Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
25 TEMMUZ 2008 CUMA dizi SAĞNAK NİLGÜN CERRAHOĞLU C 11 İtirazcı göç manzaraları Ruhr Havzası’ndaki bir kahvehane... İşsizleri, kavga etmişleri, işten gelenleri, çocuk sesini istemeyeni, tavla okey oynayanı, banka borcunu unutmak isteyeni, kaptırılmış paraların acısını, memleket hasreti çekeni oyalayabilir ya, hani bir de hayal ve gelecek kurmayı öğretebilecek olsa... Milletin Savcısı dönüşen” tüm diğer polemiklerden ayırt eden şey, uygarlıkları ekvator çizgisi gibi bölen “o yüzyılların birikiminden” haberdar olup olmamaktan geçiyor. Başbakanımız “bu birikimden” haberdar değil ve haberdar olmadığı için de göğsünü gere gere “Ben milletin savcısıyım” diye övünebiliyor, XIV. Louis gibi tıpkı, “Ben devletim!” diyor yani: Kutsallık atfettiği bir “milli irade” adına “Yargı da benim, yürütme de benim, yasama da benim...” demiş oluyor. öç, itirazdır. Hayatın devamına yönelik içlenmelere, tehditlere, hangisiyse ona... İtiraz. Gönüllü ya da gönülsüz, ama, bilerek yapılır. Dağarcığında yitmez bir ebedi dönüş projesiyle başlar ve o proje göçün ayrılmaz karakterini oluşturur. Kavimlerin, boyların, yalnızların, kovulmuşların, emekçilerin, yoksulların, kaçkınların göçlerindeki mühür, hayatı devam ettirip, ona nüfuz edebilme gayesidir. Hayatımızın bilinen güncel, uzun sürmüş ve bitmemiş göçüyle ilgili olaraksa, bu gayelerin eşliğinde başka bir şeyin değil de bir fotoğrafın peşine düşülse, gün yüzüne çıkacak hangi yollar keşfedebilir ya da tüm yollara çıkılmış mıdır? G olsa olsa trajik bir figüre indirgeyen nakilci yorumların anlayamadığı feodalizmle baş etmenin dayanakları gibi göz ardı edilmiştir. O fotoğrafın çekildiği zamanlarda kadının edindiği göreli eşitlikçi konum, bu pozun en şık ayarıdır ya, bozulan anlaşma kadına yine kadim yerini hatırlatacaktır. Kaldı ki, feodalizmin tasfiyesinde kapitalizm lehine tasarruf edilmiş sınıfsal şekillenişte, sınıf ittifaklarının tercihlerini dikkate almayan, alamayan kadın kitapları, kadını zavallı göstererek merhem çalmaya kalkışan sosyal çalışmacı tutumun sığlığı, uyum tabiriyle yapay normları dolaşıma sokmaktan öte bir anlam yaratamamıştır. GÖÇÜN TEK KIRICISI Küsmeyecek kadar hayret içinde. Toprak, un ve iğne oyasından kalkıp hani, atölyelere girdiğinde, bantlardan banda geçtiğinde, memleketinin feodal kaş çatışlarıyla boğaz boğaza gelişi bile hayret edecek denli beklenmedik hızda ve vakitte olmuştur. Avrupa kıtasının elinde bayrak, yalınayak, çitleri devirmişlerin, “mapus basıp yıkmışların” hikayesinin devamı olarak makinalar, yollar, çöp tenekeleri, temizlik bezleri, tren istasyonları, naylon plastik kalıplar, eskimiş tahtalar, koltuklar, tadılmamış meyveler, görülmemiş aletlerin hepsinin tozunu alıp sabitlemiştir kendini o fotoğrafa. Hızda ve vakitte olmuştur arada olanlar ya, ne vakit mesela, daha Ruhi Su türkü söylüyor, Yaşar Kemal 50’sinde belki, Anna Seghers, Sevgi Soysal henüz sağ. Yani o ki, daha bentler yıkılmamış, hayatı tutuyor. Avrupa emeğinin ve sermayesinin çok şey borçlu olduğu Vietnam savaşı sürüyor bir yanda, My Lai, İstanbul Üniversitesi katliamları daha olmamış. Kadının kolunda bilezik bile yok daha sanki. Öyle hafif ve muzafferler ki, bu göç bir balta gibi urganı kesecek. Öyle bir halim duygu ve haz var içlerinde. O urganın tam yerini buldurduğunu sanıyor ya, yaslandığı bir duvar yok daha, sırtı ovalara açık, her an düşürülebilir bir ormanda. Kapitalizmin refahını yaşayanlar, onların kapitalizm öncesinden kahverengi bir mirasla kaldıkları nefes nefese karşılaşmayı ya anlayamamış oldu ya da önemsemedi. Koyu yalnızlıklarda korkusunu yenmiş işçilerin ardındaki zaman, sorulmamış asıl soruların çırpınışına da indirgenmişti sonraki yıllar boyu. Zaten sorulmayan sorular da unutulmuştur. BİR FOTOĞRAFIN PEŞİNDEN İnsanlığın en iyi fotoğraflarından biri sayılır bu. İki insanın, henüz pek bir şeyle karıştırılmamış, sündürülmemiş gülümseyişlerindeki müthiş hareket, hatırı sayılır ve sarsıcı. Armağan verir gibi memlekete gülümser haldedirler. Memleketin şu kadın ve erkeği, şu “kır”ın iki genci, arkadaki köprünün çeliklerine sırtlarını dönmüş, nehrin kenarında bir boy oturmuş. Belli ki o gün tatil. Belli ki göçün yolda düzeleceğinden eminler. Belli ki kendilerinden ötürü kimsenin canı yansın istememişlerdir. Belli ki hevesleri kaçmamış, dağılmamıştır. Bir hendeği aşmakta ve gülümsemektedirler. “Biz burada, paydos gününde, şu yabancı merada, şu çelik parlağın dibinde, sizden ırakta, gün ışığının tam da yerinde size selam ederiz. Biz iyiyiz. Memleketimiz, hayatımızın doğduğu yer, sana gücenmiş değiliz!” Memleketlerinin gönlünü almaktadırlar. Kadının başörtüsü, edayla yana kaymış. Daha hiçbir şey paralanmamış sanki. Merak edilesi bir çıtırtı da yok ortalıkta. Daha dili hatırında ve taptaze. Kadın, bahtiyar bir neden bulmuş, kendisinden esirgenmiş yatılı okullardan, payına düşmemiş hiçbir şeyden ötürü küsmemiş. ZOR SORU O fotoğrafın sızısı da, bu sorulmaya sorulmaya unutulmuş soruları sormayı akıl etmekten kaçınanlara da, o fotoğraflara bakmayıvermeyi seçtirmiştir nihayetinde. Avrupa Almanyası bu feodalizmden çıkıp gelen hikayenin hakiki durumunu, kendi hiç kıyım görmemiş, çaputu yanmamışçasına pek de merak etmemiştir. Memleketine armağan verir gibi gülümseyenlerse, durdukları arkların başında, öyle serin sulara baka baka dertlenip, sesli sesli dememişlerdir kimseye: “Türkiye; senin neyin eksikti de biz buraya geldik?” Bu güzel fotoğrafta, yazgısının hiç değil bundan sonraki devamını kendi yazmaya hazır ve muktedir insanların göç ettikleri Avrupa toprağında, sanki vefa borcu bir sözvermişlik bozulacakmışçasına akla gelmesi bile engellenen sorudur bu, neyi eksikti bizim memleketimizin? Diğer bildirimse konuverir kenara: “Biliyor musunuz, biz burada işçi sınıfına katıldık!” Bilindiği fark edilmeyen, naif köylü çocuklarına mahsus dil sürçmesi addedilen bu bildirim, o pek uçsuz göçün kusursuz sonucudur esasında. Taleptir bu bildirim oysa, tıpkı toprak ilişkisi kopmamış yerlerin, kısacası “kır”ın... Daha özü: Azgelişmişliğin zeminine bulaşmadan erkeği, en çok da kadını, Bu fotoğrafın peşinden gidip düze çıkılabilir miydi? Bu fotoğraf nadir mutlu anlarından biriyse göçün, başa dönüp yeniden anlayabilir miydik şimdiyi? Bu göçü ne kırabilirdi? Bu göçü esasından kırabilecek tek şey, yalnızca bir hayalken… Bu göçü engelleyebilecek tek şey iyimser hayallerin kurulabilmesiyken. Kent sosyologlarının “toplumsal statü beklentisi” dedikleri durum. Aslı şu, bundan sonraki hayatın daha güzel, daha sevindirici olabileceğine işaret eden olağanlıklar veya bunları hayal edebilme “mümkünatı”, bu göçün tek engelleyecisi ve hatta evet göç kırıcısı olabilirdi. Bu, Türkiye’nin daha iyi bir hayat için hayal kurdurabilecek gücü olsaydı demek. “Türkiye senin neyin eksikti” sorusunun yanıtı olacaktı o soru, eğer onca dert içinde sorulabilecek bir takat bıraksaydı. Kapitalist ihtiyacın tüm parametreler ve istatistikler çıktısında gelenlerin görünmez mürekkeple yazdıkları kenar notu budur oysa. Türkiyenin, canım memleketin, elalemin bildiği eksiğinin ispatıdırlar, kendi kendilerinin dışında. ıllaar yıllar önce develer tellal, pireler berber ikenyaptığımız bir söyleşide “Bir müzik kulağı kadar hukuk kulağı yok Türk kamuoyunun” demişti Çetin Altan: “Hukuk kulağı diye de bir şey vardır. İllaki hukukçu olmak şart değildir.” Başbakan’ın “Evet. Ben milletin savcısıyım!” sözleri üzerine bu tespiti hatırladım. Hukuk devletlerinin kök saldığı uygar ülkelerde, bir başbakanın hiçbir içerik ve şartta asla telaffuz etmesi düşünülemeyecek olan bu “Ben milletin savcısıyım!” ifadesi, muhalefet lideri Baykal’dan başka kimseyi Çetin Altan dahil! yerinden sıçratmadı. Birkaç köşe yazarı dışında, bu sözler kimsede iz bırakmadı. Geniş genel kamuoyunu bırakın, koskoca hukuk camiasının kılı dahi kıpırdamadı: “Bu nasıl söz? Türkiye bir muz cumhuriyeti mi?” diyen filan çıkmadı... Anlaşılan o ki hukukçularımız dahi günün şartlarında Başbakan’ın çıkışını “hoşgördüler”(!) “Ergenekon üzerinde böylesi sert bir restleşme yaşanırken, Baykal ‘avukatım’ derse, e, Erdoğan da çıkıp ‘Millet adına ben de o zaman bu davanın savcısıyım!’ der; demişlerdir. Sonuçta bu mecazi anlamda söylenen, siyasi bir retoriktir. Hem her gün öyle çok şey oluyor ki; bunlar umuru adiye haline geldi...” diyerek baktım sayfayı çevirdiler. Günler geçip kimselerden ses çıkmayınca, telefona sarılıp, bir dizi hukukçuyu aradım. Birkaç istisna dışında; aldığım tepki özetle bu oldu. Artık ya korkudan, ya vurdumduymazlıktan veya kutuplaşmaya taraf olmamak adına kökenini kestiremediğim türlü nedenlerlekonuyu böyle önemsizleştiren bir tavırla karşılaştım. Y SONUÇ KORKU İMPARATORLUĞU “Hukuk kulağı tırmalanan” sayılı hukukçudan biri olan Turgut Kazan: “İcranın başı olan bir insanın böyle laflar etmesi hukuk devletinin çivisinin çıktığına delalet eder!” diye özetliyor durumu: “ ‘Ben savcıyım!’ dediğinizde ki soruşturmanın başlangıcında yargı ile işbirliği içinde olduklarına dair açıklamalar da yapıldı bu, kaygı yaratır. Pislikle mücadele adı altında, pisliklerle birlikte muhalifleri de bertaraf etme şeklinde bir çabanız olduğuna dair kaygılar, kuşkular doğar. Bu bir dehşet ortamı yaratır. Dehşet ortamının olduğu yerde, artık hukuk devleti yoktur. Hukuk devleti, herkesin güven içinde yaşadığı yerde barınabilir. Bakıyorsunuz köşe yazıları bugün ‘Korkuyorum!’ diye başlıyor. Belki de amaç zaten bu: Korku yaratmak!” “Uygarlığın süzülmüş özü” ifadesiyle de tanımlanan “hukuk devletinin” 21. yüzyılın başlangıcında ülkemizde vardığı nokta bu. Hukuk devleti için kuşkusuz çok şeyin bir araya gelmesi gerekiyor. Ama bunlar arasında en önemli yeri “yazı” ve “yazılı kültür/yazı kültürü” tutuyor. Biz ise bir “sözlü kültür” toplumuyuz. “Hukuk kulağı” yerine; “efsane”, “destan” ve “masal kulağımızın” gelişmiş olmasının nedeni bu. Biz de sıradan bir masal tekerlemesiyle bitirelim yazıyı: “Bir köy kurmuş keçiler / Kurt köye muhtar olmuş / Elini verenin kolunu almış / Diken verenin gülünü almış / Damla verenin selini almış / Kovan kovan balını almış / Bir kurtmuş ki sormayın / Talkım vermiş ele / Salkımı almış ele.... / Evvel zaman içinde / Kalbur saman içinde...” nilgun?cumhuriyet.com.tr XIV. LOUIS GİBİ: ‘DEVLET BENİM!’ Yalnız Süheyl Batum “Bütün olay işte budur!” dedi: “Bu sözler taa 1215 Magna Carta’dan bu yana oluşturulmuş tüm anayasal sistemlere, kuvvetler ayrılığına ve anayasal devlet anlayışına karşıdır. Başbakan bu demeciyle yüzyılların birikimiyle oluşan demokrasi ve hukuk devleti kurallarının hiçbirinden haberdar olmadığını itiraf etmiştir!” Zurnanın zırt dediği yer işte tam da burası. Bir “demokrasi ve hukuk skandalı” olarak tanımlanabilecek bu sözleri, “umuru adiyeye BİR EFENDİ PROLETARYA ‘Göç artık eski kavramlarla tanımlanamaz’ o c h u m ’ d a çokkültürlü gençlik, aile ve öncü göçmen kuşaklara yönelik çalışmalarıyla etkili kurumlardan biri olan IFAK e.V’nin yöneticisi Ercüment Toker, “dünyadaki eşitsizlikler sürdükçe göçlerin de süreceğini” vurguluyor. “Göçü eski tanımlamalarla değerlendirmek mümkün değil, çünkü göç sürekli bir olaydır. Toplum ve politikalar bu öngörüye göre hazırlanmalı. 1986’daki değerlendirmelerde göç geçici bir şey olarak alınırken, son göç yasasının gerekçelerinin başında göçün sürekli bir olay olduğu yorumu yer alır. Diğer yandan, 2000’li yılların göç yasaları tartışmalarında, “Göçmenlere özel sosyal hizmet veren kurumlara gerekli midir?” tartışmaları yaşanırken, şimdilerde bunun ötesinde bir yapılanma ve politika görülüyor. İletişim ve ulaşımdaki gelişme, gelinen yerle bağın sürdürülmesindeki güçlükleri ortadan kaldırdı. Kopuş ve terkedişler yerine, B yeni ve ilginç bulunan biçimler gelişti. Örneğin yılın belli bir kısmında burada, belli bir kısmında da Türkiye’de sürdürülen yaşam biçimi, bir parçalanmışlığı değil, yeni bir biçimi temsil ediyor. NTEGRASYON BEKLENTİSİ Entegrasyon anlayışı tutucu yaklaşımlardan, evrensel biraradalığa değin çeşitli yorumları taşıyor. Ancak öncelikle iki kültürden beslenen çokkültürlülüğün olanak verdiği zenginliklerden, zihinsel, davranışsal etkileri göz ardı etmeyen yaklaşımlar üzerinden bir nitelik yakalanabilir. Bunun önemi, gerçeklikte öyle yansımıyor. Almanya’daki entegrasyon politikalarında asimilasyon ağırlığı ve baskısının kalkması gerekir. Yan yana barış içinde bir mahallede nasıl yaşanabileceğine ilişkin tasavvuru sağlamak gerekir. Dayatmacı anlayışlarla bu iş olmaz. İnsan olmanın kavgası ortak bir süreçtir, bunun üzerinde inşa E ve varlık sağlanabilecek aşamalar olabilir ancak. Tersi, dünyayı küçülten tariflerdir. Halen daha yalnızca bayraklar üzerinden yapılan tanımlar, dünyayı sınırlandıran daralmanın göstergeleri. Orta Avrupa’nın ortasında dayatma ve kuşatmalarla bir uyum aramak eksiklik olur. Türkiye’den gelen göçmenler, Almanya’daki göçmenyabancı kitlesi içinde en büyük parçayı oluşturuyor ve tartışmalar genellikle bu grup gözlenerek yapılıyor. Diğer yandan, bizim yıllar içinde oluşturduğumuz resim söz konusu. Bu resimde mağdur kadınlar, eğitim sorunlarının içinde çocuklar ve genel olarak da işsiz erkekler var. Geçtiğimiz yıllarda Alman vatandaşlığına geçişe ilişkin yaptığım bir çalışmada yaklaşık 5 bin 500 insanla görüştüm. Örneğin gençlerle yaptığım görüşmelerde yeni ve değişik bir şey duymak mümkün değildi. Babalarıyla benzer bir dil ve vurgu içinde olduklarını hatırlarım hep. Düşünsel, kültürel, sosyal katılım ve İtalya’nın artan refahı, Almanya’nın bilinen ekonomik atılımında emeğin buraya yönelişini azaltınca, birincil komşuları antikapitalist ekonomiler olan Batı Almanya, kapitalist dünya ekonomisinin çevrim gücüne eklemlenecek emeği tam da hayallerin kurulamadığı zamanlarda çağırmıştı Türkiye’den. Vasıfsız emeğin talep edilebilir doğal sınırları, hiyerarşiye gerek duyurmuyordu. Elbette emek sermaye ahengini savunan merkezi bir dilin mekanizöncülükler pek yok. Yunanmalarınca baştan sona sessizlikle lıların, İspanyolların 30 yıl beklenen bu efendi proletaryanın önce veli dernekleri kurarak, yeri belliydi. Yerli işgücünden insan yatırımını bu yollarla farklı, sınıflar altı bir bölge! eğitime yaptıkları Bu alanın ayrıca ve böylece, düşünülürse şimdiki sonuç toplumun tümü açısından bir sakınsomutlaşır. Bizdeki veli ca oluşturma niteliği, kamuoyunun derneklerinin kuruluşlarıysa infialinden uzak tutulabilir sınırlarçok yenidir. Bunun gelecek da denetlenebilecekti de. oluşturma açısında önemli Batı’ya bir göç olmuştur sonuçbir yeri var . ta. Ancak bilindiği gibi bu yönelimin, kişisel özgürlük deneylerinin OSYAL PROJELER peşinde dolanan tekil serüvenciVE SÜREÇ lerin hatıralarıyla da ortak paydaya yazılması olanaksızdır. Bu sosyal proje türü çalışBu göç Batı’ya, para kazanmalardan vazgeçemeyiz. maya yapılmıştır, ona katılmaya Uzun vadede çokkültürlü değil. Bu nedenle de “Gastarbeityaşam donanımlarını önemer” kimliğine rıza gösteren toplumseyen aile, gençlik, çocuk sal uzlaşının harcı, bu kimliğin çalışmalarını sabırla sürdüregeçiciliğine ilişkin kesin bilgiden ceğiz. Bir göçmenin kadın ve ötürü de hemen sorunsuz erkek aile içinde kendisiyle karılmıştı: Fakat meçhul bir gelebarışık, birbirinin önünü açan ceğin, olası büyük kabahatin asıl bir yaşam biçimiyle, yaşamın failleri olarak bu öncü işçileri, çeşitliliği ve çelişkilerini göçe katılmışlığın taşıdığı şifrelerin kavrayıp direnç göstereele verdiği biliniyor. Çünkü ebedi bilmesi gerekiyor. Güncel bir ikincilliğe adım olan bu göç, anlamda, işsizlik oranının yalnızca onların elinde geriye yüksek olduğu yabancılar dönebilirdi, belki yalnızca onve göçmenlerin oturdukları ların… kahvelerde, artık hayal bile kuramadıklarını düşünüyoHaftaya: rum.” ERKEKLER GERİYE DÖNMEDİ Yaşama bir şans daha Dış Haberler Servisi Güney Kore’de işçiler, intihar teşebbüslerine engel olunması ve ölüm duygusunu tatmaları için kursa tabi tutuluyor. İngiliz gazetesi Financial Times’ın haberine göre, kursların amacı, “işçilerin hayattaki önceliklerini belirlemelerine yardımcı olmak” ve intihar teşebbüslerine engel olmak. Sözde cenaze törenine katılanlardan önce, mum ışığında son isteklerini ve vasiyetlerini yazmaları isteniyor. Vasiyetlerini okudukları sırada duygusallaşan katılımcılar, “Bugün ölmüş olsaydın, ailene ne söylemek isterdin” gibi sorularla teşvik ediliyor. Katılımcılardan gömülmeden önce cenaze fotoğrafları için poz vermeleri isteniyor. Daha sonra “ölüm deneyim” odasına alınan katılımcılar, kefen giyerek tabut seçiyorlar. Kurs katılımcıları tabuta girdiğinde göğüslerinin üzerine çiçek konuyor. Kapatılmış tabutlar 5 dakikalığına karanlığa bırakılınca kısa bir süre sonra katılımcıların bazıları ağlamaya başlıyor. Son olarak, tabutların kapağı açılıyor ve katılımcılara ne hissettikleri soruluyor... S ÖZEL CENAZE MERKEZİ Gazetenin haberinde, çalışanları için sahte cenaze töreni düzenleyen firmalar arasında Hyundai gibi büyük şirketlerin yer aldığı, Samsung firmasının ise kendisine ait cenaze merkezi inşa ettirdiği belirtildi. İntihar oranının en yüksek olduğu ülkelerden Güney Kore’de yaklaşık her 100 bin kişiden 25’i intihar girişiminde bulunuyor.