26 Haziran 2024 Çarşamba Türkçe Subscribe Login

Catalog

Cihat Taşçıoğlu’ndan bir dönem hesaplaşması Yurtsuz ütopya Yeni bir dünya düzeni mümkün mü? İnsan kendini yıkıp, en baştan bir kez daha yaratabilir mi? Bir rüyayı son sürat kovalarken her şeyi kâbusa dönüştürebilecek tek bir hatanın farkına varılabilir mi? Yeni bir düzen kurarken, insanın en ilkel güdülerini yenebilir mi? Cihat Taşçıoğlu Salı adlı kitabıyla anarşist bir manifestonun sınırlarında dolaşıyor. Bir hayalin tarihi, hataları ve doğruları sorgulanıyor, yaratıcılık yoğun bir ruhla birleşiyor. ? Olgun BAŞAT aşlıkta “ütopya” sözcüğünü gören okur, muhtemelen yazının en azından ilk paragrafının bu terimin etimolojisine ayrıldığını düşünecektir. Ancak biz Postmodern CopyPaste Sanayii’ne hiç bulaşmadan, doğruca ilginç olduğunu düşündüğümüz bir romanı tanıtmaya girişeceğiz. Cihat Taşçıoğlu’nun Salı başlıklı romanını eline alıp arka kapak yazısına bakan okurun önce biraz şaşırması doğal. “Anarşist, kaotik, satirik, gizemli…” deniliyor tanıtım metninin ilk satırında. Bunun hemen altında da bir sıralama var: “Devlet, Kropotkin, düzen, İzbe, Blake, medya patronları, Puccini, On Emir, 14 Nokta, Beyaz Tavşan, Arcadia, Godwin, Yeraltı kadar Yerüstü, Provo, Hitler.” Başkaları ne düşünür bilmem ama ben elimdeki kitabın bir ütopya öyküsü olduğunu hemen anladım ve aklımda sorular diziliverdi: Ütopya, Doğu kültüründe fazla rastlanan bir tarz olmadığına göre kişi kalkıp neden böyle bir işe soyunur? Ütopyalar öncelikle toplumsal, tarihsel, siyasi eleştiri gerektirmek durumunda olduğuna göre yazar bunu hangi açılardan bakarak, hangi dozda ve nasıl bir üslupla işlemiş olabilir? Salı’da öyküsü anlatılan ütopyanın anarşist bir temele kaydığı anlaşılıyor ama bu mümkün müdür? Diğer soruları şimdilik bir tarafa bırakıp öyküyle ilgili biraz bilgi verelim. ÜTOPYASIZLARLA ÜTOPYALILAR Yirminci yüzyılın başlarında, “ülkenin biri” bağımsızlık savaşından çıkarken öncülü olan imparatorluğun başkentini kendi yarattığı başkentle değiştirmeye karar verir ve öykü başlar. Tapu dairesinde çalışan bir fırsatçı, taşınan büyükelçiliklerden birinin kentin tam merkezindeki arazisinin bir bölümünü evrak sahtekârlığıyla sahiplenir ve etrafına bitişik nizamda binalar diSAYFA 6 26 TEMMUZ B kip bunları satar. Ortada kalan, arka cepheleri sağır olan binaların hiçbirinden görülmeyen ve ancak yüzyıl kadar sonra bir grup tarafından keşfedilecek olan bahçe, tarihi sorunlara neden olacaktır. Her biri devletle (ya da en hafifletilmiş deyişle sistemle) kendine göre sürtüşmeleri, çatışmaları, uyumsuzlukları olan ve çeşitli kayıplara uğramış insanlardan oluşan bu grup, uzun tartışmalardan sonra saklı bahçede bir yeryüzü cenneti yaratmaya karar verir. Hepsi kendi alanlarında kariyerli insanlar olduklarından teknik, maddi ve pratik çözümler birbiri ardından gelir, topluluk ciddi güvenlik önlemleriyle 300 küsur kişiye genişleyerek Arcadia adını verdiği gizli komüne “Sıfır Günü” kapanır. Sonrası daha da ilginç elbette. Sıraladığımız soruların ilkine gelirsek: Doğu kültürlerinde, özellikle de İslamiyeti benimsemiş olanlarda ütopya yazmak gerçekten zordur ama bu tanıma “geleneksel ütopya yaratmak” şerhini koymak gerekir. Doğu’da Platon’dan etkilenerek Medînetü’lFâzıla’yı (Faziletli Şehir) yazan Farabi görülmektedir ve eserinde ütopik bir devlet tasarlayarak bunu insanlar arasındaki yardımlaşma temeline oturtur. Bir diğer önemli eser de İbni Tufeyl’in Hayy Bin Yakzan başlıklı yapıtıdır ve insanın, insan eli değmemiş tabiatta sadece fıtri aklın yönelişleri sayesinde neleri başarabileceğini konu edinir. Bu örneklerden de görülebileceği gibi Doğu ütopyaları (Edward Said’in de vurguladığı üzere) İslam peygamberinin eksiksiz bir dünya görüşü sunması nedeniyle ya da (Hilmi Yavuz’un yorumuyla) “Bütün Öteki metinler, taklid edilemez olan Kur’an’a göre, ikincil” olduğundan dünyayı ütopyacı amaçlar doğrultusunda düzeltmeye kalkışmak yerine var olanı süslemeye yönelmiştir. Bu açılardan bakıldığında, Salı’nın yazarının anlaşılan fazla sıkıntısı yok, çünkü her şeyin, özellikle de “devlet” tanımının mutlaka değişmesi gerektiğini roman kahramanlarının ağzından sık sık dile getiriyor ve inanç konularına girmiyor bile. Bu da bir anlamda yukarıda sorduğumuz ikinci sorunun cevabı yerine geçiyor herhalde. Yazar toplumsal, tarihsel, siyasi eleştiriyi dozu zaman zaman tehlikeli düzeye ulaşacak şekilde yapmakla kalmıyor, romanın ikinci bölümünde ahlak, adalet, paylaşım, eğitim, mülkiyet gibi asal konular tartışılırken bambaşka bir duruş sergilemeye başlıyor. Arcadia’yı oluşturan insanların hepsi saf özgürlüğün egemenliğini savunurken, bireyin her şeyin merkezinde yer alması gerektiği düşüncesini dayatan anarşistler de yapı içinde liberiteryenlere karşı baskınlık kazanmaya 2012 lı’da (sayfalar elverdiğince) yapılıyor ama Platon ile sınırlı kalmıyor. Romanın diline dair söyleyeceklerimiz de olacak ama bu noktada, sözünü ettiğimiz değerlendirmelerin ve eleştirilerin birbiriyle etkileşim halindeki kahramanların ağzında didaktik durmadığı, birer toplumbilim ya da siyaset söylevi almadığını vurgulamakta yarar var. Metinde insan kavramının sürekli ön plana çıkması, karakterlerin ilginç özellikleriyle birleşince ‘öykü içinde öykü’ diyebileceğimiz bir tarzı da beraberinde getiriyor. Öte yandan, anarşistlerle liberiteryenler arasındaki büyük tartışma, bireyin özgürlüklerinin bir diğerininkileri engellemeyecek şekilde nasıl en üst düzeye ulaştırılabileceği sorusu etrafında yoğunlaşıyor. İşin içine adalet, suç, ceza kavramları da girince, tahmin edilebileceği gibi hoşgörü konusu gündemi sürekli olarak zorluyor. HOŞGÖRÜ PARADOKSU Madem konu az önce Popper’den açıldı, Taşçıoğlu’nun okuru sürüklediği vicdan, ruh ve akıl muhasebesinin bir başka yönüne onun yaklaşımı açısından da bakalım. Yazarın kitapta açıktan açığa vurgulamadığı ama kahramanlarının ağzından göndermede bulunduğu önemli bir konu da hoşgörü ya da Hoşgörü Paradoksu. Popper her ne kadar bir hoşgörü savunucuysa da hoşgörüsüzlüğün hoşgörülmemesi gerektiğini de savunur. Popper’e göre, sınırsız hoşgörü, hoşgörünün ortadan kalkması haliyle sonuçlanmak zorundadır. Sınırsız hoşgörüyü sınırları hoşgörüsüzleri de kapsayacak şekilde genişletecek olursak ve hoşgörü üzerine kurulmuş bir toplumu hoşgörüsüzlerin topyekun saldırısına karşı hazırlayamamışsak, bu durumda hoşgörü sahipleri, hoşgörü kavramının kendisiyle birlikte ortadan kalkacaktır. Yani, hoşgörüsüz felsefelerin sesi her zaman, özellikle de “onları rasyonel argümanlarla karşılayabileceğimiz ve genel kamuoyu marifetiyle denetim altında tutabileceğimiz sürece hoşgörülmelidir.” Bir de anarşizm konusu var ki, o da dahil olunca durum (özellikle monizmdüalizm meselesi nedeniyle) iyiden iyiye karmaşık hal alıyor. Öte yandan bu kuramsal giriftlik, Salı’nın okunma hız ve rahatlığını olumsuz yönde etkilemiyor, hatta diyaloglara yayıldığı için belki kitaba daha akıcı bir hal veriyor. Bunda sayfaların arasına sızmış bir “korsan” yazarın katkısı da olabilir. Bu yazar, romanın ilk bölümü olan “Hayal Kitabı”nda kendini dipnotlarda gösterip zaman zaman okura sataşırken, “Arcadia” başlıklı ikinci bölümde sayfalara [Köşeli parantezler içinde] bulaşma cesaretini kendinde buluyor ve dipnotlar artık sadece teknik nitelik kazanıyor. Romanın kahramanları arasında başka bir kitaptan tayini çıktığı için ortalıkta dolaşıp ukalalık eden, şık ceketli, köstekli saatli, şapkalı bir de Beyaz Tavşan var ama bu arkadaşın fiyakası ikinci bölümde fena halde kırılıyor. İlginç karakterler, ilginç isimler, ilginç bir okuma deneyimi. Özellikle de Arcadia’ya dikkat! Nicolas Poussin’in ünlü tablosundan hayal ülkesinin genç, gamsız ve şen çobanlarına tehdit gönderen netameli bir karakter orada her an karşınıza çıkabilir. ? Salı/ Cihat Taşçıoğlu/ APRIL Yayıncılık/ 500 s. ? Cihat Taşçıoğlu’nun kitapta açıktan açığa vurgulamadığı ama kahramanlarının ağzından göndermede bulunduğu önemli bir konu da hoşgörü ya da Hoşgörü Paradoksu. başlıyor; Proudhon’un sözleriyle özetleyecek olursak, dünyayı “mukadderatsız kılmak” istiyor. ÖYKÜ İÇİNDE ÖYKÜ Salı’da elbette ki birçok toplum ve siyaset bilimciye gönderme yapılıyor ama ilginç olan şu ki Arcadia birçok yönden Karl Popper’in “açık toplum” tanımına uymaktayken bu düşünürden açıktan açığa söz edilmiyor. Ancak satır aralarını dikkatle tarayan okur, alınması gereken pratik önlemler ve komünün yerini neden sonra belirleyen devletin saldırıya geçme olasılığının güçlenmesiyle birlikte zorunlu hale gelen güvenlik koşulları başka bir kritik çizgiyi işaret eder hale geliyor. Popper, 1945 yılında yazdığı Açık Toplum ve Düşmanları başlıklı ünlü eserinde, temel olarak totaliteryanizm ile uğraşır ama bunu yirminci yüzyılın totaliter rejimleri ya da diktatörleri üzerinden yapmaz; Platon’un birçok totaliter düşüncenin felsefi temellerinin bulunabileceğini öne sürdüğü yapıtı Devlet’e odaklanır. Popper’e göre, felsefeciler eğer Platon’a üst düzeyde kayıtsız şartsız hürmet besleme, hatta onu kutsal sayma saplantısıyla yetiştirilmemiş olsa, modern (yirminci yüzyıl) totaliter devlet yapıları tutunabilecekleri sağlam felsefi temeller bulamayacaktı. Hal böyle olunca (yine Popper’e göre) Platon ile geçen yüzyılın diktatörleri arasında belirleyebileceğimiz çoklu karşılaştırmaların taze tefsirler ve derinlemesine değerlendirmelere ihtiyacı vardır. (Bertrand Russel de Popper’in Platon’a yönelik ortodoksluktan sıyrılmış saldırısının ‘enine boyuna gerekçeli ve mesnetli’ olduğunu yazmıştır.) Bu “tefsir ve değerlendirmeler” Sa ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1171
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear