29 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

22 AĞUSTOS 2008 CUMA kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K.ERDEMOL C 15 ‘Birlikte Yaşamanın Şifreleri’ni yayına hazırlayan Mete Atay’ın uyarısı: ‘Gerçekle yüzleşmek zorundayız’ Osman ÇUTSAY FRANKFURT Yeni kitabı “Birlikte Yaşamanın Şifreleri” ile yarım yüzyıllık bir göç ve insan bilançosunu tartışmaya açan yazar Mete Atay, sadece tarihe değil geleceğe yönelik arayışların da gündeme getirilmesi gerektiğini söyledi. Uzun yıllardır Almanya’da öğretmenlik yapan Mete Atay, “Ellinci yılda bir yüzleşme, hesaplaşma yapılması gerekiyor. Ben bu kitapla biraz da bu hesaplaşmaya, yüzleşmeye aracı olmaya, ışık tutmaya çalıştım. Bu yalnız Türk tarafının işi ve sorunu da değil. Her iki toplumun birlikte ve karşılıklı yapması gerekiyor. Bu kitapta yazılanlarla bunu başlatmak, kitabın buna aracı olmasını, hizmet etmesini hedefledim” dedi. Almanya Türk Öğretmen Dernekleri Federasyonu (ATÖF) Başkanı Mete Atay, kısa bir süre önce yayımlanan kitabından hareketle Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı. CUMHURİYET Bu kitapla neyi amaçladınız? METE ATAY Türkiye dışında beş kıtada, beş milyona yakın Türk kökenli insanın yaşadığı ballandıra ballandıra, övünülerek anlatılır. Ama maalesef bugüne değin Türkiye dışında yaşamını sürdüren, “ulus aşırı kimlik” kazanan bu kadar yüksek sayıda insan için resmi veya gayri resmi bir “Dış Türkler” göçmen politikası oluşmuş, oluşturulmuş değil. Bu insanlar adeta kaderlerine terk edilmiş durumda. Türklerin son 50 yıllık göç tarihine baktığımızda, bunu görmek zor değil. Bugüne kadar gelen hükümetler, bu insanları döviz makinası olarak görmüşler. Bırakın onlar için sağlıklı, verimli bir “Dış Türkler“, “Ulus Aşırı Türkler” politikası oluşturmayı, bu arayışlar zaman zaman engellenmiş bile. Bu politikanın yurtdışındaki sivil toplum örgütleri tarafından oluşturulması için yapılan çalışmalar da çeşitli nedenlerden dolayı tam olarak amacına ulaştırılamamış. Bunu salt sivil toplum örgütlerinin gerçekleştirmesi elbette kolay değil. Ben kendim de sivil toplum örgütlerinin her kademesinde çalıştım. Meseleyi yakından biliyorum. Bunun bir yığın haklı nedeni var. Bu ayrı bir konu, şimdi buna girmeyelim. Fakat göç alan ülkenin de bu konuda yeteri kadar hazırlıklı olmadığı, zaman içerisinde çok belirgin olarak görüldü. Max Frisch’in sözü durumu çok iyi özetliyor: “Biz işgücü istemiştik ama insanlar geldi.“ kompleksinde, farklılıkların görülmemesinde. Bilinçli bilinçsiz körüklenen, ısıtılıp ısıtılıp sunulan önyargılarda. Göçmenliğin inkârında ve bunun bir iç politika malzemesi olarak kullanılmasında. Bunlar engellen(ebil)se bütünleşme çok daha hızlı gerçekleşecek. Almanya, göç arka planına sahip 15 milyon insanı nasıl entegre edebilir sizce? İlk koşul, kafasında “asimilasyon” yerine “entegrasyon” olacak. Almanya “göç ülkesi” olduğunu yıllarca kabul etmedi ve bu yönde politikalar üretmede, önlemler alma yolunda çok vakit kaybetti. Almanya’da göçmenler maalesef hâlâ geçici misafirler ve yük olarak görülüyor. Onlar artık ne Türkiye’de görüldüğü gibi “Almancı”, ne de Almanya’da görüldüğü gibi “yabancı”dır. Onların her biri artık “Avrupalı (Euro) Türk” ya da “Türk kökenli Alman”dır. Onların Alman ekonomisine katkıları yanında, buraya getirdikleri, kazandırdıkları kültürel çeşitlilik, zenginlik olarak görülmüyor. Aslında rasyonel olarak hesaplansa onların verdikleri, aldıklarından çok daha fazla olduğu kolayca görülecek. Kitapta bununla ilgili bazı veriler var. Onlardaki değişim, gelişim gözlenmeli, benimsenmeli. Göçmenlerin, “Biz de varız, birlikte yaşamak istiyoruz” talepleri, Almanları endişelendirmek yerine, sevindirmeli. Karşılıklı bilgi, diyalog ve hoşgörü eksikliği giderilmeli. Burada doğan, büyüyen, 3040 yıldır yaşayan birisi, hâlâ, “Ben nereye aitim?” sorusuna cevap arıyorsa, bu, Almanya’yı düşündürmelidir. Özellikle çocuklara, gençlere eğitimde fırsat eşitliği tanınmalı. Çokdillilik ve çokkültürlülükten korkmak yerine, bunlar desteklenmelidir. Almanya’yı yeniden oluşturmada herkese eşit haklar, sorumluluk ve katılım fırsatı verilmelidir. Irkçılık, yabancı düşmanlığı ve ayırımcılığa karşı etkin mücadele verilmelidir. Kitap üzerine ilk değerlendirmeler nasıl oldu? Her eserin ortaya çıktığında olduğu gibi olumlu tepkiler ve övgüler aldım. Ama bu, ilk heyecan olarak kalmamalı, arkası gelmeli, eleştirilmeli, eksikleri tamamlanmalı, sürekli yeni fikirlerle beslenmeli, yenilenmeli, geliştirilmeli. Aslında çok güzel ve somut bir öneri de geldi: Kitapta yazısı bulunanlar, belli aralıklarla, belli bölgelerde, “Türkler Birlikte Yaşamanın Şifrelerini veya Uyumu Tartışıyor” gibi bir başlık altında konferanslar, sempozyumlar yapılsın ve herkes tartışmaya katılsın. Bence bu, çok güzel bir öneri ve proje. Bu ve benzeri fikirler lafta kalmamalı, desteklenmeli, geliştirilip bir an önce yaşama geçirilmelidir. Karanlıktan yakınmak yerine, karanlığa karşı bir mum yakılmalı. Sorumluluk alınmalı, herkes elini taşın altına koymalı. Öncelikle kitap projemize destek veren, katkı sunan herkese bir kez daha teşekkür ediyorum. İstenirse, günümüzde artık okuyucunun kitaba ulaşması çok kolay. Bana 02224 75 698 numaralı telefondan veya elektronik posta adresim HYPERLINK “mailto:info@averlag.com” info@averlag.com üzerinden ulaşılabilir. Daha geniş bilgi için internetteki H Y P E R L I N K “http://www.averlag.com” www.averlag.com adresine de başvurulabilir. Yayınevi adresimiz ise şöyle: Mete Atay, Postfach 102, 53568 Unkel. Kalamarla Giden cun çıkarılabileceğini düşünebilir miydi, bilmek isterdim doğrusu. İşlerine geldiği an vazgeçilebilecekleri mezhebi kuralları varsa bu adamların, Türkiye’de bazı konularda neden bu kadar gerilim yaşanıyor dersek haksız olur muyuz? Ticaret için mezhebi bir kuraldan vazgeçilebiliyorsa, binlerce türbanlı kıza da eğitimlerini yapabilmeleri için türbandan vazgeçmeleri önerilemez mi? Başkaları istiyor diye, bir kadının türbandan neden vazgeçmesi gerektiği sorusu haklı bir soru olabilir ama tartıştığımız bu değil. Ticaret, büyülü bir kavram. İmanı bile erteletebiliyor. Seyit Mehmet Buğa’nın, madem İmam Hanefi öyle demiş, gittiği bir başka yerde, ticaret gereği içki içmesinde de bir sakınca olmamalıdır. Laiklerin, isteyen içer, isteyen ibadet eder demiş olması madem bir işe yaramıyor, Buğa gibi bir işadamı, İmam Hanefi’nin, “misafir gittiğin yere uy” öğüdünü, gayet fırsatçı bir mantıkla benimseyerek içkisini de yudumlamalıdır. Çünkü ticaret yapmak gibi sağlam bir gerekçesi var. Mehmet Buğa Bey herhalde farkındadır ki, hiçbir laikten, kalamar yediği için tepki görmemiştir. Görmez de. Tepkiyi içinden geldiği –halen de bulunduğumuhafazakarlardan alacaktır haliyle. Dolayısıyla laiklere teşekkür borçlu olmalıdır. Ticaret gereği başlayan ama sonra sadece kendi ifadesiyle tadına “bayıldığı” için yemeye devam ettiği kalamar tutkusunda herhangi bir sakınca görülmemesi laiklikle mümkündür çünkü. Tehlikesi şudur bu tutumların: Mehmet Buğa ya da benzerleri, bugüne kadar Türkiye’de, misafir olmamış da olsalar İmam Hanefi’nin öğüdünü yaşamın her alanına yayarak, başkalarına pek bir hoşgörülü iman sahibi gibi görülmüş olabilirler. Ticaret için mezhebi bir kuraldan vazgeçebilenler, kendilerini güçsüz hissettikleri zamanlarda, “ortama uymak” için de inandıklarının gereğini yapmaktan kendilerini alıkoyabilirler. Benim değilse de milyonlarca insanın bu tür endişeleri olduğunu inkar etmek mümkün mü? Kaddafi’ye kızmak yok. Her ne kadar gösteriye dayalı da olsa çadırını, hem de Elysee Sarayı’nın bahçesine, “çöl geleneklerine saygı” gerekçesiyle kurduran adamdır o. Tabii ki sempatik bulmuyorum, ama “ticaret” ya da “siyaset” gereği moderniteye uyum sağlama kaygısı taşımıyor oluşunu, Seyit Mehmet Buğa gibileri düşününce daha dürüst buluyorum. Kaddafi’nin çadırıyla koruduğunu, Buğa, kalamarla kaybetmiştir. Nedir kaybedilen? Tutarlılıktır. Daha ne olsun? kemalerdemol?yahoo.co.uk METE ATAY çeşitli üniversitelerde görev yapan 7 bilim insanı, Almanya’da çıkan Türk gazetelerinin ve televizyonlarının 9 üst düzey yönetici ve temsilcileri çok açık yüreklilikle görüş, düşünce, eleştiri ve önerilerini yazdılar. Elliden fazla farklı yazı toplandı.Almanya’da karikatür dergisi çıkaran Erdoğan Karayel’in karikatürleri de, çizgi ve mizah anlamında kitabı tamamladı ve zenginleştirdi. Sanıyorum, Almanya’daki Türk toplumu, ilk kez bu kadar geniş bir yelpazede ve bu denli kapsamlı bir araya geldi. Bu yanı ile bile büyük bir başarı olsa gerek. AMANLAMANIN GEREKÇESİ Neden böyle bir zamanlama yaptınız? Türkiye ile Almanya arasındaki “işgücü göçü” anlaşmasının ellinci yılı yaklaşıyor. İnsan yaşamında elli yıl çok uzun bir zaman. Bu sürede ikiüç kuşak değişti. Birincisi, bu. İkincisi, bu yılki Frankfurt Kitap Fuarı’nda Türkiye konuk ülke. Bütün dünyanın gözü bu kitap fuarında. Bu fırsattan yararlanarak Türk kökenli göçmenlerin sorunlarını gündeme taşımayı, en geniş kitlelere ulaştırmayı hedefledim. Ellinci yılda bir yüzleşme, hesaplaşma yapılması gerekiyor. Ben bu kitapla biraz da bu hesaplaşmaya, yüzleşmeye aracı olmaya, ışık tutmaya çalıştım. Bu, yalnız Türk tarafının işi ve sorunu da değil. Her iki toplumun birlikte ve karşılıklı yapması gerekiyor. Bu kitapta yazılanlarla bunu başlatmak istedim; kitabın buna aracı olmasını, hizmet etmesini hedefledim. Almanya’da bir ilki gerçekleştirdik ve buradaki Türk toplumunun en geniş anlamda istek ve taleplerini bir araya getirdik. Bununla geniş kitlelere ulaşabileceğimizi, ortak bir düşünce, görüş ve strateji platformu oluşturabileceğimizi düşünüyor ve umuyorum. Hedef kitle yalnız Türk kökenli göçmenler mi? Kesinlikle hayır. Hedef kitlemiz Alman ve göçmen kesimindeki en geniş kitle. Göçen de, göç alan da etrafında neler olduğunu, nelerin döndüğünü anlamalı, bu konuda neler düşünüldüğünü, neler yapılması gerektiğini bilmeli. Bu amaçla kitabın Almancası da çıkıyor. Bizim bugüne değin kendi aramızda toplu bir değerlendirmemiz olmadığı gibi bunları topluca Alman yetkililere ve kamuoyuna duyurma olanağımız da olmadı. Aslında önce kendi aramızda bunu gerçekleştirmemiz gerekiyordu. Şimdi bununla bir adım atıyoruz. Kitabın Almancası ekim ayında “Der IntegrationsCode Eine Innenansicht” başlığıyla piyasaya çıkıyor. Yani, bu meseleyi sadece kendi aramızda tartışmakla kalmayacağız. İstek ve taleplerimizi en geniş anlamda, bütünsellik içinde diğer kesimlere sunma fırsatı da yakalayacağız. Almancasını diğer göçmen gruplar okuyabilecek. Onlar da bu tartışmaya aktif olarak katkıda bulunabilecekler. Böylece toplumun tüm kesimlerine ulaşma olanağı doğacak. Göçmenler, kendileri ile ilgili kararlar alınırken seyirci olmak yerine, bu sürece bizzat katılacak ve katkıda bulunacaklar. Bu da çok önemli. Neden “Birlikte Yaşamanın Şifreleri” başlığını seçtiniz? İsim konusunda da çok düşündük. İsmi, kitabın genel özetini veriyor: Misafirlik bitti, yeni bir sürece gelindi. Uyum, kolay ve tek taraflı değil. Bu, kendiliğinden de gerçekleşmez. Çalışma ve çaba gerektirir. Bu konuda herkese görev düşüyor. Birlikte yaşamanın zorlukları olduğu kadar, çözüm yolları da vardır. Gerek Alman, gerekse Türk tarafı artık şunu bilmeli ve kabul etmeli: “Biz birlikte yaşayacağız. Başka şansımız ve seçeneğimiz yok.” Aidiyet duygusunun sıcaklığı ve güveni verilmeli. Göçmenleri dışlayan değil, kucaklayan bir politika üretilmeli. Kitaba katkıda bulunanlar birlikte yaşamakla ilgili şifreler veriyorlar. Bu şifreleri hepimizin öğrenmesi gerekiyor. Tanımak, tanınmak, benimsemek, benimsenmek için bunlara gereksinim var. Birlikte yaşayacaksak şifreleri öğrenmek zorundayız. Bildiklerimizi de başkalarına aktarmalıyız ki, birlikte yaşama gerçekleşsin. Z TOPLUMUN HER KESİMİ – Kitabı nasıl kurguladınız? Kitap, aslında bir proje. Konu, göçün tarihi veya hikâyesi değil. Onunla ilgili elbette değerlendirmeler var, ama asıl olan, Almanya’daki Türk toplumunun varlığını, istek ve taleplerini saptamak, onları kendi toplumumuz içerisinde değerlendirmek ve içinde yaşadığımız toplumun her kesimine topluca iletmekti. Almanya’daki Türk toplumunu yazarlar, sivil toplum örgütü temsilcileri, işadamları, medya temsilcileri, siyasetçiler, politikacılar, bilim insanları olarak altı gruba ayırdım. Sonuna da geri dönenlerden ve burada yaşayan insanlardan anılar ekledim. Çok kapsamlı, büyük boy 334 sayfalık bir değerlendirme, istek ve talepler dokümantasyonu, dosyası ortaya çıktı. Kimlere ulaştığınızı düşünüyorsunuz? Almanya’daki Türk toplumunun hem sayısal, hem de sınıfsal anlamda çok ama çok geniş bir kesimine ulaştım. Almanya’daki 10 Türk kökenli yazar, 8 sivil toplum çatı örgütü temsilcisi, 5 işadamı, federal ve eyalet parlamentolarındaki 5 Türk kökenli milletvekili, “GÖÇMEN MİLLETİ” Kitabı oluşturan çeşitli yazıları okuduktan sonra, nasıl bir ülkede ve nasıl bir “göçmen milleti” ile yaşadığımızı düşündünüz? Almanya’da toplumsal kurumların, sosyokültürel yaşamın içerisinde, herkesin sandığından ve tahmin ettiğinden çok daha büyük, etkin ve dinamik bir göçmen kitlesi var. Bunlar günlük yaşamda hemen hemen her alanda, her sektörde varlar; toplumunun en küçük birimlerine, hücrelerine kadar nüfuz etmişler. Etkinler ve kendilerini kabul ettirmişler. Tabanda birleşme gerçekleşmiş. Eksiklik, politik ve yasal düzenlemelerde. Göçmenlerin hâlâ sorun olarak gösterilmesinde. “Öncü kültür” ttifak Holding’in sahibiymiş Seyit Mehmet Buğa. Emre Aköz’ün 9 Ağustos 2008 cumartesi tarihli Sabah gazetesindeki köşesinde adı geçiyor. Konya’da Aköz’ün de bulunduğu bir lokantada garsona kalamar sipariş edince Emre Bey’i pek şaşırtmış. “Kalamar? Konya’da? Hem de sizin gibi dindar bir insan?” diye sorması bundan Aköz’ün. Yaptığı açıklamadan Buğa’nın, kendini herhangi bir ortama uyarlama konusunda ne kadar kıvrak olduğunu anlıyoruz. “Hanefi mezhebinde balık dışındaki deniz ürünleri yenmez” diye başladığı sözlerine şöyle devam etmiş: “İş için Ortadoğu gezisindeyiz. Yemeğe davet ettiler. Baktık sofra deniz ürünleriyle dolu. İmam Hanefi’nin misafir gittiğin yere uyum sağla mealinde bir sözü vardır. Eğer ticaret yapacaksak, benim de onların adetlerine uyum göstermem gerekiyordu. Kalamara bayıldım.” ??? Emre Bey’in şaşırmasına şaştığımı belirtmeliyim önce. Hanefi mezhebine göre yasak olan balık dışındaki diğer deniz ürünleri yendiğinde bu kimseyi günahkar yapmaz çünkü. Söz konusu besinlerin yenmesi günah değil, “mekruh”tur sadece. Yenmese iyi olur denilen türden besinlerdir bunlar. Dolayısıyla Aköz’ün “Sizin gibi dindar bir insan nasıl yer?” anlamına gelen sorusu, Buğa’nın günahkar olduğunu sanma endişesinden kaynaklanıyor. Meselenin bu tarafı beni ilgilendirmez. Bir laik olarak Buğa’nın yaptığına itiraz da etmem aslında. Ama itirazım, bir mezhebi kuraldan, ticaret gibi son derece dünyevi bir gerekçeyle kolayca vazgeçilmesinedir. Artık söyledikleri ile yaptıkları birbirine benzemeyen, buna rağmen kendilerinden tutarlılık beklenen dünya kadar insan var Türkiye’de. Kusura bakmasın ama Buğa da bunlardan biri. Seyit Mehmet Buğa’nın “misafire uyum sağlamak” için kalamar yemek zorunda kaldığı yere dikkat buyrun. Bir Avrupa ülkesinden değil, Ortadoğu’dan söz ediyor. Muhtemelen Müslüman bir ülkeden. Ticaret gereği, İmam Hanefi’nin de öğüdüne uyarak yediği kalamarı, üstelik, “misafir” olmadığı için uyum sağlaması da gerekmeyen Konya’da, ticari bir gerekirlilik de olmadan, sadece sevdiği için yemekte bir sakınca görmüyor adam. Eğer, İmam Hanefi’nin, Konya’da kalamar yemekle ilgili bir öğüdü olsaydı, inanıyorum ki onu da söylerdi. Söylendiği koşullardan bağımsız olarak bu tür öğütleri kendine uyduran açıkgöz “mümin” tipine iyi bir örnektir Buğa Bey. İmam Hanefi, “misafir gittiğin yere uyum sağla” öğüdünden bu sonu İ eçen pazar günü, 17 Ağustos depreminin 9. yıldönümüydü. Dokuz yıl içinde binalar ve yerleşim konusunda bir arpa boyu bile yol almadığımız herkesin malumu. Deprem sonrası hayati önem taşıyan uygulamalar konusunda da pek bir şey yapıldığına ben inanmıyorum. Bir İstanbullu olarak hiç inanmıyorum. Sürekli orantısız önlemler almayı huy edinen ve her şeyi eline yüzüne bulaştıran bir Vali ve Emniyet Müdürü başımızdayken, resmen korkuyorum. İkilinin, sevin ya da sevmeyin İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ı sempatik kılan ve onu “Ben İran’da yolları kapatmıyorum, özür dilerim” cümlesini söylemek zorunda bırakan son icraatlarından sonra durum iyice vahim gözüküyor. Ancak yollarda kalanlar arabalarını, kontak anahtarlarını kilitleyip bir süreliğine terk etselerdi, böyle toplu bir eylem hayata geçirilebilseydi, şimdi sayın Valimiz pişkin pişkin “İstanbulluların anlayışı G AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Hadi Bakalım İşbaşına! 14 Ağustos günü İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın İstanbul’a gelişi nedeniyle trafikte orantısız bir önlem alındı, saatlerce trafikte kaldığım için ........ gidemedim ..... işimi yapamadım ve maddi olarak ...... YTL kayba uğradım. Ancak bu ülkenin yurttaşı olarak, alınan çağdışı önlemler nedeniyle kendimi 3. sınıf vatandaş olarak hissetmenin hüsranı ve üzüntüsünü yaşıyorum ve bu nedenle uğradığım ......... YTL’lik manevi zararın tazminini istiyorum.” Dilekçe böyle.. vatandaşın bu dilekçesine İdare’nin 60 gün içinde yanıt vermekle yükümlü olduğunu belirten Cinmen, yanıt verilmediği takdirde dilekçe sahibinin İstanbul İdare Mahkemesi’nde tazminat da na sığınıyoruz ve ama artık ulaşım için deniz ve hava yolunun kullanımını düşünüyoruz” diyerek işin içinden sıyrılamazdı. Ama biz İstanbullularda da böyle bir toplu eylem yapacak yürek ve bilinç ne yazık ki, yok. Ancak başka protesto yolları da var. Mağdur olan İstanbullular bizzat Valiliğe başvurup “Ahmedinejad tazminatı” talep edebilirler. Bunun için neler yapmak gerekiyor? Milliyet’ten Meral Tamer Yurttaş Girişimi sözcüsü avukat Ergin Cinmen’i arayıp neler yapılabileceğini sormuş ve Cinmen’den bir dilekçe örneği istemiş. İşte dilekçe örneği: “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı’na ulaştırılmak üzere İstanbul Valiliği’ne, vası açabileceğini de ayrıca belirtiyor. Ancak davanın açılabilmesi için, dilekçede mutlaka bir para talep edilmesi gerekiyor. Meral Tamer işimizi iyice kolaylaştırmış ve dilekçelerin hangi numaralara fakslanabileceğini de öğrenmiş. İşte dilekçenizi gönderebileceğiniz numaralar: Valilik Özel Kalem: 0 212 520 70 66 Başbakanlık İletişim Merkezi BİMER: 0 212 520 89 88 Artık bundan sonrası size kalmış. Bakalım kaç kişi “Ahmedinejad tazminatı” talep edecek. Ne yazık ki, bu sayının yüksek olmayacağını bizzat yaşadığım başka bir deneyimden çok iyi biliyorum. Gene de umut ediyorum, belki artık bir şeyler değişmeye başlamıştır. Gerçi bir Ergenekon korkusu ülkeyi ele geçirdi ama.. korkunun ecele faydası olmadığını hep birlikte defalarca gördük. Hadi dilekçe yazmaya.. bir kâğıt, bir kalem ve biraz yürek! Dünyanın en hızlı kadınıydı Çeviri Servisi Betty Skelton Erde bir zamanlar ABD’deki Daytona Beach’in, hatta dünyanın en hızlı kadınıydı. Otomobil yarışlarında kadının adını duyuran isimlerin başında gelen ve 1950’lerde görüntülendiği Corvette’i yarışta değil boş zamanlarında kullanan Erde adını ABD’nin motor sporlarının “şöhretler kaldırımı”na yazdırdı. Bugün 82 yaşında olan, kadın yarışçılar kategorisinde birden fazla dünya rekoru bulunan Erde, Detroit’teki kaldırıma adı yazılan beşinci kadın olarak tarihe geçti. (Fotoğraf: AP) isilozgenturk?gmail.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle