17 Haziran 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA 8 CUMHURİYET DİZİ 12 ŞUBAT 2013 SALI Özerklik ve Egemenlik Krizi GİRİŞ Son günlerde en çok duyulan söz “kentsel dönüşüm”. “Kentsel dönüşüm” denilince kişi iyi şeyler düşünmek istiyor. Uygulama sonuçları öyle olmayınca bir aldatmaca karşısında olduğumuz gerçeği çıkıyor ortaya... Tarihi, kültürü, sosyal yapıyı umursamayan bir saldırıya dönüşmedi mi bu iş? Konut bölgelerimizin ardından, alanlarımıza da saldırıldı. Saldırı sözü birilerince amacı aşar gibi görülebilir. Ama aşmıyor amacını... Tersine gözden kaçırılmaya çalışılsa da toplumu, halkı hiçe sayarak onun en doğal haklarına gerçekten saldırı olarak yapılmaya başlandı bu işler. Doğrudan demokrasinin gerçekleştirildiği yer, kentin alanları değil midir? Kızılay Alanı’nı, Beyazıt Alanı’nı, Taksim Alanı’nı düşünün geçmişte... Halk en önemli dışa vurumlarını orada sergilemedi mi? Katılanlar, oylarını orada açıklamadılar mı? Böyle yerlerin tasarlanması, biçimlendirilmesi topluma hiç bilgi vermeden yapılabilir mi? Diyeceksiniz ki bu işlerin uzmanları var. Evet, bu alandan beş yüz kişiyi topladılar bir çatı altına. Başlarına kendilerinin en güvendikleri kişileri getirdiler. Bu “uzmanlar”, benim izleyebildiğim bir yıldan artık bir süre çalıştılar. Dediler ki, 3. köprü kesinlikle yapılmamalıdır. Çünkü bu, İstanbul’a kötülük olur. Kim dinledi uzmanları? Bir gün bir kişi helikoptere bindi. Tepeden inme gösterdi: “İşte buraya üçüncü köprüyü yapacağız!” Eksiltmesi bile yapıldı. Böylece oldubitti bu iş... Taksim Alanı’nın ne olması gerektiği üzerine daha önce bir yarışma açılmıştı. Gelen tasarılar arasından Vedat Dalokay’ın (Hakan Dalokay’la birlikte) tasarımı birinci seçilmişti. Kimin umurunda? Şimdiki tasarıyı kim gördü? “Belediye meclisi”nde en azından Cumhuriyet Halk Partililer yok muydu? Neden uyandırmadılar kamuoyunu? Bu aşamada bilmekte yarar var: Demek ki “temsili demokrasi” ile olmuyor... Bunun öneminin altını başta çizmek gerekiyor; hele hele seçimi yitirdikleri belediyeleri demokrasiye aykırı olarak belediyelikten çıkarmaya çalıştıkları şu günlerde. Halk bunun neresinde? nce geçmişi özetleyelim. Gelişmenin neresindeyiz daha iyi bilelim diye... Ama bırakın şunu bunu, temel olanın bu çağda demokrasi olduğunu unutmayalım diye bu girişi yaptım. Çankaya’dan havaalanına giden anayolun yan yollarla kesilmemesi için “batçık”larla karnından yarılan, örneğin Kavaklıdere Caddesi’nde bir kentin en önemli “piyasa”sı, kamusal alanı yok edildi. İnsanlar karşıdan karşıya bile geçemiyorlar. “Merhaba”laşamıyorlar. Ancak el sallayabiliyorlar birbirlerine. Kim kime danıştı bu uygulama için? Halk bunun neresindeydi? Antalya’yı da böyle delik deşik etmediler mi? Sanıyorlar ki yardıkları topraktır. Sosyal yapıyı kesip parçalıyorlar. Hem de her yerde... “Herkes gider Mersin’e, biz gideriz tersine” özdeyişinin boş olmadığını, son İspanya röportajlarımda bir kez daha anladım. “Sağnak” takipçilerinin bildiği üzere, Türkiye’den olduğu gibi yurtdışından da zaman zaman gazetecilik yapıyorum. Yurtdışından yazdığım dönemlerde bana en çok acı veren, beni en çok çileden çıkaran konu; Türkiye ve Batı arasında hiç kapanmayan ve asla değişmeyen bir “entelektüel zaman boşluğu/ zaman aralığı” oluyor… Batı’nın siyasientelektüel çerçevesini oluşturan ve Türkiye’nin esinlendiği fikir düzlemleri, ülkemize hep kağnı hızıyla, büyük gecikmeler, zaman boşluklarıyla ulaşıyor. O süre zarfında şartlar değişiyor, dış dünyada yeni dinamikler ışığında geçmişten dersler çıkarılıp farklı arayışlara başvuruluyor ve bakıyorsunuz evren başka yere doğru gidiyor…. Ancak biz o hiç telafi edilmeyen zaman boşluğu içinde, yeni keşfedilen dünün fikirlerini, neredeyse tekerleği keşfetme coşkusuyla ortaya atıyor ve mangalda kül bırakmıyoruz. Halihazırda yapılan “özerklik tartışmalarında” da olan bu. “İspanya’nın özerklik modelinden” Türkiye’de bahseden ilk gazeteci hasbelkader ben olmuştum. Bunun nedeni, İspanya’nın demokrasiye geçiş döneminin tetiklendiği dönemde orada bulunmuş olmamdı. “İspanya Bir Kanlı Gül” isimli kitabımda anlattığım gibi, ardından uzun uzun “Bask modeli” dizileri yapmış, demokrasiye geçiş başbakanlarından Adolfo Suarez başta olmak üzere, özerklikleri hayata geçiren aktörlerle doğrudan modeli konuşmuştum... Özerkliklerin İspanya’nın demokratikleşme süreci içindeki yerini Madrid’den böyle ayrıntılarıyla yazdığım yıllarda, Türkiye’de “Kürt dili ve Kürt realitesi” tanınmıyordu. “Özerklik modeli” bir yana, “kültürel hakları” konuşmak, tartışmak dahi zül sayılıyordu. Demokratikleşme kapsamında bu sert tabuları yıkmaktan yana hep taraf oldum. zerklik yerine milliyetçilikler devleti’ Ancak otuz yıl sonra bugün gelinen nokta bambaşka. Otuz yıl öncesinde “AB üyeliği doğrultusunda” pupa yelken ilerleyen demokratikleşme sürecinde örnek aldığımız “İspanya modelinde”, bugün ağır bir “egemenlik krizi” yaşanıyor. Otuz yıl öncesinin “demokratik özerklikler modeli”, öncelikle güçlü Avrupa şemsiyesi altında Brüksel’in çekim gücüne dayanıyordu. Avrupa’nın varlığının, İspanya’nın yerel milliyetçiliklerinin panzehiri olacağı düşünülüyordu. Avrupa, demokrasinin ve İspanya’nın bekasının garantisi sayılıyordu… İspanya’da gerçekleştirdiğim son röportajlarda, Avrupa Birliği’nin İspanyollar tarafından artık böyle geniş bir garanti şemsiyesi olarak algılanmadığını gördüm. Her şeyden önce Avrupa’nın kendi içinde bir egemenlik krizi baş göstermişti. Üyeler, Brüksel’e devretmiş oldukları egemenlik yetkilerinin bir kısmını tekrar ele geçirmek peşindeydiler. Brüksel’le ilişkileri tartışmaya açan Cameron göz önündeki en somut örnekti. Ancak Cameron buzdağının yalnız görünen yüzüydü. Madrid dahil, Avrupa’nın belli başlı başkentlerinin hemen tümünde “ulus yetkilerini geri devralmak” yönünde bir genel eğilim vardı. Hal böyle olunca, Avrupa’nın, yerel milliyetçiliklerde yatıştırıcı/ farklılıkları geniş pota içinde eritici etkisi ortadan kalkmış oluyordu. Geçen yıllar içinde yerel milliyetçilikler buna karşın başını alıp gitmiş, özerk Katalonya bölgesi işi “egemenlik bildirgesi” ilanına dek götürmüş, yeryüzünde 400 milyon insanın konuştuğu hâkim dil İspanyolca bu bölgede tehdit altına girmiş ve düşünür Fernando Savater’in bu gazetede yayımladığımız söyleşisinde dile getirdiği gibi “milliyetçiliğin olmadığı bölgelere de milliyetçilikler bulaşmış”, İspanya devleti bir “özerklikler devleti” olmaktan çıkıp “milliyetçilikler devleti” halini almıştı. Derin ekonomik krizin boyutları özerklikler adına yapılan akıl almaz israflarla diz boyu yolsuzlukları ortaya çıkarmış, sistemin “pahalı” ve ancak “yüksek ekonomik konjonktüre” uygun olduğu anlaşılmıştı. İspanyol devleti 17 özerk bölgenin açıklarını kapatmakta zorluk çekiyordu, buna karşın bölgeler ayrıcalıkları yitirmemek için sonuna dek bilek güreşi yapıyordu… Başka bir deyişle, Madrid ile özerk yönetimler arasında baş edilmesi güç bir “egemenlik krizi” yaşanıyordu. Madrid ve özerk yönetimler çerçevesinin bu şartlarda gözden geçirilmesi, hatta yeni bir anayasanın yapılması dahi konuşulmaya başlanmıştı. Savater gibi “sol liberal” bazı kesimler, bu bağlamda, bazı yetkilerin özerk yönetimlerden “geri alınarak”, tekrar merkeze bağlanmasının gerekliliğinden bahsediyordu… Diyeceğim o ki bugün “özerk Kürdistan”a örnek gösterilen “İspanya modeli” artık bambaşka bir yerde. Köprülerin altından çok sular akmış! Kürtlere özerklik günümüzde İspanya örneği üzerinden konuşulacaksa, bu tartışmaya otuz yıl gerisinden değil, bugünden girmek gerekir. Sürecek. ‘Ö Ö KÜLTÜR KENT İLİŞKİSİ Alan, kentin, kent düşüncesinin en önemli yeridir. Ancak belli kültür aşamasından sonra alanın gerekliği çıkıyor ortaya. Kültür, biliyorsunuz, yaşamı olanaklandırmaktır. İnsanın yeteneklerine bağlı olarak başlar, toplumun yeteneklerine bağlı olarak gelişir. Kent bilimi bunu açıklıkla gösterir. Kültür ile kentin ilişkisi doğrudandır. Kentin gelişmesiyle alanın işlevinin belirmesi için bin yıllar gerekmiştir. YERYÜZÜNDE İLK YERLEŞME ANADOLU’DA İnsan otobur olarak var olmuş... Çevresindeki bitkilerle, bitkilerle, otlarla, yemişlerle doyunmuş... Çevresinde, yakınında olanları tüket tikçe yeni çevrelere doğru uzanmış doğal olarak. Toplayıcı olmak kolay değil... Zorunlu olarak etoburluğu denemiş sonra... Avcılığa başlamış. Avcılık da kolay değil. Hem otobur hem etobur olarak doyunabilen insan, doğayı, yaban bitkileri gözleyerek kendi besinini üretmeyi denemiş. İşte bunu ilk denediği yer Diyarbakır ile Ergani arasında, Hilar suyunun kıyısında... Prof. Dr. Halet Çambel “Çayönü” adını vermiş buraya. Toprağı eşeleyip tohum atarak besinini yetiştirdiği, su kıyısındaki bitek yer Çayönü... Diktiğini, sonra da elde ettiği ürünü korumak zorunda... Bu zorunluktan ötürü yerleşik yaşayışa geçiyor. Yapılar yapıyor. Yapısını sudan korumak için taşlarla su basman yapıyor; üzerine de kerpiçle duvarlarını örüyor. Suyun getirdiği mille ürettiği kerpiç, en yakınında, en kolay elde ettiği yapı gereci... Günümüzden on bin yıl önce... Mezopotamya uygarlığı günümüzden 6 bin yıl önceden... Çayönü ondan da 4 bin yıl önce... Çayönü’nde bir “alan” yok. Bundan birkaç bin yıl sonrasından Çumra/Konya yakınındaki Çatalhöyük’te de (en eski iz bugünden 9400 yıl öncesinden) yok. Çatalhöyük’te kimilerine göre 48 bin, kimilerine göre 510 bin kişi yaşıyor. Çatalhöyük yerleşmesini kentin başlangıcı sayanlar var. Ancak bir yerleşmeyi kent saymanın en önemli nedeni kamu yapılarının olması... Oysa Çatalhöyük’te benim bildiğim bugüne dek kamu yapısı olarak tanımlanabilecek bir yapı bulunmadı. Daha sonraki dönemlerde, Hititlerde, avlular var yapı aralarında... Ama bilinenlere göre bunların da kamuya açık alan işlevleri yok. Çatalhöyük Tasarı Burada bir kamusal alan bugüne dek bulunamadı. NEREYE KENT DENİYOR? Kent, tarımsal üretim yapılmayan, tarımsal olmayan üretimin yapıldığı yer. Üretimin de, tarımsal olanın da olmayanın da dağıtımının, değiştokuşunun, denetiminin yapıldığı yerdir kent... Değiştokuş tecim demektir. Tecim yol ağına bağlıdır. Anadolu’da yollar kuzeyde, güneyde dağ sıralarının eteklerini, Doğu (2000 m) ile Orta Anadolu (1000 m) arasındaki sekiyi izler. Geçmişin ilk imparatorluğunu kuran Hititlerin başkenti Boğazköy (Hattuşa), bu üç yolu denetler konumdadır. Bütün yollar Batı Anadolu’da Ege Denizi’nin koyaklarına ulaşır. “Işık doğudan gelir!” (Ex Oriente Lux) diye boşuna denilmemiştir. Güneydoğu Anadolu’nun neolitikin yoğunlaştığı yer olduğu 1960’larda anlaşıldı. Bakır çağ yerleşmelerinin tümüyle kazılıp ortaya çıkarıldığı söylenemez. Hitit yerleşmeleri bile kazıbilimcilerce yeterince araştırılmış değildir sanırım. Hititlerin çağdaşı Likyalıların, bugün bile önceden bilmediğimiz, yeni yerleşmeleri bulunuyor. Likya yerleşmeleri kent adını alabilecek denli donanımlı yerler. Ama eskil (antik) çağda, Batı Anadolu’da el el üstündedir. Yakın çağlara dek Efes, Milet gibi kentlerimizin Hitit yerleşmeleri olduğunu bilmiyorduk. Efes’in Apasa, Milet’in Milevanna, Troya’nın Wiluşa olduğunu Hitit kaynaklarından yeni öğrendik sayılır. Batı Anadolu, Anadolu’nun bir sentezi sayılabilir. (Araştırmacı Avustralyalı yazar Uhlig’e göre Anadolu, Avrupa’nın da anasıdır.) Bu sentezden, her şeyden önemlisi KENT doğmuştur. O çağın düşüncesine göre de kent insanı yaratmıştır. Çünkü kent, donanımıyla, oturanlarına, insana, yeteneklerini geliştirerek çağına yakışacak insan olma yolunda gerekli ortamı sağlamıştır. Avrupa sütunu yıkılınca S Ü R E C E K
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear