Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
26MART1995PAZAR CUMHURİYET SAYFA
KULTUR 15
GÜNDEMDEKİ KONU / ULUSLARARASIİSTANBULFILMFESJIVAIJ
ONATKUTLAR
Bugûn 14 kastm. Tûrkiye'de sinemanın
doğuşunun yıldönümü. Hülya'nın sevim-
li ve haklı telaşı nedeniyle sizlerin martta
okuyacağınız bu yazıyı bir solukta yazıp
bıtirmelıyim. Derin bir uykuda, kesintisiz
bır düş göriir gibi. Sansürsüz ve 'on daid-
ka ara'sız. Bir çocukluk düşü.
Günlerdir karanlık bir kasım Istan-
bul'unda dolaşıyorum. Kapalı, kurşun
rengi gökyüzü, kirlenmiş martılan, camur-
lu bir şantiyeyi andıran Beyoğlu'su, yap-
rakJanm dökinüş ağaçlan ve onlan bile
gıderek kapatan beton bloklan ile renksiz,
sıkıcı bır kent. Spleen d'Istanbul. Ama ay-
nı zamanda bir mucizeyi yaşıyorum. "Mü-
rtkkep gibi kararmış gökyüzüyle denizin
arasından pıni pınl bir yüreide geçiyo-
nnn." lçımde süreklı bır sevınç ve kıpırîı.
Sanki kafamın içıde bir büyülü fener.
Bir kaleidoskop'un içindeyim. Tıpkı
çocukluk günlerindeki gibi.
Bir çiftçi ailesinın zarif ve hoşgörûlü
büyüğü olan halamın evi, Antep'ın gıde-
rek kıyıda kalmış semtlennden birindey-
di. Sokaklan tenha, avlulan sessız bir
semt. Bır sûrü çocuk bez toplardan ve il-
kel oyuncaklardan bıkmış. sıkıntıyla bek-
lerken, evin ikinci avlusundaki küçük ahır
binasının içinde. Vedat Ağabey'le ben şen-
liğı başlatırdık. Saman ve gübre kokulu,
köşesınde genellikle bir atın pineklediği
karanlık ahınn kapısı kapatılır, N'akıp
Ali'nin makinistinden gizlice ödünç alın-
mış küçük film parçalannın Leonardo
yöntemi ile gösterisi başlardı.
Bırden değışirdı tüm dünya. Bır hayal
ve renk cümbüşü başlardı. Çöller ve denız
kızlan, Aflıka ormanlan ve Tarzan, Kan-
yonlar ve Buck Jones, New York'un gök-
delenlen ve Alaslca. Bu küçük ve ganp ay-
gıt, tıpkı büyük bır şıir gibi tüm yaşamı de-
ğıştinrdi.
Yüryüzünde milyonlarca çocuğun aynı
düşjeri görmesi imkânsız sanılabilir. Yal-
nızca sinema gerçekleştirebi lirbu mucize-
yi. Onlann düşlerini eşit kılar. tsveç'te
Uppsalalı bir Protestan rahibinin oğlu Ing-
mar Bergman'ın hayalleri ile Tûrkiye'de
Adanalı bır faytoncunun oğlu YdmazGü-
ney'ın Alsaray sinemasının kapı aralığın-
dan görebildiklen hemen hemen aynıdır.
"Gece yansı karanmı verdim. Kardeşi-
mi uvandırdım ve ona kâriı bir alışveriş
önerdim.Onunsinematografa>gttnıakar-
şılık bendeki yüz kurşun askerin tamarm-
nı verecektim. Kardeşimin büyük bir or-
dusu vardı ve arkadaşlanyta sık sık savaş
oyunlanna kablıyordu. Anlaşma. iki tara-
fin da memnuniysri ile sonuçlandı.
Sinematograf artık benimdi.
Ertesi sabah erkenden kalkıp çocuk
odasının bitişiğindeki büvük kilcre ka-
pandım. Aygıtı bir sandığın üsriine yer-
İeştirdim, gazla çalışan lambasını yak-
tım, mercekten çıkan ışık demetinj kar-
şı duvarın beyaz yüzeyine yönelttim.
Sonra filnıi taktırn.
Önce yemyeşil bir çayır betirdi du varda.
Çiroenlerin üstünde folklorik grvsileriyle
bir genç kadın uymordu, Aygıtın koiunu
çevirdim. (Anlatmam olanaksız bu du\ gu-
yu. Heyecanımı dile getirecek birsözcûk as-
la bulamam. Ama nerede. hangi dunım-
da olursaolsun. bugün bik ayırt edebilirim
o scak metal kokusunu, odanın naftalin ve
toz kokusunu.)
Kolu çeviriyordum ve genç kız uyarn-
yordu. Önce oturuyor, sonra usulca ayağa
kalkıp geriniyordu. Sonra da dönfip sag
tarafta ka\ boluyordu. Kolu çevirmeye de-
vam edersem yeniden yapryordu aynı ha-
reketleri.
Genç kız kıpınfayorduJ'
Ingmar Bergman'ın yaşamı o büyülü
fenerin mucizesi ile değışti. Şimdi de be-
nim içın bütün bir kent degişiyor. Çünkü
günlerdir gözlerimin önünden çok renkli
bir fılm gibi gecıyor on yillık sinema gün-
leri serüveni. ıstanbul Uluslararsı Film
Festivali'ni düşündüğümde, bu kent de tıp-
kı Pans gibi bir 'jenlik'oluyor.
On yıldır her erken baharla birlikte ade-
ta bir kış uykusundan uyanıyor bu kent.
Canlanıyor, güzelleşiyor, gülümsüyor.
Kent kıpırdıyor.
İki yıl önceki festival sırasında, sadece
bir gün için Istanbul'a gelen Bertolucri, sa-
lonlann ve şenlik atmosferinin canlılığı
karşısında şaşırmış, ertesi gün uçağa ye-
tişmek üzere havaaİanına giderken "Tuhaf
bir eiektrik var bu keaöe" demişti, "ade-
ta erotik bir tutku_." tstanbul'u yakından
tanıyan bızler. ünlü yönetmenin bu izle-
nimlerinde şenlik atmosfenmn ne ölçüde
etkili olduğunu biliyorduk. Şenliğin ya-
pıldığı mart ve nisan günlerinde çiçekle-
nen dallar, yeşeren ağaçlarla birlikte ken-
tin iki yakasında da bir gençlik rüzğân esi-
yor, coşkulu, tutkulu, sevüıçli bır hava sa-
lonlann dışına taşarak her yanı kaphyor-
du.
Sadece beyazperdelerde değil, salonlar-
Büyülü fenerda, toplantılarda, sokaklarda, gazete say-
falannda ve TV ekranlannda da bir düş
gerçekleşiyordu festival boyunca. Perde-
de olağanüstü oyununu izlediğiniz bır si-
nema yıldızını yanınızdakı koltukta otu-
rurken görüyor, yıllardır filmlerine hayran
olduğunuz bir yönetmenle basın toplantı-
sındatartışıyordunuz. Gazetelerin sinema
sayfası dışındaki sayfalannda da bir oyun-
cunun, bir yönetmenin yüzü ve sözleriyle
karşılaşıyor; öğrenci kahvelerinde, akşa-
müstü barlannda, otobüste, vapurda sizin
gibi festival programmı inceleyen insan-
larla görünmez dostluk baglan kuruyordu-
nuz.
Şımdı düşünüyorum: 1981 yılında Ne-
jat Bey'le Aydın Bey'in Istanbul Kültür ve
Sanat Vakfrnın
verimli toprağına
diktikleri bu ağa-
cın kökleri birçey-
rek yüzyıl öteye,
Sinematek'in ku-
ruluş yıllanna uza-
nıyor.
Elbette ülke-
mızde sinemanın
tarihı çok daha es-
kilere uzanır. Ama
bence gerçek tarih.
yakın dostluklann
tarihidir. Yeryüzü
sinemateklennin
öncüsü, ustam ve
dostum Henri
Langioisiçin Tnıf-
iaut'nun yazdığı
yazıdan öğrendım
bunu:
-Confıdential
Report fılminde
Orson Welles'in
canlandırdıgı Gre-
gory Arkadin, ga-
rip bir düşiinü an-
latir: Bir mezarük-
ta imiş Arkadin.
Mezar taşlannda
ölen kişilerin do-
ğum veölümtarib-
lerinin birbirine
çok yakın oldukla-
nnı görmüş. 1919-
1925 ya da 1907-
191JgibLNedenini
sormuş mezarlık
bekçisine. Insanlar
bu kadar erken mi
ölüyoriar bu ülke-
de? "Hayır' demiş
bekçi, 'gördükleri-
niz sadece bir
dosthığun doğum
ve ölüm tarihidir."
1965, Sinema-
tek'le başlayan ve
bugün de süren
dostluklann do-
ğum tarihidir. Ve
bız, bir avuç insan,
bu dostlugu sür-
dürmeyi başaran-
lardanız.
Şakir Eczaaba-
şu Atilla Dorsay,
Vecdi Sayar,Sungu
Çapan, Hfilya
Lçansu ve ben.
Hepimiz değişik
dönemlerde, uzun
ya da kısa süreler-
le Sinematek'e emek verdik. Şimdi v „
çocuğunu büyütüyoruz. Daha geniş, daha
rahat bir çatının, Istanbul Kültür ve Sanat
Vakfrnın çatısının altında. Ve hepimiz,
günün birinde bir taşın üstüne ikinci bir ta-
rih yazılmayacağma inanmak istiyonız.
Selam Lina VVertmüller. Sinematek'in
o 'Aşkve Anarşi' günlerinde, Henri Lang-
iois, küçük çocukluğundan tanıdığı Istan-
bul'a her gelişinde Şakir Bey'in geniş bü-
rosunda, halılann üstüne oturur, çevresi-
ne yaydığı kâğıtlara kocaman harflerle yö-
nermen listelen yapardı. Onunla lıste yap-
maya bayı!ırdık."Bak Şakir" derdı,_"Şu
Japonlardan bir liste yapayun size. Önce
Ozu elbette. Yasujiro.Sonra Kurosava ve
Mizoguchi. Kenji." Liste uzar gider, biz-
ler ise günün birinde bu filmleri göstere-
bilip gösteremeyeceğimizi, bu büyük yö-
netmenlerden bazılanyla tanışrnanın hayal
olup olmadığını düşünürdük.
Şimdi bu karanlık lcış gününde kendı-
mi bir bahar gününün çimenden halılan
üstüne uzanmış. tıpkı Henri gibi bir liste
yaparken düşlüyorum: Kayserili, sevimli
bir halı tüccarı gibi Elia Kazan, bir başöğ-
retmenı andıran Angeiopoulos, lrlandalı-
dan çok bir lngılız lorduna benzeyenJohn
Boorman. hep akraba oiduğunuzu düşün-
düğüm Yusuf Şahin, utangaç bir şair Kies-
• Şakir Eczacıbaşı. Atilla
Dorsay, Vecdi Sayar. Sungu
Çapan. Hülya Uçansu ve ben.
Hepimiz değişik dönemlerde,
uzun ya da kısa sürelerle
Sinematek'e emek verdik.
Şimdi onun çocuğunu
büyütüyoruz. Daha geniş, daha
rahat bir çatının, îstanbul Kültür
ve Sanat Vakfrnın çatısının
altında. Ve hepimiz, günün
birinde bir taşın üstüne ikinci
bir tarih yazılmayacağma
inanmak istiyonız.
İSTJUtBUl
FİLM FESTİVAL
ISTANBUL
FİLM FESTM/A!
itrtvsld, yakışıklı bir Moskova kontu Mik-
halkhov, arkadaşımız, dostumuz Solanas,
bır sırk sunucusu Paradjano\ ve öbür bü-
yük ustalar: Bertoluccu Szabo, Tavernier,
Jancso, Delvaux._
Hepsinin adlannı yazıyorum alt alta ve
şaşınyorum: Tanrım, sahiden bu adamla-
nn hepsi geldi mi buraya? Elbette, diyo-
rum gülümseyerek, üstelik buraya adlan-
nı yazamadığım daha nicelen ile birlikte.
tstanbullu sinemase\'erler için bir düşü
gerçekJeştirdi. Zaten öyle değil mi? Sine-
ma. Gerçek olan bir hayal.
"Sevgili Monsieur Esquire" diyordu
Truffaut, derginin yazanna, "Yeryüzünün
en mudu insanı benim. Çünkü düşlerimi
gerçekleştirdim_.'" Bizler, bu festıvalı ya-
panlar, görünen görünmeyen herkes, he-
pimiz mutlu insanlanz, çünkü bır düşün
gerçekleşmesinin peşinde>iz.
Lısede okul temsıllerinde suflör ya da
asistan olmayı seçerdim. Cniversite öğ-
rencisiyken beni hep büyüleyen sirkler-
den birinde aylarca gişe memurluğu yap-
tım. Şan Müzikholü'nde(Selam Egemen)
idarecilik, sinemada senaryo yazarhğı da-
ha çekici geldi bana. Kısaca ramp ya da
perde ışıklarının önünü değil, arkasını se-
verim. Tozlu, gizemli, loş kulislen; göste-
ri dünyasmın en insancıl olan yanını.
Uluslararası Istanbul Film Fesrivali.
Ödüllü. kaliteli, güzel fılmler; ünlü yıl-
dızlar, tanınmış yönetmenler, sergiler, ba-
sın toplantılan, tartışmalar; pınltılı lcok-
teyller. coşkulu izleyıciler. Eİünyanm her
yennde görülen küçük aksamalara rağmen
tıkırtıkırişleyenolağanüstübır dünya. Pe-
kı acaba neler oluyor bu ışıklı perdelerın,
projeksiyon makinelennin, sahnelerin ar-
dmda? Ayın parlak yüzünün ardında ne
var?
Şimdi bunu düşünüyorum.
Sanıyorum festivalin yönetmeni ve gö-
rünmeyen kahramanı Hürya Lçansu'ya
sorsaydım bu sorulan gülümseyerek ba-
na.^Sinema Günleri degJL dehşet \ç panik
günleri..." derdi. Ve aynı gülümsemeyle
sürdürürdü konuş-
masını: "Haûrfc-
yor musunuz. ilk
gün, ilk gösteride
çevirrnen aletterin
üstüne kaza ile su
bardağuu devir-
miş, ıslanan alet-
lerden ses salona
sadece bir ctzırd
balinde gjtmeye
başla>ınca ilk pa-
nik telefonunu
Hikmet Bey'den
almıştım. Festival
dümanuzın en ta-
nınmış çehresi
Hikmet Bey. Ha-
nımefendi bir şey-
leryapuı'dij«yal-
vanyordo, 'Salon
boşalıyor..."
Insana, kulakla-
nndan kan fişkıra-
cakmış duygusu
veren o gerilım ve
panik duygusunu
daha sonraki yıl-
larda da çok yaşa-
yacaktı Uçansu.
Ekip arkadaşlany-
la birlikte. Ama
şimdi, on yılın ar-
dından, daha çok
bir ironi ile bak-
makistiyorolayla-
ra. "Salonun bo-
şatanasıııa bir de
Wim Wenders'in
'Olaylann Gidişi'
fılminde tanık o(-
muştum*'dıyor,
"Yine HikmetBey,
kapıdan çıkan se-
vircileri iknaetme-
>e çalışıyordu:
Beyeferfdicrğim
nıçın gidiyorsu-
nuz? Ben fılmi
gördüm, doğrusu
çok istifade ettim.
Adama boşuna
Venedik'te Altın
Aslan vermez-
ler..."
Şimdi gözlerimi
kapayıp, izleyici-
lerin genellikle
görmedikJeri o
mutfağı, festivalin
Yıldız'daki yöne-
tim merkezini her-
hangi bir geçmiş
şenlik gününde ız-
lemeye başlıyo-
rum. Bugün için oldukça tuhaf bır görün-
tü bu. Şakir Eczacıbaşı, Vecdi Sayar, Hül-
ya ve Ali Uçansu. ben ve başka yönetici-
ler, bu- sabaha karşı, yan uykulu, rezervas-
yon zarflannı düzenliyoruz. O sessiz bu-
Mercedes motorunu andıran çalışmasıyla
Görgün Taner, rezervasyon sorumlusu Ze-
liba Kaya dehşetlı meşguller. (Ne yazık ki
herkesin ısminı sayamıyorum, telefon reh-
berine dönmesin diye). Çeşitli zorluklar,
yoksunluklar karşısmda gösterilen insa-
nüstü bir çaba.
Aydın Bey'in isteği ile, ilk kez Vecdi Sa-
yar tarafindan 1982 yılında Konak Sine-
ması'nda 7 Fılmle başlatılan festival, bu-
gün 6 ayn salonda. 120 fîlmin iki hafta sü-
reyle 140 bin kişiye gösterildiği dünya öl-
çüsünde saygın ve tıkır tıkır çalışan bir or-
ganizasyona dönüştüyse, hiç kuşkusuz bu
sonucun ardında çok emek, çaba. ınat, bil-
gı, deneyım ve umut vardır.
Ve en önemhsi her an, her çapta ve kap-
samda. çözülmesi gereken sorunlar vardır.
Bu sorunlann hemen hemen tümüyle
karşılaşan, onlan çözmekten birinci dere-
cede sorumlu bulunan Festival Yönetme-
ni Hülya Uçansu bana hemen binlercesi-
ni sayabilir. Bizler de yüzlercesini. En ma-
sum bir sahnenin büe doğranmak istenil-
diğı 'tstanbul Sansür Günleri'nden 'san-
sörsâz' bir festivale nasıl gelindi? Prog-
ramdan sorumlu arkadaşımız Vecdi Sa-
yar'ın yanşmaya film bulabilmek için
yüzlerce sinema adamı ile temaslar kurup
çırpmdığı günlerden düzinelerle fılm sa-
hibinin yanşmaya katıunak için yanştığı
bir çekıcıliğe nasıl ulaşıldı? Yönetmen AB
Özgentürk'ün 'SudaYaoar'ını sansürden
geçiremediğimiz için Fransız Kültür Mer-
kezi'nde uluslararası jüriye sunduğumuz
bir dönemden, dünyanın dört bucağından
festival yöneticilerinin kendi şenliklenne
Türk fılmi seçmek için AKM salonunu
mekân tuttuklan bir canlı ortama nasıl va-
nldı? Hangi sorunlar hangi faturalar öde-
nerek çözüldü? Elbette bütün bu sürecin
destansı bir boyutu var. Ve bir başka bo-
yut da, tüm bu süreç boyunca, bizlerin,
'Kafkas Tebeşir Dairesi'ndeki "Emek ve-
ren ve bu nedenle çocuğun yaşamasını b-
teyen ana" gıbı davranmış olmamızdır.
Ama aşılan en önemli ve temel sorun
'ahşkanhklar'dı
Yani ınsanlann kafalanndakı duvarlar,
kitle kültürünün, kitle iletişim araçlannın
yarattığı sert kabuk. Bütün dünyada ner-
deyse yüz yıldır yaşanıyor bu dram. Wel-
les'ten Tarkovski'ye. Kavur'dan Kies-
lowskı'ye kadar sayısız yönetmen, çok sa-
yıda yazar ve festival yöneticisı farklı. öz-
gün ve özgür bir sinema dünyası yarat-
mak ıçın 'sradanhga' dıreniyor. Bu garip
çö! savaşında her iyı yönetmen bir rehber,
her cıddı festival bir 'vaha'dır.
Bizım festrvalimiz de, birçoklan gibi,
bu vahallardan biri olmayı başardı.
Ama itiraf edeyım kı, bu konuda çok
iyimser değilim. Tüm dünyada olduğu gi-
bi bizim ülkemızde de salt tican savaşla-
nn kılıç şakırtılan arasında harcanıp gidi-
yor güzel fılmler. Tunuslu dostumuz Nas-
ser'in "Les Baüseurs du Desert'ını kimse
hatırlamıyor. Act veren bir sıs içinde kay-
boluyor Saint-John Perse'in 'Amers'i.
Kimse oturup hesaplaşmıyor büyük sıne-
macı Flaherty'nin altmış yıl önceki şu söz-
leriyle: "Asd büyük fUmler. bundan böyle
getecek olanlardır. Bü\ük firmalarm film-
leri oimayacak bunlar. Sözlük anlamryia
amatörierin filmleri olacak. Tutkulu in-
sanlann, sadece \« sadece tkareti düşün-
roeyenlerin. Sanat vegerçegûı biraraj-a ge-
lişrvle yapdacak bu rümler_" Her gün bın-
lerce saatlik saçmalık yayımlayan TV ka-
nalları, uydular, video pazarlan, büyük
fılm gösterim ağlan bize nasıl bir gelecek
vaat ediyor? Bu dev çarkı durdurmak el-
bette söz konusu değil, ama onu orijinal,
kaliteli, yetkin bir sanat çabası yönünde
nasıl döndürebiliriz?
Doğrusu pek iyimser değilim
Ama şuna her zaman ınandım: Bu ül-
kede yapılmış en iyi fıbnin adı 'Umııt'tur.
Umutsuz olmaya hakkrmız yolc. Bu ne-
denle büyük bir keyifle, karanlık bir kış
gününde güneşli bir düş göriir gibi başla-
dığım bu yazıyı, Tristana'nuı güzelim afı-
şi ile bana yıllardır duvanmdan gülümse-
yen büyük usta Luis Bunud'in sözleriyle
bağlamak istiyorum:
"DiyorkiOctavioPaz, 'Zincirler içinde-
ki bir adamtn yeryüzünü uçurması için
gözlerini kapaması yeterlidir.' Ben,küçük
birdegişiklikletekrar|a>«cagırnbucümJe-
yi: E\Teni uçurması için ekranın beyazgöz-
kapaklanna projeksiyon nıakinesinin ı^-
ğuıın vurması wtertidir_
-Sinema yeryüzünün en olağanüstü ve
en tehükefi silahMnr, tetiği çeken özgür bir
zflün be. Düşierin,duyartkbruı ve içgüdfi-
lerin en etkin anlatun aracı. Sinematogra-
fik görüntülerin varaocı işieyişi, bütün in-
sanal anlatım araclan içiiHİe.zihnin uvicu-
daki işleytsine en yakın olamdır. Film, düş-
lerin irade dışı tajdkü gjbidir. Brunius, si-
nema saJonunun ağır agır karanşını, insa-
nın gözlerini kapamasına benzetiyor. İşte
o anda başlar ekranda ve insan ruhunun
derinhklerinde, biUnçaiüna doğru bir ge-
ce yoknıluğu. Görüntüler peş peşe 'açılır'
ve 'karanr' bpla düştekiler gibi. Zaman
ve mekân katı sınırlannı yitirir, isteğe
göre daralır ya da genişler. Kronolojik
zaman ya da sürenin görece değerieri,
artık gerçeklikteki gibi değildir. Bir da-
kikada birkaç yüz yıl geçer gider; hare-
ketler gecikmeleri giderir bir anda...
_Sinema sanki, kökleri çok derinlerde
şörlebuluşanbilincalbyaşamım anlatabü-
mekiçinicatedilmiştirr
Yazı bitmek üzere ve Istanbul'da akşam
oluyor. Bir gözün kapanışı, bir sinema sa-
lonunun karanşı gibi. Bir Karagöz ustası
gibi hayal perdesine bakıyorum. Orada
düşierin sonsuz özgürlüğü var.
Ve perdenin hemen arkasında festivalin
heryılı için birerden tam on tane mum ya-
nıyor. Festivali, bu güzel şiiri yazanlara
selam olsun. Daha nice yıllar sürsün bu
güzelim düş dünyası ve... Que la fete com-
mence. Şenlik başlasın.
(14 KASIM 1990)
Yimou'nun son filmi
Çin'de denetimden geçti
BEİJtNG (AFP) - Çinli yönetmen Ztaang Yimou'nun
son fılmi "Shanghai TrTads", sansür kurulunun
denetiminden geçti. Filmin, bu yılki Cannes Film
Festivali'nde yanşmaya katılması bekleniyor.
Bir yetkilinin yaptığı açıklamaya göre; Radyo
Televizyon ve Sinema Bakanlığı'nın Film Bürosu,
fılmi geçen hafta izleyip onayladı. Başrolünde,
yönetmenin eski sevgilisi GongLi'nin oynadıgı film,
1920'lerin sonlannda Şangay'da yaşayan ünlü bir
şarkicınm çektiği sıkıntılan ortaya koyuyor. Doğudaki
Suzhou kentinde çekilen "Shanghai Triads"ın,
yakiaşık 4.5 milyon dolara (190 milyar TL) mal
olduğu belirtiliyor. Ocak ayında bitirilen film, eylül
aymda çekimler başlar başlamaz birçok sorunla karşı
karşıya kalmıştı. Proje, Fransa'nın en büyük yapım ve
dağıtım şirketlerinden UGC'y'e ortak
gerçekleştirilecekti. Ama Yimou'nun daha önceki
fılrni "Lifetimes"ın (Yaşamak) yabancı film
festivallennde sansürsüz olarak gösterilmesinden
rahatsızhk duyan sansür kurulu, UGC'ye, film
tasansını yanda bırakması için baskı yaptı.
UGC yine de filmin dağıtım haklannı sahn almak için
bir fon ayınyor. Filmin yapım sonrası montajı, son hali
Çin'de incelenmek üzere, Japonya'da yapılacak. Büro
yetkilileri, herhangi bir değişiklik yapılmazsa hiçbir
sorun çıkmayacağını söylüyorlar.
6
Savaş ganimeti' yapıdar iade ediliyor
• Yedi Avrupa ülkesindeki koleksiyoncular, İkinci
Dünya Savaşı'nda yağmalanan tablolarm kendilerine
iade edilmesini istiyor. Bu durumda, Ingiltere. büyük
ustalann yapıtlanru yitirecek ilk ülke olabilir.
Kültür Servisi-Avrupa'yı
işgal eden ordulann savaş ga-
nimeti olarak ülkelerine gö-
türdükleri binlerce sanat yapı-
n, savaştan beri gerçekleştiri-
len en büyük sanat hareketiy-
le gerçek sahiplerine geri ve-
rilecek.
Bu durumda, Ingiltere, bü-
yük ustalann yapıtlannı yiti-
recek ilk ülke olabilir. 16.
yüzyılda yaşamış Alman res-
samı Dürer'in çalışmalan,
Almanya'daki gerçek sahip-
lerine gen verilmek üzere
şimdiden bir kenara aynldı.
Alman ustalar Holbein ve
Oenner'ın yapıtlanysa dönüş
yolunda.
İade işlemi, on yıldır, yağ-
ma edilmiş sanat yapıtlannı
ve onlann gerçek sahıplerinı
araştırarak sanat hırsızlığını
soruşturan uluslararası bir
ekibin gözetiminde gerçek-
leştuiliyor.
Ingiltere, bir yandan bazı
tablolan elden çıkarmak zo-
runda kalırken bir yandan da,
Almanlann savaş sırasında
Hollanda, Belçika ve Fran-
sa'da bulunan Ingiliz aileler-
den çaldığı Constable, Tumer
ve Gainsboroagh'nun yapıt-
lanna kavuşacak. Avrupa ça-
pında. en az 100 bın başyapıt.
gerçek sahiplenn mırasçüan-
na ya da kamu kuruluşlanna
iade edilecek. Fibn yönetme-
ni Steven Spielberg ve fınans
uzmanı George Soros'un da
iade ışlemine bağışta bulun-
ması bekleniyor. Spielberg ve
Soros; Fransa, Belçika, Hol-
landa ve Macaristan'da Nazi-
lerin talan ettiği Musevi ko-
leksiyonlannın yeniden bır
araya getırilmesini istiyorlar.
Birçok yapıt, savaştan sonra,
resim pıyasasma sunuldu ve
Degas, Renoir, Van Goghve
Cezanne gibi ressamlann tab-
lolan, alıcılar tarafindan ka-
pıldı. Ekıp, 100 bin tablodan
oluşan bir veri bankası hazır-
ladı. Belgeler, Fransa, Alman-
ya ve Hollanda'daki yağmala-
ma eylemlelerine kanştıkla-
nnı kabu) eden Alman SS su-
baylannın aynntıh soruştur-
malannı da içeriyor.
Alman ordulan. Berlin'den
gelen emirler doğrultusunda,
Avrupa sanatını ıstila eder-
ken, Hitler de dünyanın en
büyük sanat yapıtlannı topla-
yacağı bir Führermüzesi kur-
mayı hayal ediyordu. Yapılan
sonışturmalardan biri, Paris
varoşlannda bulunan Ingiliz
koleksiyonlannın Mareşal
Hermann Goering'in emriy-
le çahndığını ortaya koyuyor.
Bu arada, sanat yapıüannın
değiş-tokuş edilmesi koiay
kolay gercekleşecek gibi gö-
riinmüyor. Stalin'in emriyle
çalınan tablolan ellerinde tu-
tan Ruslar, St. Petersburg'da
mart sonunda sergilenecek
başyapıtlann Almanlara geri
verilmesi konusunda, Alman-
ya'yla çok hassas görüşmeler
yapıyorlar.
Ingiltere'de, bir buçuk yıl
önce, Sotheby's müzayede sa-
lonunda açık arttırmayla sahl-
ması beklenen, Hollandalı bir
ressama ait 700 bin poundluk
(yakiaşık 47 milyar TL) bır
tablo, avukatlann tablonun
kökenlenni araştırması yü-
zünden hâlâ bekliyor.
Bu tartışmalar sürerken
kaçmayı ve kurtulmayı başa-
ramayanlann yalunlan için,
yitik sanat yapıtlannın ortaya
çıkanlması duygusal bır
önem taşıyor. Çünkü yitik
tablolarm izi sürülürken,
koleksiyon sahibi ailelerin
toplama kampında öldükleri
ortaya çıkıyor.
r
ı
ı
I
PENALTI
MEMET BAYDUR
Kötümserin Biri
RJ. Hollingdale, Alman düşünürü Arthur Scho-
penhauer üstüne yazdığı ilginç yazıda, ünlü düşü-
nürün yaprtını 1816 yılında, 28 yaşındayken tamam-
ladığını yazar. Sözü edilen yapıt "Istenç ve Düşün-
ce Olarak Dûnya'öv. Yapıt 1818 yılında yayımlanır.
Bu yıldan sonra Schopenhauer'in yazdığı herşey bu
yaprtın üstüne düşünceler, doğrulamalar ya da açık-
lamalardır. İlk yapıtta öne sürdüğü düşüncelere ne
bir şey ekler, ne de bir şey çıkanr. Yetmiş yaşına gei-
diğinde, aklını kurcalayan şeylerin tümü, yirmi sekiz
yaşındayken düşünüp yazdıklanndan ibarettir. Ara-
daki yıllarda bilgisı genişlemiş, artmıştır elbette ama,
öğrendıği hiçbir şey herhangi bir konu hakkında fik-
rini değiştirmesine yetmez.
Otuz iki yaşındayken Berlin Üniversitesi'ndefelse-
fe dersteri vermeye başlıyor Schopenhauer. Ders sa-
atleri, aynı üniversitede felsefe dersteri veren He-
gel'in ders saatleriyle çakışıyor. O yıllarda pek tanın-
mayan düşünür, boş sınrflarda boş sıralara ders ver-
mekzorunda kalıyor. Herkes Hegel'in sınıfında çün-
kü. Schopenhauer ya ders saatlerini değiştirecek ya
da ders vermeyi bırakacak. Ders vermeyi ve öğre-
tim görevini bırakıyor. Geri dönmemek üzere.
1821 yılında Beriin'de oturduğu evdeki bir onanm
yüzünden çıkan tartışmada Bayan Caroline Luise
Marquet adlı 48 yaşında bir hanımı merdivenlerden
aşağıya atıyor. Mahkemede kadının çok gürültü yap-
tığını söylüyor. Kadınsa kapı aralığında bir arkada-
şıyla sohbet ettiğini söylüyor. 1826 yılında Bayan
Marquet'e, kadın hayatta olduğu sürece yılda 60 ta-
ter ödemeye yüküm giyiyor. Bayan Marquet 26 yıl da-
ha yaşıyor. 1852'de hanımın ölümünü bildiren resmi
belgenin kryısına 'Obit anus, abit onus' notunu dü-
şüyor: "Ihtiyar kadın ötür, borç biter."
Yaşamrnın son yirmi yedi yılının her gününü değiş-
mez bir kalıba sıkıştınp yaşıyor. Şehrin çeşitli yerle-
rinde kiraladığt odalarda yalnız yaşıyor. Her sabah ye-
dide kalkıyor, banyo yapıyor ama, kahvaltı etmiyor.
Bir fıncan sert kahveyle masasına oturup öğleye ka-
daryazı yazıyor. Öğle vakti yazmayı bırakıp yanm sa-
at flüt çalıyor. İyi bir flütist Schopenhauer. Yemekten
sonra evine dönüp saat dörde kadar okuyor. Her
gün saat dortte çıkıp iki saat yürüyor. Hava durumu
ne olursa olsun. Akşamüstü saat altıda şehir krtap-
lığının okuma odasına uğrayıp The Times gazetesi-
ni okuyor. Bütün bunlar Almanya'nın Frankfurt -am-
Main kentinde oluyor. Akşam ya bir konsere ya da
bir tiyatroya gidiyor. Sonra bir otelde ya da lokanta-
da yemek yeniyor. Yalnız. Dokuz ile on arasında evi-
ne dönüp erkenden yatıyor. Yirmi yedi yıl hiç boz-
madan, büyük bir disiplinle yaşamış böyle bir haya-
tı. Ne kadar iç karartıcı değil mi? Karamsariığın ba-
bası olarak bilinen bu düşünürün bu "disiplin" me-
rakı nereden kaynaklanıyor drye düşünüyor insan.
Sonra akJıma Hotlingdale'in yazısından öğrendiğim
bir aynntı geliyor. Işini yirmi sekiz yaşında tamamla-
mış ve yetmiş yaşına kadar eski yazdıklannın doğ-
ruluğundan zerre kadar kuşku duymamış bir kişi var
karşımızda. Kendine iman etmiş bir adam. Dınsel bir
iman değil bu. Schopenhauer'in yapıtındaTann yok-
tur, Tanrı'ya yer de yoktur. Hıristiyanlığı da kötümser
açıdan görmüş ve yeniden yorumlamıştır. Onun ya-
prtında sözü edilen "irade" Tann iradesi değildir. 'Is-
tençi akıldan, zekâdan önemli sayar yine de. Ona
göre akıl, iradenin oyuncağıdtr. İnsan davranışlan da
akılla değil, istençle yönlendirilir.
Schopenhauer, belki Nietzsche'yle beraber, en
kolay okunan, felsefı jargonu en az kullanan düşü-
nürlerin başmda gelir. Kötümserliğinin metafızikle
kanşması, kolay okunur ve anlaşılırolması, iyi bir ya-
zar olması, felsefi alanla ilgisi olmayan kişilerce, ya-
zınsal bir yapıt olarak da okunabilmesi başanstnı ko-
laytaştıran etkenterdir belki.
Gençliğ^inde yayımladığı bir kitabtn adı "GÖrüş ve
Renkler Ustüne" dir. Bu yaprtında Schopenhauer,
geçen pazar sözünü ettiğim Goethe'nin "Renklerin
Kuramı" adlı yapıtına destek olur, onunla birlikte
Newton'un ışık ve renk teorisine hücum eder. Yazar
ve düşünür haksızdır, bilim adamı haklı oysa. Ya da
gerçekten öyle midir?
_ •
Schopenhauer, Din Üstüne Bir Dialog adlı dene-
mesinde Demopheles ile Philalethes'i konuşturur,
tartıştınr. Sonunda iki dost uzun tartışmadan sonra
bir konuda anlaşırlar. Brahminlerin ölüm tannsı Ya-
ma'nın dediği gibi din iki yüzlüdür. Biri arkadaşçadır
bu yüzlerin, diğeri karanlık. "Sen biryûzûne bakıyor-
sun yalnızca, bense öbüryûzünü görûyorum." Phi-
lalethes bunu söyleyen dostuna hak verir.
'Bilgi'nin bir güç kaynağı olduğuna, bilginin insa-
na güç verdiğine de inanmaz düşünürümüz. "Bilgi
güçtür. Yok canım! İnsan bûyük bir bilgi deposu ola-
bilir en küçûk bir güç sahibi olmadan. Ote yandan
hiçbir şey bilmeyen ahmağın teki de bûyük bir güç
edinebilir."
Hıristiyanlığı eieştirdiği bir başka yazısında şoyle
yazar: "Çinliler kendi dinleri için beş esas etik duruş
seçerier. Merhamet, adalet, nezaket, akıl ve dürüst-
lük. Hıristiyanlarsa, öbür dinler gibi, yalnızca inanç,
umut ve hayırişlenyteyetinmek durumundadıriar. Bir
yoksulluk belirtisi."
•
Din üzerine yazdığı bir denemesindeyse şunlan
yazmış Schopenhauer: "İnanç ve bilgi. Felsefe bir
bilim olarak neye inanacağımızla uğraşmaz. Yalnız-
ca neyi bilebileceğimizle ilgilenir. Eğerbu bilgi araş-
tırmasının sonucu inançlaria çatışırsa bu da doğal-
dır. Inancın doğasında bilinmeyenin öğretisi yatar
çünkü. Bileydik, inanç gereksiz bir lüks olurdu. Ma-
tematik biliminde örneğin inanca yer yoktur. Bilgi ile
inanç çarpışırsa, ikincisi darmadağın olur. Bilgi, ya-
pısı gereği daha sert, daha güçlüdür. Nereden ba-
kılırsa bakılsın, iki ayn olgudur bilgi ile inanç. Karşı-
lıklı çıkarian için birt>irlerinden uzak durmalıdıhar."
Bu kötümser düşünüre bu noktada olsun katılma-
mak mümkün mü? Din, bilimden ayn tutulmalıdır.
Kendi menfaati icabı. Politika biliminden de, balistik
biliminden de, biyoloji biliminden de, ekonomi
biliminden de, sosyoloji biliminden de.
+Taşmdık27 Mart Pazartesi gününden itibaren
yeni adresimizdeyiz.
Tophanelioğlu Caddesi No.: 15
Altunizade 81190 ISTANBUL
Tel: (0216) 391 88 00 (10 hat)
Faks: (0216) 391 87 50
KesmoL canoitBÜRO MAKİNEURI TİMRET A Ş