28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

25 TEMMUZ 2008 CUMA kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K.ERDEMOL C 15 Usta tiyatro ve sinema sanatçısı Suna Pekuysal: Yaşarmış gibi oynadı, oynarmış gibi yaşadı… Sahneden bir yıldız kaydı Zeynep ORAL Şaşırdım bilemediniz, onların deyimiyle (sanki çok hafifmiş gibi söylemezler miydi bunu bir de) “kaba dayak”la ziyadesiyle yapardı. Yani biz karakolda da sonradan götürüldüğümüz siyasi şubede de ancak böyle “fenalaşırdık”. Yani koca paşanın, sadece moral bozukluğundan da olsa fenalaşması bana, bize biraz garip gelir. İnanmayanlarınız olacaktır, “fenalaşmak” bile, hele 12 Eylül faşizmi döneminde, hele işkencede aslında bir “kurtuluş”tu bizler için. Ama o “kurtuluş şansı”nı bile kullandırmazlardı. “Fenalaşmak”, “bayılıp kendinden geçmek” işkencehanede bir iki saat fiziki acılardan kurtulma şansı demekti. Bu “şans”, sürekli uyanık tutulmamız için üzerimize soğuk su dökülerek alınırdı elimizden. Acımasızca, insafsızca, alçakça hem de. Yirmili yaşların başındaydık, hatırlatırım. 12 Eylül’ün üzerinden çok uzun zaman geçmişti. Şu mafya babalarından birini gözaltına almışlardı, hiç unutmam. Haberde, babanın, “karakolda susma hakkını kullanarak konuşmadığı”nı okuyunca ne kadar şaşırdığıma inanamazsınız. Böyle bir hak olduğundan o güne kadar haberim yoktu benim. Susma hakkı değil ama “bildiklerini kusma hakkı” daima vardı bizim dönemimizde. Sadece bildiklerimizi değil, bildiklerimizle beraber kan da kustururlardı bize. İnkar edemem, sağcılara da benzeri işkencelerin, solculara yapılanlar kadar değilse de, yapıldığına tanık olmuş biriyim. Çok kısa bir süre önce de, şu meşhur Veli Küçük’ün, tutuklu bulunduğu cezaevinde düşerek yaralandığını okuyunca da şaşırdım. Eski, ağır siyasi ağabeylerden duyardık; hapishane arkadaşlığı yaptıkları “siyaset arkadaşlarından” diyelim ki birinden söz edecekler, “iyi hapishanecidir, iyi yatar” derlerdi onun için. “İyi hapishaneci” olmak nedir bilmezdim. En azından şimdi, cezaevine düşüldüğünde “düşmemek” olduğunu anlayabiliyorum. Voltayı doğru atacaksın, koğuşta ayağı kayıp düşmek de ne demek? Bizim kuşağın ayakta fazla kaldığını gören jandarma, koğuşlara öyle bir dalardı ki, onca copa, onca dipcik darbesine karşı “düşmemiz” kolay olmazdı. Ayağını yere sağlam basarsa, paşa da düşmez, sıradan mahkum da. Yeter ki ayağını sağlam basacağın bir yerin olsun. İnanç gibi sağlam bir “yer”in örneğin. Bunlar benim için şaşırtıcı, yeni şeyler. 12 Eylül işkencecilerin elinde “susma hakkı” dediğinizde bu hak, “ebediyen susturulmak” olarak, hem de zevkle verilirdi taliplisine. Pertevniyal Lisesi’nden, 18 yaşındaki bir arkadaşım, işkencede “susturulanlardandı.” Gencecik bir mezardır o şimdi. Çok genç. Bunlar, geçelim darbeciliklerini, savaş yönetecek koca koca paşalar. Ne demek karakolda fenalaşmalar, cezaevinde düşmeler? Ne demek? kemalerdemol?yahoo.co.uk evgili Suna Pekuysal işte bak, bu kez güldürmüyorsun… Kızardın, “Beni gören, benim oynadığımı duyan, illaki gelip gülecek sanıyor!” diyerek... Oysa sen öyle usta bir oyuncuydun ki, trajedi ya da komedi rolün gerektirdiği insan S olur çıkardın. (Hayır ona seslenerek yazarsam gözyaşları egemen olur. Oysa…) Tanrı vergisi bir yetenek… Yetenekle yetinmeyip, en iyisini, en mükemmelini yapmak için çalışıp didinme… Yaptığı işe sımsıkı sarılma, sevgiyle, aşkla sarılma… Bu üç özelliği içinde harmanladı Suna Pekuysal. Hırstan öylesine arınmıştı ki sanki yalnız kendi için oyunculuk yapar gibiydi. Ve öyle olduğu için de en geniş kitlelere mal oldu. Tiyatro, Sinema, Televizyon… Sayısız rol… “Sanki televizyondan önce yoktum da beni televizyon keşfetti” diye hem kızar hem de televizyonun yaygınlığından ve popülaritesinden mutlu olurdu. Çocuk yaşında “fırlatıldığı” sah nede, tüm oyunları ezbere bilirdi. “Kulağım var” diye alçakgönüllülükle kabullenmişti bu özelliğini. Her fırsatta çocuk oyunlarında “piştiğini” anlatırdı. Kadirşinastı. Ferih Egemen’e şükran duygusunu hep dillendirirdi. Eşi Ergun Köknar’ın oyunculuğuna getirdiği olumlu katkıyı da her fırsatta açıklamayı severdi. Çoğu kimse onu “alaylı” tiyatrocu bilirdi. (Anneannesi, babası tiyatrocu ya…) Oysa 4 yıllık konservatuvar eğitimi vardı. Kendisiyle dalga geçerek, “Öğrenci kartı almak için konservatuvara girdim” derdi. “Şehir tiyatrosundan ayda 94 lira yevmiye alırdık. Deli miyim tramvaya her gün üç yerine beş kuruş vereyim!” Ah evet, en çok kendine gülerdi: Ergun Köknar’la evlenişleri ni bir anlatması vardı, ömrüm boyu unutmam imkânsız. Zaten her anlattığını oynardı: Cevat Fehmi Başkut’un ‘Küçük Şehir’i oynanacak. Suna “Ayşe”, Ergun, “Adem” rolünde... “Birimiz Denizlili, öteki Konyalı gibi konuşmasın gel çalışalım” der Ergun Köknar’a ve çalışmaya başlarlar… Oyunun ilk gecesi perde açılmak üzere, Suna Pekuysal, kuliste şu tiradı duyar: “Ey ahali duyduk duymadık demeyin, ben bu kızı 40 güne kadar alacaaaam!”… Perde açılır. Ergun Köknar, Suna’ya, “Evet mi hayır mı, cevap vermezsen sahneye çıkmam” deyince, yanıt evet gelir… Sonradan Suna Pekuysal “ben oyunu, tiyatroyu kurtarmak için öyle dedim” diye çabaladıysa da boşuna… (Bunu bana anlatırken hem kendini hem kocasını oynamıştı!) Akıllıydı. Oyunculuğunun en önemli yanı, seyirciden gelen elektriği hissetmesi, sahnede seyircinin tepkisini duyması, duyumsamasıydı. Zamanlamayı harikulade bir biçimde kullanmayı bilirdi. Yalnız sözlerle değil, mimiklerle de oynardı. Sahnede duruşu, hareketleri ve susuşuyla da oynardı. Suna Pekuysal: Yaşarmış gibi oynadı, oynarmış gibi yaşadı… Yüzlerce oyun, yüzlerce rol geride kaldı. Asla silinmeyecek, kaybolmayacak olan, içimize yaydığı sıcaklık ve sevgi… Işığı bol olsun. Hindistan’da iki Türk filmine ödül... Gönül DÖNMEZ COLİN Yeni Delhi 1020 Temmuz arasında 10. yaş gününü kutlayan Cinefan Asya ve Arap Sineması Festivali’ne bu yıl tam beş filmle katıldık. Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes ödüllü ‘Üç Maymun’ filmi Asya ve Arap Sineması, Handan İpekçi’nin ‘Saklı Yüzler’ filmi ‘Hoşgörü(süzlük)’, Dersu Yavuz Altun’un ‘Münferit’ filmi de İlk Filmler bölümlerinde yarıştı. Yine Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Uzak’ filmi ‘Başlangıç Noktası’, Semih Kaplanoğlu’nun ‘Yumurta’ filmi de Freskolar bölümlerinde gösterildi. Asya ve Arap Filmleri yarışmasında en iyi film ödülü Japon Kiyoshi Kurosawa’nın ‘Tokyo Sonata’ filmine gitti. Nuri Bilge Ceylan ‘Üç Maymun’ ile en iyi yönetmen ödülünü aldı. Ammor Hakkor FransaCezayir ortak yapımı ‘Sarı Ev’ ile en iyi erkek oyuncu, Hiam Abbas ve Rona LipazMichael de Eran Riklis’in ‘Limon Ağacı’ (İsrail) filmindeki rolleriyle en iyi kadın oyuncu seçildiler. Annemarie Jahir’in FilistinBelçikaFransa ortak yapımı ‘Denizin Tuzu’ filmi Seçici Kurul Özel Ödülü’nü alırken Bangalore’dan Girish Kasaravalli’nin ‘Gulabi Talkies’i En İyi Hint filmi seçildi. Seçici kurul başkanı olduğum ‘Hoşgörü(süzlük’ bölümünde yarışan filmler arasında Philippe Aractingi’nin Lübnan ve Fransa ortak yapımı ‘Bombalar Altında’ özellikle başkadın oyuncusu Nada Abou Farhat’ın oyunuyla dikkati çekerken İrandan Kiumars Pourahmad’in ‘Gece Otobüsü’ filminin başerkek oyuncusu Khosro Shakibai de kurulu etkiledi. Ne yazık ki bu oyuncuaramızdan ayrıldı. Aynı bölümde İsrail’den Eran Kolirin’in ‘Bandonun Ziyareti’ de dört dörtlük bir filmdi. Ama kurul, Handan İpekçi’nin namus cinayeti gibi önemli bir konuyu usta ve derinlikli bir sinema diliyle anlattığı ‘Saklı Yüzler’i oybirliğiyle en iyi film seçti. Halk Ödülü, İsrail filmi ‘Bandonun Ziyareti’nin olurken Uluslararası Film Eleştirmenleri (Fipresci) Ödülü’nü ‘Ramchand Pakistan (yönetmen Mehreen Jabbar) ile ‘Denizin Tuzu’ (Annemarie Jahir) paylaştılar. rgenekon konusunda, özellikle merakla beklenen iddianamenin kısmen açıklanmasından sonra, olaya taraf olanların görüşlerinin ne olduğu konusundaki gelişmeler herkesin malumu. Çeteleşmeye karşı olan herkesin ilkesel olarak itiraz etmediği soruşturmayı, artık gerçekten komediye dönüştüren AKP hükümeti bir yandan, çete suçlamasıyla gözaltına alanları neredeyse demokrasi kahramanı sayanlar bir yandan kıran kırana kapışıyorlar malum. Bu konuda görüş belirtmediğimi ya da “ben ikisinden de yana değilim” dediğimi sananlar varsa, onlardan Ergenekon ile ilgili ilk tutuklamalar sırasında ne yazdığımı hatırlamalarını isterim. İlkesel olarak siyasi ya da dini, yasadışı örgütlenmelere de, “cumhuriyeti koruma kollama süsü verilerek” niyetlenilmiş darbe girişimlerine de anlayışla bakamayacağımı, buna, tüm AKP karşıtlığıma rağmen, olanak bulunmadığını belirtmek isterim. AKP’ye bozuğum diye, Ergenekon ya da başkası fark etmez, bunca çeteleşmeye anlayış gösterilmesinden yana da değilim. Olmama da olanak bulunmamaktadır. Bundan ötürü, yeniden bu konuda ne düşündüğümü anlatmak ihtiyacını duymuyorum haliyle. Hele, AKP’nin, dini referans alan yaklaşımlarına, “AKP güzel dinimizi ne hale getirdi” türünden, “laikleştirilmiş” bir başka “dini referans”la karşı çıkanların çelişkisi benden uzaktır. Kulağı çınlayasıca Perinçek, “Hazreti Muhammed büyük devrimcidir” demişti, hatırlayan vardır. AKP’li bir bakan söyleseydi bunu, dergisinde laiklik üzerine neler döktürürdü, biliriz. Ben elbette laikim, laikliğim, dini söylemlerin karşısına, Perinçek’ler gibi, dengeleyici başka dini söylemlerle çıkılmasına da engeldir. Dileyen hakkımda her tür yargıya varma hakkına sahiptir yine de. Beni, şu son günlerde Ergenekon olayıyla ilgili olarak basına yansıyan kimi haberler daha çok ilgilendirmektedir ki, bu konuda kalem oynatmayı deneyeceğim. Çünkü bence bu çok daha ilginçtir, çok daha bir “Türkiye garipliği”dir. Beni, benim kuşağımdan insanları acı acı güldürmektedir de. Okumuşsunuzdur; Hurşit Tolon, ki yüksek rütbeli bir askerdir, ilk gözaltına alındığı saatlerde, götürüldüğü polis karakolunda “fenalaşmış”tı. Savaşlar yönetmeye hazır bir askerin, hangi etkenlere bağlı olduğunu elbette hesaba katmalıyım ama “fenalaşması” benim kuşağımın anlamakta zorlanacağı gerçekten garip bir durumdur. 12 Eylül öncesinin son derece gergin ortamında, gözaltına alındığımızda, ki yirmili yaşları sürdüren kişilerdik, götürüldüğümüz karakolda hiç mi hiç “fenalaşmazdık” biz. Karakolda “fenalaştırırlardı” ayrı mesele ama çoğumuzun ne korkudan ne de moral bozukluğundan kendimizden geçtiğimiz de yoktu. İşkenceci polis bunu, yani bizi kendimizden geçirme durumunu, elektrikle, falakayla, hadi E ULUSLARARASI TAŞ HEYKEL SEMPOZYUMU ekik kokusunun dünyayı tuttuğu, denizin bin bir renge büründüğü, cırcır böceklerinin sesinden başka hiçbir sesin duyulmadığı bir doğa parçasında öylece durmuş düşünüyorum. Bu muhteşem doğada, bu muhteşem yurtta neden her daim bir endişe, her daim hep kötü bir şeylerin olacağı duygusu hâkim? Neden bu ülkede yaşayan insanların mutlu olma hakları doğdukları günden itibaren ellerinden alınıyor? Kendi kendime konuşuyorum; acaba başka bir coğrafyada yaşıyor olsaydık hayatımız nasıl olurdu? Örneğin, güneşin kışın çok az göründüğü, yazın hemen hemen hiç batmadığı, bize en yakın evin elli kilometre uzak olduğu bir kuzey ülkesinde nasıl bir hayatımız olurdu? Hiç kuşkusuz sakin bir coğrafyada olduğumuz için dünyayı yöneten şirketler hesabına çalıştıklarını pek bir iyi bildiğimiz istihbarat örgütlerinin oyunlarından ve toplumsal travmalardan uzak, pek sakin bir hayatımız olurdu. Her şeyimiz fazlasıyla planlı ve programlı olurdu. K AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Ey Mutluluk Neredesin? tirir, güne gene uzaklarda çalınan bir tangoya eşlik ederek başlardık. Pek çoğumuzun askeri darbelerle ilgili bir anısı mutlaka olurdu. Toplu mezarlardan çıkan cesetlerin DNA testi sonucu kendi öz annemize ait olduğunu anlar ve dehşetle yıllarca anne bildiğimiz kişiyle birbirimize sarılır hüngür hüngür ağlardık. Depresyon, melankoli asla yanımıza uğramazdı. Tangoya ara verdiğimiz anlarda Mayo meydanına koşup geçmişle yüzleşme toplantılarına katılır ve kanlı darbe geçmişimizi belleğin kuytu köşelerine gönderme çabasına girişirdik. Her gün sevinecek bir şeylerimiz olurdu. Komşularımızda sosyalist hükümetler seçim kazandığında sokaklara dökülür, sabahlara kadar Amerika ve küreselleşme aleyhine Tatilimizi nasıl geçireceğimizi mutlaka bir yıl önceden planlar, hiçbir şeyin aksamaması için her türlü sigortayı yaptırır, ardından tek ve en önemli işimize döner, yani tatilimizi beklemeye başlardık. İklim nedeniyle melankoli, depresyon peşimizi bırakmasa da içinde bulunduğumuz derin güvenlik duygusu nedeniyle bunları hayatımızın birer parçası halinde kabul eder, üstelik bir güzel keyfini sürerdik. “DEPRESYONDAYIM DOKTOR, ÇALIŞMAK İSTEMİYORUM.” Güney Amerika ülkelerinden birinde yaşıyor olsaydık, örneğin Arjantin’de, geceyi hiç kuşkusuz bir dans salonunda tango yaparak bi sloganlar atarak tango yapardık. Yaşadığımız her şeyde sahici bir şeyler olurdu. Diyelim ki bir Afrika ülkesinde yaşasaydık... Çoğunluk açlık sınırında yaşadığı için en önemli işimiz temel içgüdümüz olan karın doyurmak olurdu. Çocuklarımız bir zamanlar ülkemizi talan eden zengin ülkelerden gelecek yiyecek yardımını beklemek için sürekli gözcülük yaparlardı. Ailemizden mutlaka birisi AIDS hastalığından ölmek için sıra beklerdi ve biz onun kavruk bedenine, fırlamış gözlerine bakıp artık üzülmeyi bile unuttuğumuzu fark ederdik. Bu yazı böyle uzayıp gider. En iyisi gene bu muhteşem topraklara geri dönmek; cırcır böceklerinin şarkıları ve henüz kokusunu yitirmemiş kekiklerin ortasında denizin serin suları beni bekliyor. Ah bir de şu her gün yaşadığımız travmalar olmasa... Bayağı mutlu bir ülke olacağız. Çünkü bu ülkeden güzeli yok. isilozgenturk?gmail.com Yontu ustaları Didyma’da DİDİM (Cumhuriyet) 1. Didyma Uluslararası Taş Heykel Sempozyumu için Didim’e gelen heykeltıraşlar, eserleri ile beğeni topluyor. 1. Meandros Festivali kapsamında yer alan sempozyuma katılan heykeltıraşlar, antik dünyanın en önemli kehanet merkezlerinden biri olan ve Apollon Tapınağı’na ev sahipliği yapan Didim’in en eski yerleşim yeri Yoran’daki Cumhuriyet İlköğretim Okulu’nun bahçesinde çalışmalarını sürdürüyorlar. Yirmi yedi ülkeden yaklaşık 150 heykeltıraşın başvurduğu sempozyuma, Türkiye’den Songül Telek, İtalya’dan Roland Romedius Steger, Almanya’dan Ciumacu Valeriu, Japonya’dan Taro Kitagawa ve İspanya’dan Gerardo Arribas Perez Diaz’ın katılmasına karar verildi. Proje sorumlusu Nihan Sesalan, 27 Haziran’da açılışı yapılan sempozyumun 27 Temmuz’da tamamlanacağını söyledi. Sanatçıların yörenin antik özelliklerini çalışmalarına çok güzel yansıttıklarını belirten Sesalan, “Bu çalışmalarla birlikte Didim’in sanat ve kültür merkezi olma yolunda büyük adımlar attığını gözlemekteyiz. Yaptığımız çalışmalar kentimize bir çağdaş heykel müzesi kazandıracak. Kültür ve turizmin bir arada olması kent dokusuna çok daha çağdaş bir görünüm de kazandırıyor” dedi. Sesalan, sanatçıların esin kaynağının Milet, Priene, Didyma, Herakleia Myus ve Menderes Magnesia’sı gibi dünya kültür mirasının en önemli antik kentlerine sahip Meandros Deltası olduğunu kaydetti.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle