplantısıyla yetinmemiş olacaklar ki, Özal ve ANAP iktidarı 12 Ağustos’taki olağanüstü TBMM toplantısını ‘gizli’ yapmaya karar vermişlerdi. Demirel, “Meclis’i zorla toplatacaksınız, Çankaya sakini çıkacak, 1 saat 15 dakika konuşacak, sıra muhalefete geldiği zaman, cevabını Meclis kürsüsünden alacağı yerde gizlilik kararı gelecek” cümleleriyle adeta isyan ediyordu. DYP liderinin isyanı bir noktada yoğunlaşıyordu: TBMM’deki oturuma gizlilik kararı gelirse; Türk halkı olup bitenleri Özal’ın basın toplantısında anlattığı gibi sanacaktı. O zaman TBMM toplantısına neden gerek görülüyordu? “Ne var ki gizli? Türkiye’nin Bush’tan gizlisi yok. Türkiye’nin Fahd olunca gizlisi yok. Türkiye’nin Rafsancani olunca gizlisi yok, Türkiye’nin Hafız Esad olunca gizlisi yok, Türkiye’nin Baker olunca gizlisi yok. Türkiye’nin yabancı gazeteciler olunca gizlisi yok. Türkiye’nin CNN’den gizlisi yok. Türkiye’nin NBC’den gizlisi yok. BBC’den gizlisi yok... Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden gizlisi var! Kimden gizli? Kendi halkından gizli. Olmaz böyle şey. Uzlaşmacılığın, teslimiyetçiliğin, akılcılığın da bir sınırı var.” Ne ki; Demirel, 2 Nisan toplantısına katılmayla 12 Ağustos çağrısını reddetmeyi grup konuşmasının son cümlelerinde bile değerlendiriyordu: “Benim vatandaşım Çankaya’ya nasıl bakıyor, biliyor musunuz? Bana telefon ediyor; ‘İyi ki bu hileli davete icabet etmediniz’ diyor ve açık rejimi ‘One man show,’ bir adamın şovu haline getirip, onun dışındakilerin tümünü figüran yapabilirsiniz.Yalnız, biz o figürana dahil değiliz.” 12 Ağustos 1990 günü Başbakanlık’tan TBMM’ye bir yazı geldi: “Sayı:K.K.Gn.Md.O / 264.24/04402 Irak’ın Kuveyt’i işgali ve sonrasında meydana gelen ve ülkemizi yakından ilgilendiren olaylar sebebiyle, Türk Devleti’nin ve Cumhuriyeti’nin varlığını tehlikeye düşürmesi muhtemel gelişmeler karşısında, anayasanın 117’nci maddesine göre milli güvenliğin sağlanmasında ve Silahlı Kuvvetler’in yurt savunmasına hazırlanmasında Yüce Meclis’e karşı sorumlu bulunan hükümete; savaş hali ilanı, Silahlı Kuvvetler’in kullanılması Türk Silahlı Kuvvetlerin yabancı ülkelere gönderilmesi veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması konularının anayasanın 92’nci maddesi uyarınca yetki verilmesi hususunda gereğini müsaadelerini rica ederim. Yıldırım Akbulut Başbakan Hükümet TBMM’nin yetkilerini istiyor ükümet tezkeresi siyasal kulislerde ve merkezlerde büyük gürültü kopardı. Başbakan Akbulut; TBMM’nin savaş açma, Silahlı Kuvvetleri kullanma, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması ile ilgili anayasal yetkilerinin hükümete devredilmesini istiyordu. Şayet TBMM anayasal yetkilerini hükümete devrederse… bu yetkileri zaten hükümeti yöneten Cumhurbaşkanı Özal kullanacaktı. TBMM’ye sormadan, TBMM’den izin almadan savaş açabilecek, Silahlı Kuvvetleri örneğin Irak’a Bush’un müttefikleri olan devlet askerleriyle birlikte çarpışmak için Irak’a gönderecek veya yabancı askerin Türkiye’de konuşlanmasına izin verebilecekti. Bu, tam anlamıyla anayasada ve parlamenter rejimde yeri olan başkanlık veya yarı başkanlık sistemini Özal’ın uygulaması demekti... Muhalefet partileri Başbakanlık tezkeresine ve içeriğine direndi. Muhalefet elbet direnecekti: fakat TBMM’de tezkerenin kabul edilmemesini sağlayacak sayıları yeterli değildi. Fakat önemli bir olay gerçekleşti.ANAP Grubu da direnmeye katıldı. Hükümet tezkeresinde önemli şu değişik yapıldı: “ … Silahlı Kuvvetler’in yurt savunmasına hazırlanmasından Yüce Meclis’e karşı sorumlu bulunan hükümete; (ülkemize bir tecavüz vuku halinde derhal mukabele edilmesi maksadıyla savaş hali ilanı), Silahlı Kuvvetler’in kullanılması, TSK’nin yabancı ülkelere gönderilmesi veya yabancı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması konularında anayasanın 92’nci maddesi uyarınca (izin verilmesi) hususunda…” Böylece, Özal’ın hükümet kararıyla TBMM’den izin almadan savaş ilan etmesinin önüne geçiliyordu. H Özkahraman’dan Nesin çocuklarına ziyaret CHP Bahçelievler İlçe Örgütü Başkanı Hüseyin Özkahraman ve ilçe yöneticileri Çatalca’daki Nesin Vakfı’nı ziyaret etti. Çatalca İlçe Başkanı ve yöneticilerinin de katıldığı ziyarette, Nesin Vakfı çocuklarının ağız ve diş taramasını yapan diş doktoru Özkahraman, çocukları ağız ve diş sağlığı konusunda bilgilendirerek tedavilerini üstlendi. Yaklaşık 20 çocuğu muayene eden Özkahraman, Nesin Vakfı’nın üstlenmiş olduğu görevin farkında olduklarını belirterek “Çocuklarımızın sağlığını koruyarak hayata daha sıkı tutunmaları için elimizden geleni yapmaya hazırız” dedi. Akmayan dereleri gören bilirkişi şaşkına döndü ÖMER ŞAN YARIN: SAVAŞ TARTIŞMASI Y CE HIZ KAZANIYOR RİZE Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “baba ocağım” dediği Rize’nin Güneysu ilçesinde yapılması planlanan HES projeleri için mahkemelerin “yürütmeyi durdurma” kararı vermesinin ardından bölgede inceleme yapan bilirkişi heyeti, kuruyan dereleri görünce hayrete düştü. Derelerin Kardeşliği Platformu Yürütme Kurulu Üyesi Yaşar Aydın, “Taşkın ve coşkun suları ile bilinen Gürgen Deresi’nin susuz kaldığını görüyoruz. Projelerin ardında başka hedefler olduğunu düşünüyoruz” dedi. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle