Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Fırat Mehmet Eroğlu’ndan ‘Gölge Günün Azabı... Ve Ateşin Gül Serinliği’ ? ‘Bu imanlı, insaflı insanların hikâyesi’ Gölge Gününün Azabı ...Ve Ateşin Gül Serinliği, Fırat Mehmet Eroğlu imzalı ve on yıllık bir emeğin ürünü. Bir kayıp yakının ardından yola düşüş, Mevla’ya da ulaşma, belaya da... Bir derin yol hikâyesi düpedüz ve arayışın kuşkusuz... Hem bulabilmenin ve bulamamanın... Yola düşme, yoldan çıkmama mücadelesi, hayat gailesi; hamd edilen, yürekten inanılan, sığınılan Allah’tan uzaklaşmadan ama onunla yüz göz de olmadan... Dili bağlanan, ket vurulan, nutku tutulan, derdi taşan, yüreği dağlanan insanların, hepimiz gibi insancıkların hikâyesi. Eroğlu’yla kitabı üzerine söyleştik. ? Gamze AKDEMİR asıl başlıyor her şey, içte ve dışta nasıl bir yolculuk bu ana hatlarıyla? İnsan olan için yolculuk her daim zorunlu ve zahmetli olmuştur. Dediğin gibi görünürde dışta kayıp olanın yahut bir amacın peşine düşmeyle başlayan bu yolculuk içte, kişinin iç dünyasında derin bir arayışa dönüşür kısa zamanda. Bu her şeyden önce bir var oluş mücadelesi, direniş çabasıdır, hiç de kolay olmayan. Ne yazık ki bu topraklarda yollarda iyiye güzele doğru dümdüz, dosdoğru yol almak varken ya kayıplara karışılıyor ya da çetin koşullarla karşılaşılıyor. Böyledir diye yolcu geri mi dönecek, hayır, yolcu yolunda gerek. Yaşadım ve gördüm ki belaya katlanmadıkça Mevla’ya ulaşmak mümkün değil. Ne pahasına olursa olsun yola koyulacağım diyen hem belasını bulur hem Mevla’sını. Mevla için her bela kabulümüzdür doğrusu. Güneşin bahçesinde olagelenler... “Can sıkıcı ve umutsuz mu umutsuz bir yazıdır bu ne yazık ki” diye yazıyorsunuz... Baştan bir şeylere yenildim diyerek yola devam etmek sanki özgürlüğün ta kendisi... Romandaki her an böyle bir duyguyu, bir tevekkülü içeriyor... Rekabet yok, zeytinyağı gibi üste çıkma kaygısı ya da... Kaybedenler de yola devam ediyor... Çevresi kurtlarla sarılı yaralı aslanlar gibi hem de... Dedim ya, yol uzun ve yorucu da olsa yolcu yolunda gerek. Güzel ifadenle yenilgi dahil her şeyi göze alarak yola devam etmek özgürlüğün ta kendisidir. Yenilgiyi göze alan kaybetse de kazanandır. Asıl mesele şu: Yenmek ve yenilmek ötesinde herkes var oluşuna denk düşen yaşamı bulmalı, yaradılışına, fıtrat yahut naturasına uygun hayatı yaşamalı. Yolcu için menzile varsa da varmasa da asıl olan yoldur diye düşünürüm. Ona salât ve selam olsun Peygamber Efendimiz her konuda olduğu gibi bu konuda da kılavuzluğunu esirgemiyor bizden. Diyor ki: Dünya ile benim ne alakam olabilir? Ben bir yolcu gibiyim. Bir ağaç altında gölgelenen bir yolcu... sonra da orayı terk edip yoluna devam eden... “O’NUN SAYESİNDE YAZIYORUM” Romanda “Allah” kelimesinin ne kadar sık yer aldığından bahsetmiştik N sizinle daha önce. Bunu açalım isterim. Dağlardan sulara, kurtlardan aslanlara hepimizin yaratıcısı birdir, ona hamdolsun, bir Allah’tır. Bize şahdamarımız kadar yakın olan yaratıcımızı akıl ve gönül birliğiyle aramak bulmak zorundayız, bireysel kurtuluşumuzun en kestirme yolu budur diye düşünüyorum. Toplumsal kurtuluşumuz ise tek kelimeyle Allah’a kalmış, ayrıca bu konuda toplumbilimciden siyasetçiye herkesin diyeceği ziyadesiyle var zaten. Allah’ın bu romanda sıklıkla yer alışına gelince, kalbimden taştığı ve onun sayesinde yazdığımdandır. Kısaca şunu diyeyim, romandaki yazarın dediği gibi: İnsan suretinde güçlü bir varlık olarak görünsek de aslında yoklukta bir hiç olan, basit, aciz birer kuldan başka bir şey değiliz ve her birimiz kendimizce ruhumuzu yeddi kudretinde tutan Allah’ı bulmak zorundayız. Evet, “Biz Allah’ın kullarıyız ve ona döneceğiz.” Hem hepimizin hem her birimizin olan, ehad ve samed Allah’a. Geldiğimiz yere dönüş! Ayak divanında kılıç artığı sayılmışlığa isyan var sonra... Yazarı getirmeli devamını... Ayak divanında kılıç artığı olmak bu toplumun yüzyıllardır yaşadığı bir sorun. Geçmişe ve gayri resmi tarihe bakıldığında ne olduğu görülür anlaşılır. Geçmiş geçmiştir, ibret alıp ders çıkarmadığımıza göre geçelim şimdilik, Allah bizi bundan sonrasından korusun. İsyan diyorsun, evet, isyan, aynen öyle. Usta mız rahmetli Attilâ İlhan’ın Kurtlar Sofrası romanı şöyle biter: Memleket bir kere kurtlar sofrasına dönmeye görsün isyan haktır. İmdi memleket nice fakir fukaranın sırtından zenginleşen, bolluktan şımarmış, sonradan görme, Allah’tan korkmaz Peygamberden utanmaz arsız cahillerin yağma Hasan’ın böreği saydığı doymazların sofrası haline gelmişken isyan hak mıdır değil midir sen söyle! KALABALIK VE MUHALİF Höt zöt eden bir büyük başın yer aldığı bölüm de erkin bilim insanına, kendisine başvuran bir vatandaşa, hâsılı insan evladına bakışına bir imtinasız çekinmesiz dil saydırması adeta... Sonra tekinsiz yollarda korucular... Sonra köylüler, ihtiyarlar, evlilik çağında kızlar, delikanlılar, yalnız çobanlar, oyunbaz çocuklar, yorgun eşkıyalar, direngen gerillalar, yolcular, gezginler... Sonra kelle avcıları... Sonra muhbir vatandaşlar... Sonra partizanlar... Sonra yağmacılar... Sonra sürenler, sürülenler, toprağını terk etmemeye ant içenler... Sonra yassahlar... Resmisi, gönüllüsü hurraaa alnını karışlıyor vatan toprağının... Hayli kalabalık ve muhalif bir roman, hayli dertli ve... Her şeye rağmen umutlu, sevgi dolu, imanlı insaflı insanların hikâyesi, sevginin, umudun, aydınlığın direnişi... Ağaç, kökler, dallar, kuşları, böcekleriyle doğanın bin bir hali... Metafor denizinde yol alıyor roman haylice... Bu yoğrulmuş dili, modern söylenceli biçemi anlatır mısınız? Her varlığın bir dili var, her varın bir dili. Kuştan ağaca, gökten yere bu böyle. Konuşur söyleşirler hem kendileriyle hem bizimle. Allah’ın Kitabı’nın ifadesiyle söylersek kuşlar, hayvanlar da insanlar gibi bir ümmettir, kendilerine özgü yaşamları ve dilleri vardır, bize düşen onları anlamak ve cemi cümlesine gereken sevgi saygıyı göstermektir. Varlıkların diline iki örnek verip soruna geçeyim. Gök ile yer dedik, örneğin: “gök gürültüsü Allah’ı hamd ile tespih eder.” “Yerküre kendine has sarsıntısıyla sallandığı, toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı ve insan ‘Ne oluyor buna!’ dediği vakit, işte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” Bu ne demektir bilmek, anlamak zorundayız. Geleyim sorduğuna; yoğrulmuş dil, modern söylenceli biçem konusuna. Senin güzel tanımınla her yazar yoğrulmuş bir dil, modern bir biçem ve her varlığın özüne diline denk gelen anlatımı bulmak zorundadır. Yoğrulmuş dil deyişine katkı olsun diye şunu söylemeye izin ver; evet, hayat ve tabiatın dili çamur değil, tam aksine bir yazarın yeniden yoğurması ve yeni bir biçime kavuşturması gereken bereketli, bol tahıllı hamurdur. Romandan bir alıntı: “Bu, ölüm döşeğindeyken bile toprak kadar güzel, su gibi iyi olan bir adamın ve yurdunun hikâyesidir her şeyden önce. Onun söyledikleri ve kendi gözlerimle gördüklerimdir” Nasıl bir keşfediş bu? Sorunun cevabını romandan vereyim, Allah’ın Üçüncü Kâtibi’nin yardımıyla ressam Zîzan Owla Palirowan’ın yazdığı bir paragraftan: “Kabirdekiler bizim dilimizle konuşmadığı, ölülerin tanıklığı bu dünyada geçerli olmadığı için iş başa düştü. Hayatın, yaşanılan sürecin tanığıydım. Tanıklık ve bellek süreğen acıyla sürünen hayatlar için zorunlu koşuldur. Zamana ve yaşanılana doğru tanıklık vicdan gereğidir, insan olmanın olmazsa olmazıdır, hatırlamak, yazmak da öyle. Bu noktada tanık olunanı kaydetmek birçok şeyden bilhassa birey ve toplum vicdanından daha doğru geldi bana, şüphesiz hakkın sesi, adil ve vicdanlı olmak gerektiğini akıldan çıkarmadan. Çünkü tüccar olayım derken füccar olmak da var...” Ölüm de sıklıkla dile gelen bir tema romanda... Yazarın hayli kişiselleştirerek yazdığı satırlarda sürekli çıkıyor karşımıza... Hayata ölüm penceresinden, onun eşiğinden bakmak hayli yaklaşmış olmayı gerektirir kuşkusuz... Sizde de öyle oldu biliyorum... Hem bunu, hem romanın izleğindeki ağırlığı anlamında “ölüm”ün yerini anlatır mısınız? Ölümü ve hayatı yaratan Allah’a hamdolsun, öldük dirildik ve hâlâ yaşamaktayız. Bu gelimli gidimli dünyada gördüm anladım ki gerçekten yaşamayı bilirsek ölmek, ölmeden ölürsek yaşamak güzeldir. Söz tamam oldu. Sokrates’in dediği gibi: Ayrılmak zamanı geldi artık. Ben ölmeye, sizler ise yaşamaya. Hangisi daha iyi? Tanrı’dan başka kimse bilemez bunu. ? gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Gölge Gününün Azabı ...Ve Ateşin Gül Serinliği/ Fırat Mehmet Eroğlu/ Kurgu Kültür Merkezi Yayınları/ 408 s. TEMMUZ 2012 SAYFA 5 “Yol uzun ve yorucu da olsa yolcu yolunda gerek. Yenilgi dahil her şeyi göze alarak yola devam etmek özgürlüğün ta kendisidir” diyor Fırat Mehmet Eroğlu. Yukarıda Gamze Akdemir’le... CUMHURİYET KİTAP SAYI 1171 26 ?