28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8C ekonomi BETÛL MARDİN 25 TEMMUZ 2008 CUMA HALKLA İLİŞKİLERCİ GÖZÜYLE / GLOBAL Magenta Çiçek mi, Balon mu, Heykel mi? tiraf edeyim, âşık oldum. İrkilmeyin, bir heykele takılıyım. Ünlü sanatçı (ben tanımıyordum) ‘JEFF KOONS’un ‘Magenta’ adlı balonumsu dev çiçeğine tutuldum. Siklamen renginde, pırıl pırıl parlayan devasa bir balon düşünün, hani çocukken, balonun orasından burasından çekip düğümlersiniz ya, o biçim. Bu 9.5 ton ağırlığında çelikten yapılmış ama sonra da pırı pırıl siklamen rengine boyanmış çiçeğe çarpıldım. Çelik balonun adı ‘Magenta’. POLİTİKÜLTÜR ERGİN YILDIZOĞLU Mark Parris Ne Diyordu? rından öğrenmiyor” saptamasıyla birlikte okuyunca, aklıma efsanevi Kızılderili Şefi Jeronimo’nun “Beyaz adam çatal dillidir” sözleri geldi, ister istemez… İ agenta’yı alan Dallaslı işadamı ‘Magenta’yı satma kararı almış. Koons’un bu dev çiçeğinin açık M arttırmaya girmesi onuruna verilen resepsiyona beni de götürdüler. Londra’nın eski saygın evlerinin çevrelediği bir parktaydı olay. Dev çiçek, bahçenin bir köşesinde duruyordu. Beni çiçeğin yanına kadar götürdüler, unutulmaz bir geceydi. Magenta 13 milyon İngiliz Sterlini’ne meçhul bir alıcıya gitti. Ben derhal oraya doğru uzanırım... Unutmadan uzunca sürecek bir yaz tatilim olacak. Hoşça kalın, değerli dostlarım. eçenlerde yıllık iznimin bir bölümünü geçirmek üzere Londra’ya geldiğimde ‘futbol’ önemini kaybetmişti. Almanya Türkiye’yi yenmiş ama İngilizler hâlâ bizimkilerin oyununu göklere çıkartıyorlardı. Bir yandan Zimbabve’nin cumhurbaşkanlık seçimi izleniyor, diğer yandan Güney Afrika’nın ünlü lider ve eski cumhurbaşkanı Mandela, 90’ıncı yaşını Londra’da şaşaalı bir programla kutluyordu. Dünya yüzünde İngiltere Kraliçesi’ne ismiyle hitap eden tek lider Mandela’yı televizyonda, sonra da tesadüfen kaldığı otelin önünde görmek gerçekten heyecan vericiydi. Yirmi altı yılını hapiste geçirmiş olan bu azimli ve cesur ‘koyu renkli lider’, iki dönem cumhurbaşkanlığı yaptıktan sonra yaşamının gerisini sevdikleriyle dünyanın çeşitli yerlerinde geçiriyor. Dikkat ettim her konuşmasında hayran olduğu siyahi manken Naomi Campbell’a sevgilerini gönderiyordu. Bu kez, ‘hava’ lehimize dönmüş, Türk olduğumu anlayanlar derhal İstanbul’u methediyorlardı. ‘Gittiniz mi’ sorusuna ya ‘Evet, harika’ yahut ‘Yakında gideceğim’ , ‘Mutlaka! Kaçırır mıyım?’ diyorlardı. Tek sorun İstanbul’dan başka yerlerle ilgili fazla bilgileri olmaması... Antalya veya Bodrum kulaklarına tanıdık geliyor ama İzmir, Kuşadası, Efes, Didim, Datça, hatta Alanya’yı duymuş değiller. Konuştuklarım kimler miydi? Eczacım, para değiştirdiğim banka memurları, komşularım, yarım düzine taksi şoförü, kapıcılar, Mandela şehirdeyken perişan olan bir trafikte bindiğim otobüsteki yolculardan birçoğu. Evet, bazı günler trafik İstanbul’dan da kötüydü. Gelelim tatilimin en önemli olayına.. itiraf edeyim, âşık oldum. İrkilmeyin, bir heykele takılıyım. Ünlü sanatçı (ben tanımıyordum) ‘JEFF KOONS’ un ‘Magenta’ adlı balonumsu dev çiçeğine tutuldum. Siklamen renginde, pırıl pırıl parlayan devasa bir balon düşünün, hani çocukken, balonun orasından burasından çekip düğümlersiniz ya, o biçim. Bu 9.5 ton ağırlığında çelikten yapılmış ama sonra da pırı pırıl siklamen rengine boyanmış çiçeğe çarpıldım. Çelik balonun adı ‘Magenta’. Dallas’ta oturan bir işadamı satın almış ve önce görkemli bir göl inşa edip onu ortasına oturtmuş. Renk suya aksedince Magenta sanki ikileşiyor. Son zamanlar G da Dallas’taki müzeyi genişletmeyi planlıyorlarmış, tabii ki mali sıkıntı var. İşadamı ‘Magenta’ yı satma kararı almış, zira müzeye katkıda bulunmak istiyor. İşte benim olduğum günlerde Londra çeşitli müzayedelerle çalkalanıyordu. Örneğin, hepimizin tanıdığı Antik AŞ’nin sahibi Turgay Artam ile oğlu Olgaç da Londra’daydı. Yeğenim Nazan ve çağdaş sanat danışmanı eşi Hugue Joffre de çeşitli olayları izlemek için gelmişlerdi. Koons’un bu dev çiçeğinin açık arttırmaya girmesi onuruna Christie’s’in verdiği bir resepsiyona beni de götürdüler. Londra’nın eski saygın evlerinin çevrelediği bir parktaydı olay. Dev çiçek, bahçenin bir köşesinde duruyordu. Masum bir balonu hatırlattığından ikram ve düzen çocuklara yönelikti. Hatta da vetlilerden birçoğu çocuklarını da getirmişlerdi. Garsonlar ufak arabalarla hamburger, sosisli sandviç, ufak külahlarda dondurma ve limonata ikram ediyorlar ama büyüklere de pembe şampanya sunuyorlardı. İçimden ‘işte halkla ilişkilerin yaratıcı gücü’ dedim ve sorumlularla tanışmak istedim. Önce Brett Gorvy yanıma geldi. Kendisi Christie’s’in uluslararası çağdaş resim sorumlusu. Derken New York ofisinde kurumsal iletişimden sorumlu önemli bir yönetici olan Toby Usnik de geldi, yanında İtalya şubesinden çağdaş sanat bölümü uzmanı Mariolin Basetti de vardı. Türk olduğumu öğrenince Basetti, ‘Ferzan’ diye haykırdı. Hele Ferzan Özpetek’i tanıdığımı duyun ca genç kadın yanımdan hiç ayrılmadı. Beni çiçeğin yanına kadar götürdüler, unutulmaz bir geceydi. Pazartesi günü açık arttırmada Magenta 13 milyon İngiliz Sterlini’ne meçhul bir alıcıya gitti. Yakında duyarız, bakalım kime ve nereye gitti. Ben derhal oraya doğru uzanırım. Aslında tüm zamanımı sergilerde geçirdim. Tate Britain’deki ‘The Lure of the East‘ (Doğunun Cazibesi) adlı İngiliz orientalist’lerin görkemli sergisini Londra’ya bu yaz gidecek tüm Türklere öneririm. Sergi, 19. yüzyılın sonlarına doğru Akdeniz ülkelerine yolculuk etmiş veya çeşitli nedenlerle bir süre orada bulunmuş İngiliz sanatçıların yapmış oldukları eserlerden oluşuyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altında yaşayan, ekseriyeti Müslüman olan halk ve çevresi gerçekten çok çarpıcı bir şekilde resimlenmiş. 1830’lardan 1920’ye kadar Türkiye, Filistin, Irak ve Mısır’dan çeşitli imajlar... Her resmin önünde uzun süre kaldım, içim yandı, gözlerim sulandı. Uzunca sürecek bir yaz tatilim olacak. Hoşça kalın, değerli dostlarım. n i n eski Ankara Büyükelçisi Mark Parris’in, Türkiye’deki siyasi krizle ilgili yorumları geçen hafta medyaya yansıdı. İlgiler daha çok, Parris’in Anayasa Mahkemesi’nin kararına ilişkin adeta bir tarih veren öngörüsü üzerinde odaklandı. Ama Türkiye’den döndükten sonra Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nde (CSIS) yaptığı ilginç konuşmanın içeriği, sanırım, yeterince irdelenmedi. Haberin üzerinden yaklaşık bir hafta geçmiş olmasına karşın konuşmada ilgimi çeken noktaları sizlerle paylaşmak istiyorum. Mark Parris Türkiye’ye, bir ABD AB ortak kuruluşu olan Atlantik Konseyi’nden bir heyetin parçası olarak gelmiş. Türkiye’de olup bitenleri anlamak, büyük olasılıkla etkilemek amacıyla gelen bu heyetin diğer üyeleriyle birlikte Türkiye’de yaygın temaslarda bulunmuş. Parris, dönüşünde CSIS’de yaptığı ve basında aktarılan toplantıdaki (kuruluşun web sitesinden dinlemek olanaklı) yaklaşık 20 dakikalık sunuşunda ve izleyen “SoruCevap” bölümünde, özellikle üç noktaya yaptığı vurgunun çok önemli olduğunu düşünüyorum: AKP’ye yönelik eleştiriler, “3. Güç” dediği bir yapılanmaya ilişkin saptamalar, Türkiye’de siyasetin içinde askerin rolünün artacağına ilişkin beklenti. ABD’ ‘3. GÜÇ’E DIKKAT Bence, konuşmada çok az yer verilmekle birlikte, Parris’in karşı karşıya olan güçleri sıralarken bir “3. Güç”ten söz etmesi çok önemli. Parris, bugünkü kriz içinde, Tayyip Bey’den yana tutum alan bu “3. Güç”ün sivil güvenlik güçleri, istihbarat örgütleri içinde çok etkin olduğunu ve kendi savcılarına sahip olduğunu söylüyor. Diğer bir deyişle Parris, devlet içinde, şiddet organlarında ve yasama içinde, kaynağı belirsiz (“biz bile bilmiyoruz” demeye getiriyor) karanlık bir güç var diyor. Bu gücün “cemaat” olduğu artık herkesin malumudur. Öyleyse Parris, bu güce işaret ederken “cemaat”in etkisiyle, devletin elindeki şiddet tekelinin parçalanmaya başladığını da söylemiş oluyor. Böylece, Parris, devlet içinde bir “tırmanan darbe” (devleti ele geçirme) olgusuna dikkat çekmiş olmuyor mu? ASKERİN SİYASİ ROLÜ ARTACAK Bence, Parris’in, askerin siyasi etkisi artacak öngörüsü, AKP’yi destekleyerek akıllarınca “militarizme karşı” mücadele ettiklerini hayal eden şaşkın liberallerin üzerinde şok etkisi yapmalıdır. Tabii duyduklarını anlayacak kadar akılları kaldıysa. Parris son dönemde en “aklıselim” yorumların ordu üst kademesinden geldiğine inanıyor. Parris’e göre, önümüzdeki dönemde, “askersiyasetçi” olarak nitelediği bir kategorinin sivil siyaset içindeki rolü özellikle, Özkök gibi emekli komutanların aracılığıyla artacak. Yine Parris’e göre ordu üst kademesinin, asker siyasetçilerin, sivil siyaset içindeki etkisinin artmasıysa, AKP’yi geriletmeye çalışanlara karşı mücadele eden güçleri daha da güçlendirecek, onlar için bir nevi koruyucu etken olacak. Bu da “başkalarını” düş kırıklığına uğratacak gibi görünüyor. Tam bu noktada Parris’in; “Taraflar bir çıkış yolu bulamazlarsa uçuruma birlikte yuvarlanacaklar”, “Ancak görünürde bir taviz verme ya da anlaşma eğilimi yok”… “Birileri bu sorunu çözmeli” yorumu üzerinde düşünmeye başlayabiliriz. Düşünürken benim aklıma, İngiltere dış politikasının önemli düşünce kuruluşu Chatam House’dan Fadi Hakura’nın, bir saptaması geldi “Erdoğan ve AKP’ye ne olursa olsun, Türkiye, ideologların geçmiş dönemdeki kavgalarının biriken küllerinden doğacak yeni bir tarz siyasetin eşiğinde” (17/07/08). Hımm… ergin?tr.net http://erginyildizoglu.blogspot.com AKP BAŞARILI OLAMADI Parris’in AKP’ye, ikinci dönemi bağlamında yönelttiği eleştiriler oldukça kapsamlı. Bunlardan en önemlileri şöyle: AB sürecini canlandıramadı, anayasayı değiştiremedi, varlığından kaygı duyulan İslamcı gündemin/projenin (“agenda” sözcüğünü kullanıyor) keskin yanlarını törpüleyemedi, tüm ülkenin başbakanı olamadı. Nihayet yolsuzluk sorunu AKP grubunu da etkisi altına aldı. AB sürecinin aksamasının tek sorumlusunun AKP olmadığını, AB’nin değişen tutumunun süreci fiilen öldürdüğünü göz önüne alırsak, Parris’in, aslında AKP’nin kendisinden istenenleri veremediğinden yakındığını düşünebiliriz. Bence daha önemli eleştiriler AKP’nin toplumda birleştirici olamadığına, dolayısıyla bölücü olduğuna, yolsuzluklara bulaştığına ilişkin saptamalarda yatıyor. Böylece Parris, diplomatik bir dille, AKP’nin meşruiyeti üzerine bir soru işareti koyuyor. Dahası, sermaye sınıfı ve Batı yanlısı liberal seçkinlerle AKP arasındaki ilişkinin bozulmasına yaptığı gönderme, AKP’nin Batı yanlısı tutumunun, liberal demokrat olma iddialarının hakikiliğine ilişkin kaygıların bir yansıması olarak görülebilir. Bu saptamalara karşılık konuşmasında sık sık Tayyip Bey’i övmesini, “Yeri doldurulamaz” demesini “Hatala Yabancıya ‘güvenli’ satış 4875 Sayılı Teşvik Yasası kapsamında Türkiye’de kurulan yabancı sermayeli şirketler, artık valilik izni kapsamında mülk edinebilecek. ANKARA (AA) Yabancılara gayrimenkul satışı ile ilgili yeni yasal düzenlemenin uygulamasına ilişkin genelge yayımlandı. Genelgenin yayımlanması ile birlikte, Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararının ardından oluşan yasal boşluk nedeniyle 16 Nisan 2008’de durdurulan satışlar, yeniden başlatıldı.Yeni düzenlemeyle daha önce Türk yurttaşı gibi gayrimenkul edinilebilmesini öngören 4875 sayılı Doğrudan Yabancı Sermaye Kanunu kapsamındaki şirketler, artık “valilik izni” ile mülk alabilecek. Valilik iznine ilişkin esaslar 3 ay içinde yayımlanacak yönetmelikle belirlenecek, bu nedenle bu süre zarfında söz konusu şirketlere herhangi bir satış yapılmayacak. Yabancı ülkelerde kurulu şirketler ve yabancı gerçek kişiler ise ilçe bazında, uygulama imar planı ve mevzi imar plan sı nırları içinde kalan toplam alanın yüzde 10’una kadar taşınmaz ile sınırlı ayni hak edinebilecek. Bir yabancının, Türkiye’de taşınmaz ve sınırlı ayni hak edinimi 2.5 hektar ile sınırlı olacak. Türkiye ile arasında “tam karşılıklılık bulunan ülkelerin” yurttaşlarının talebi, söz konusu alanın, “uygulama imar planı veya mevzi imar planında konut veya işyeri olarak ayrılmış olduğunun belgelendirilmesi”, “bu amaçlarla kullanılmak üzere tapuya tescil edilmiş olması” ve “askeri yasak bölgegüvenlik bölgeleri dışında kaldığının tespiti” kaydıyla doğrudan tapu sicil müdürlüklerince sonuçlandırılacak. ukukçunun “kamu yararı” dediğine iktisatçının verdiği ad “makro (ulusal) maksimizasyondur.” Felsefi ve toplumsal boyutlarında, aynı yerde kesişirler. Hukukçu, piyasada rekabet düzeninin sağlanması için kurallar düzenlerken, bunu kamu yararı için yaptığını söyler. İktisatçı toplumda iktisadi refahın sağlanması için “gelirin dengeli paylaşılmasını” düşünür. O da toplumsal refah peşindedir. Ama her ikisi için de piyasa sadece bir araçtır, amaç olamaz. Piyasa, ekmek bıçağına benzer; peynir de dilimlersiniz, adam da kesersiniz. Tabii bu ölümlerden çok defa, “peynirin yanlış dilimlenmesi sonucu çıkar!” Piyasa refahın adil paylaşımında ve kamusal yararın sağlanmasında, yalnızca bir araç işlevi görür. Mal ve hizmet piyasası... Para ve serameye piyasası en bilinen alt başlıklardır. Kapitalist iktisat (ve felsefe) ders kitaplarında, “insanı da bir üretim aracı gibi görerek” mal ve sermaye ile aynı sınıfa koyar. İnsanı insanlıktan çıkarıp “onu nesnelleştirmek”, kapitalist felse H BIÇAK SIRTI EROL MANİSALI fenin vazgeçilmez bir içgüdüsüdür. İnsan (ve emeği) sömürüldüğü için Afrika bugün ölü bir kıta haline geldi. En ünlü Afrikalı, emeğini Avrupa’da futbol piyasasına sunan Senegalli ya da Fildişi Sahili’nden bir adamdır. Sömürüye karşı çıkan Nâsır’lar, Bin Bella’lar, Lumumba’lar, Olaf Palme’ler vahşi kapitalizm tarafından ortadan kaldırılan kahramanlardır. Gerçek sosyal hukuk devleti, “toplumsal ve bireysel” yararların ve çıkarların dengelendiği düzenin adıdır. Bunu, “bireysel ve toplumsal özgürlüklerin dengelenmesi” olarak sunduğumuzda, aynı olayı başka bir pencereden görmüş oluruz. İktisatçılar bunu, “toplumsal ve bireysel refahın dengelenmesi” biçiminde sunarlar. Ne demektir bu “dengelenme?” Hiç de durağan (statik) olmayan, akışkan ve değişken bir nitelik gösterir. Hukukçunun “bireysel ve toplumsal Ben, Sen, O... Biz, Siz, ‘Onlar’... haklar ve özgürlükler” olarak baktığını iktisatçı nasıl algılar? Olayın akışkan ve değişken yapısı, “iktisadi değerlendirmede” daha açık görülür. Manyetik titreşimlerin (MR) dinamiği gibi, iktisadi olayların sürekli değişimini görürüz. Bunun adı “mikromakro örtüşmesidir.” Bunu başaranlar gelişmiş, başaramayanlar gelişememiş sınıfına girerler. Türkiye bugün bu sorunları yaşıyor. Bireyle toplum, sivil toplum örgütüyle devlet, siyasetçiyle anayasal düzen karşı karşıya gelmiş. Gelişmenin göstergesi olan “örtüşme yerine”, “gelişememenin kanıtı olarak çatışma” yaşanıyor. Bireylerin, örgütlerin, kurumların, yasama, yürütme ve yargının bütünleşerek “herkesin kazandığı bir toplumsal düzen yerine”, herkesin kaybedeceği bir çatışma yaşanıyor. İktisattaki düzene (düzensizliğe) bakalım; Batı’nın dev şirketi gelip “be nim siyasilerimle” anlaşıyor. Zarar gören kim? Pancarcı, mısırcı, pamukçu, tütüncü, yerli sanayici... İktisattaki bu düzensizlik hukukta, siyasette “halkın değil dışardakilerin çıkarlarını öne çıkarıyor.” Dinci, yabancı ile ortak; siyasette, hukukta, mısırda, pancarda, tütünde... Bir kısım “siyasal İslam”, kendi çıkarının Batı ile örtüştüğünü söylüyor. Batı, “becerip örtüştürdüklerinden” neler istiyor? Cumhuriyeti, Lozan’ı, ülkeyi, laikliği, demokrasiyi istiyor; Türkiye’yi istiyor “işbirliğinin karşılığında”. İktisatta işler daha somut, daha erken ortaya çıkar. Dış ticaret açığında, cari açıkta görürsünüz felaketi... Artan işsizlikte, kapanan yerli şirketlerde yaşarsınız felaketi... Her yerde Batı’nın dev tekellerini görürsünüz... Siyasette, hukukta sonuçlar iyice anlaşılır, bazen çok geç... İş işten geçtikten sonra her şeyin kaybolduğunu görürsünüz... Ergenekon, “örtüşme ve çatışmanın arasına, Batı’nın yerleştirdiği bir ‘bomba’ dır”... www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisalı THE BANKER İş, dünyanın en büyük 86. bankası Ekonomi Servisi Türkiye’nin en büyük özel bankası olan Türkiye İş Bankası, The Banker dergisi tarafından yapılan “Dünyanın En Büyük 1000 Bankası” sıralamasında ilk 100 içinde yer alarak 86’ncı oldu. İş Bankası’ndan yapılan açıklamaya göre, banka, dünyanın en prestijli yayınlarından The Banker dergisinin Temmuz 2008 sayısında yer alan ve 2007 yılı finansal konsolide mali tablolarına göre bankaların ana sermaye büyüklükleri dikkate alınarak yapılan ‘Dünyanın En Büyük 1000 Bankası’ sıralamasında geçen yıla göre 16 basamak birden çıktı. Geçen yıl 102’nci sırada yer alan banka, bu yılki sıralamada 86’ncılığa yükseldi. Atatürk’ün isteğiyle 1924 yılında kurulan ve Cumhuriyetle özdeş olan İş Bankası, 2007’de ulaştığı 10.2 milyar dolarlık ana sermaye toplamı ile söz konusu sıralamada 86’ncı olurken, 369 Avrupa bankasından 321’ini de geride bıraktı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle