14 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 C P E R V A S I Z P kitap E R T A V S I Z 25 TEMMUZ 2008 CUMA Enis BATUR Ayağın tozuyla,toza dumana bakış ir olanak doğdu, altı aylığına yurtdışına gittim. Öylesine hızlı gelişti ki her şey, Cumhuriyet Kitap’taki yazılarıma geçici süre için ara vereceğimi duyuracağım yazıyı kaleme alacak vakit bile bulamadım. Biraz da istemedim, sanırım: Gittiğimi davul zurna duyurmak gibi olacaktı, içimden gelmedi. Gelin görün ki, o arada, “Basın ahlakı”nın neresine sığdırılır bilemem, “tek bağımsız” olduğunu söylemekten geri durmayan bir gazetede asparagas haber yer almakta gecikmedi: Ülkeyi terk edenler kervanına katılmış(t)ım! Haberi “uçuran” haydi neyse, yayımlamaya kalkan bir arayıp sormaz, teyit etme gereksinmesi duymaz mı? Sormuyorlar, onlar ki her şeyi sormak için ikide bir telefonla sizi taciz etmeye bayılırlar, iş uydurma habere gelince döktürmeyi yeğliyorlar. Okur bilir oysa: Yurtdışına, kısalı uzunlu kalmak üzere oldukça sık gidenlerdenim. Şimdi olanaklar elversin, demekten kaçınmam, altı aylığına Grönland’a, bir yıllığına Şanghay’a ya da Londra’ya gitmekten olsa olsa keyif alırım. Hele yazarçizer için, bir süreliğine ülkesinin gergin ortamına mesafe almanın yararları anlatmakla bitmez. Ülkeyi terk etmek başka şey oysa. Yabancı ülkelerde yaşayan, çalışan milyonlarca insanımız var bugün. Dünden bugüne, sayısı bilinmez, çok sayıda gönüllü ve zorunlu sürgünümüz olmuştur. Fazıl Say’ın tavrındaki farklılık, onun olası bir Yarın’a gönderme yapmasından kaynaklanıyordu bence: “Şöyle” olursa burada artık yaşanmaz demesi kimilerini öfkelendirdiydi. Bir zihniyetin sözcüsü, “bunların cenazesi kaldırılmayacak” ifadesini kullanabildiğine göre, Say hiç de haksız değilmiş kaygılarında. Birileri ülkenizde ölmenize bile izin vermemeye yatkınsa, yaşamanıza hiç tahammül edemeyecekler demektir. Denilebilir ki, yurttaş olarak görevimiz, ülkeyi bu zihniyetin temsilcilerine teslim etmemek için uğraş vermektir. Sorulmaz mı: Nereye kadar? 1930’ların Almanyası’nda yaşananları bilenler, ne yazık ki doğru kararı kalanların değil gidenlerin verdiğini gösteriyor. Türkiye, “terk edilesi” ülke statüsüne mi geçiyor? 2008 yılı Haziranının sonunda Karabük’te yaşanan Latife Tekin olayı, tüyler ürpertici boyutuyla bu soruya haklılık kazandırabilecek türden bir olay. Madımak gelmiş Latife Tekin’in aklına. Yüzde yüz doğru benzetme: Her büyük yangının başlangıcında kararlı bir kıvılcım vardır. Bir yazarı “seni ben çağırdım, partimi eleştiremezsin” diye susturan, arka çıkan bir başka yazarı “boynunu kırarım” sözüyla tehdit eden bir anlayış, kara gömleklileri çağrıştırmıyor mu? Benzetmede abartı bulanları Tarih’in ilgili sayfalarını taramaya çağırırım. Bakıyorum, “şampiyon demokrat kanaat önderleri”nden tıs sesi geliyor bu konuda; besbelli, sorulsa, Latife’nin de Aziz Nesin gibi “tahrik” ettiğini söylemeye hazırlar. Çok zor(lu) günlerin içinden geçiyor oluşumuz, çok daha zor(lu) günlerin bizi beklediğini gösteriyor ne yazık ki. Her zamanki gibi “iş”imizi en iyi biçimde yapmayı sürdüreceğiz şüphesiz. Bazı zamanlar yaşadı burada ya, o dönemlerdeki gibi, bir de direniş dili geliştireceğiz: Kim olurlarsa olsunlar, Türkiye’yi karanlığa sürükleyenlere karşı. Leyla Erbil, olağanüstü çıkışlarıyla ölçüyü koyuyor şu sıralarda: Ona, varlığına, doğru ve kıymetli bir pusula olarak yaklaşıyor, ayar tazelemesi yapıyorum KULE CANBAZI SUNAY AKIN ‘Bu yazının niyeti nedir?’ ile Che Guevera’yı?.. Üstelik, yazıdaki kişiler ve olaylar “örnek” olarak değil, “öykü” olarak sunulmaktadır. Yazıdaki olayları öykü değil de, “örnek” olarak görmek, edebiyat eleştirmenliğinin ne denli uzağında olduğunun kanıtıdır. O yazı bir inceleme, araştırma yazısı değildir. Bir tarih çalışması hiç değildir. Ortada, at yarışı ipliğiyle öykülerin örüldüğü bir edebi eser, bir deneme vardır. Her ne kadar, öyküler arasında “anlamsal, sorunsal, izleksel” bir bağ olmadığını söylesen de, yazının okura at yarışı üzerine kurulan küçük hayat öykülerini sunduğu, edebi cinayetinin kurbanı olan, parçaladığın cesetten yazına alıntı yaptığın ve benim de okura sunduğum yukarıdaki bölümde bile tartışılmaz bir olgu olarak gözler önündedir. Bunu anlamamak için insanın gözünde at gözlüğü olması gerekir. Söz konusu yazının tamamı “İstanbul’da Bir Zürafa” adlı kitabımda var. Bu kitap da zaten, hayvan öykülerini içeren denemelerden oluşuyor. Kayıran ne yazık ki, “magazinel” mayınlara bizzat kendi basıyor. İşte, bunun bir başka somut kanıtı; bakın, beni neyle suçluyor: “Tulumbacı Bahriye Hanım ‘çıplak ayaklarıyla yağmur, çamur demeden sokaklarda koşan’ biri olarak betimlenirken, tulumbacıların ayakkabılarının olmadığı sorunu eleştirileceği yerde, bu olumsuzluk abartılarak yüceleştirilmektedir.” B kendi payıma. Elbet başkaları da var. Pervasızca pertavsızı yeniden, her hafta, yazı/yazın/kültür sorunlarına yönelteceğim. Birazı, geçen altı ay içinde toplananlardan, birazı sıcağı sıcağına, bakış işe koşulacak. Ne zamana kadar? Üç beş ay için kızıl gezegen Mars’a ya da Patagonya’ya gidene kadar. Bir sonraki seferin dönüşünde, bu seferki gibi nahoş bulduk dememe umuduyla. BİTMEMİŞ YAPIT Peter Szendy, yalnızca müzikolog yanıyla, yazdıklarıyla değil, etkinlikleri, yaptıkları nedeniyle de ilgi alanımdan çıkmaz oldu son yıllarda. On yıl önce IRCAM bünyesinde gerçekleştirdiği bir oturumun bildirilerini konuya ilişkin kimi temel çağdaş metinlerle besleyerek hazırladığı kollektif kitap, ArrangementsDérangements (2007) geniş bir ufuk açtı önümde; ama burada, şimdilik, Luciano Berio’nun kıpkısa “Rendering için Önsöz”üne (1961) odaklanmakla yetineceğim. Nabokov Schubert, erken ölümüne dolu dizgin yaklaştığı haftalarda bir Onuncu Senfoni üzerinde çalışıyormuş; yarıda kalan yapıtı, onlarca sayfalık partisyon demetini kullanarak nasıl tamamladığını aktarıyor Berio, önsözünde. (Bende, Riccardo Chailly’nin 2004’de gerçekleştirdiği kaydı var bu çalışmanın: Berio, Orchestral Transcriptions, Decca). İmdi, Berio, Bitmemiş’i bir anlamda bitirdiğini söylemiyor; tam tersine, yaptığı işi bir restorasyon çalışması olarak nitelendiriyor. (Giotto örneğini vererek). Schubert’in taslaklarında yer yer steno üslubuyla kâğıda düşülmüş parçalar varmış, onları tamamlamış. Orkestrasyon için Bitmemiş Senfoni’nin renk düzenine sadık kalmış. (Her zaman öyle olmamış: Mendelssohn’a, Mahler’e uzanmış arada). Aradaki boşlukları, kendi deyişiyle, dokumuş. Buna müzikal açıdan çimento katkısı adını veriyor ve freskoların restorasyonunda yeğlenen yönteme benzetiyor. Neredeyse ses kullanmadan (quasi senza suono) yorumlamalarını salık veriyor. Giordano Montechki, Berio’nun seçtiği “rendering” kavramının katmanlılığına dikkat çekiyor: Restorasyon, evet, bir o kadar yeniden oluşturum, yorumlama, bir de inşaat alanındaki kullanımıyla: İki tuğlanın arasına çimento döşemek. Bilmem, bütün bunları söyledikten sonra, tamamlamak fiilinin yanlış olacağını ileri sürebilir miyiz? (Tanıdığım Berio, tam bir keçi, ile ri sürerdi!). Sözkonusu restorasyon işlemlerini, farklı yaratı alanlarında gerçekleştirilen tamamlama çalışmalarıyla karşılaştırabiliriz. İşte La Sagrada Familia: Gaudi’nin projesini sürdürüyorlar hâlâ. Sinemada örneklerini görüyoruz, aklıma, sıcağı sıcağına, Orson Welles’in bitmemiş dev filimleri, sözgelimi Its All True (kurgu, 1993) ve Don Kişot (kurgu 1992, 2003) geliyor. Konu Edebiyat’a geldiğinde ne yapılıyor? Scherer’in, Mallarmé’nin Kitab’ı için yaptığı çalışma başka: Orada, yarıda kalmış bir yapıt yoktur, başlanmamış bir yapıtın önhazırlık karalamaları sözkonusudur; dolayısıyla, filolojinin düzleminden taşmayan bir restorasyon çıkar karşımıza. Pound’un son cantoları için de, eksik metinlerin olduğu gibi okur önüne getirilmesi yoluna sapılmıştır. Niteliksiz Adam’ın son cildinde, farklı versiyonlar buluşturulmuştur: Yaşasa, yazarın ne yapacağı bilinmezdi (bilinemezdi). Bütün bunları bana Nabokov’un bitiremeden öldüğü, eşine yok etmesini vasiyet ettiği (Vera’nın yapamadığı ortada), oğlu Dimitri’nin (ki yapıt üzerinde hakkı azımsanamaz) otuz yıl sonra, yok etmemeye, yayına hazırlamaya karar verdiği son roman düşündürdü: Montreux’deki banka kasasında bekleyen The Original of Laura: Dying is Fun (‘Laura’nın Özgün Kopyası: Ölmek Eğlencelidir”), öyle anlaşılıyor, sonunda okur önüne çıkacak. Bininci defa vasiyet konusuna dönmek istemiyorum. Ne olacaksa o olacak kaldı ki. Ama, Nabokov kadar ‘yapıtın bitmiş’ haline inanan birinden sözettiğimizi unutmayalım geçerken. Burada, kafamı kurcalayan soru belli: Nasıl yayına hazırlanacak Laura? Nabokov, ‘fiş’ler üzerinden ilerleyen bir yazı formatı geliştirmişti; önce parçaları yazan, sonra kurguyu gerçekleştiren bir motor tipi. Elyazması, karton bir düzenek içinde yeralan 138 fişten oluşuyormuş. Onları, buldukları (geçici olarak bıraktığı) sıralamayı izleyerek kitaplaştıracaklar sanırım. Ayrıca: Umarım. Ne Dimitri, Ne Bryan Boyd araya çimento dökmeye yanaşmamalı. Öyleyse, Berio’nun Schubert’in 10. Senfoni taslağına müdahalesi bir tür tecavüz mü? Bu çıkarıma varılmamalı. Yapıt, Berio damgasıyla seslendirilip yayımlanıyor bir kere. Musikî dünyasında yaygın uygulama, sonra. Dahası: Schubert’ten kalan, o haliyle seslendirilemez; olsa olsa, partisyon parçaları basılabilir. Laura için durum farklı. Nabokov, bir kutu bırakmış arkasında. Fişleri kendi yerleştirmiş içine. Bu haliyle yayımlanması, çimento dökme işini de, sıralama yapmayı da okura bırakacak. (‘Sıçrayan’ okurlar bunu öteden beri yapıyorlar zaten!). İki buçuk deste iskâmbil kâğıdı, Nabokov’un bitmemişi. Dimitri’nin deyişiyle kırankırana ölümle savaştığı, ciğerindeki enfeksiyona yenik düştüğü hastaneden sağlığına kavuşup çıksaydı, fiş sayısı artacaktı. Bundan önemlisi: Yazar, doğru sıralamayı kendisi yapacaktı bitmiş bir yapıt. Oysa bitmemiş işte, bitirememiş. Vasiyeti yerine getirilmeyecek (elyazmasını okuyanlar olmuş bu arada). Laura’nın Özgün Kopyası, irkiltici başlığını onaylar biçimde okura gönderilecek. İskâmbil kâğıtlarıyla, hepimiz ayrı bir sıralama gerçekleştireceğiz. En uygunu yazarınki olacaktı şüphesiz; ama şimdi, oynanacak yeni oyunun kuralı bu: Her okur, farklı oyuncu. Babam Sağolsun/ İlhan Taşçı/ Cumhuriyet Kitapları/ 184 s. “Resmin en görünür kısmında bakan babalar, onların gölgesinde hızla beliriveren çocuklar vardı. Onlar, günümüz iktidarının işadamı olmuş çocuklarıydı... O çocuklar, haklarında hayali ihracattan toplu gümrük kaçakçılığına, sahte fatura düzenlemekten vergi kaçakçılığına kadar birçok suçlama bulunan “büyüklerinden” işleri devraldılar. En küçüğü 12, en büyüğü 30 yaşında olan, çoğu da 1980’den sonra doğan girişimci çocuklar, ilk AKP hükümetinin kuruluşundan bugüne değin on sekiz şirket kurdular! Aralarında oyun çağındakilerin de bulunduğu çocukların şirketlerinin sermayesi 2008 yılı itibariyle 30 milyon yeni lirayı eski parayla 30 trilyon lirayı aştı.” İlhan Taşçı, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den Başbakan Tayyip Erdoğan’a, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’dan Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’a, Bayındırlık ve İskân Bakanı Faruk Özak’tan eski Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe’ye, bakanlıklarda görev alanların yanında çocuklarının yükselişini araştırıyor. Demokrasiden Teokrasiye mi?/ Meriç Velidedeoğlu/ Cumhuriyet Kitapları/ 244 s. “AKP iktidarı, Türkiye’yi bir yandan pusulasız bir gemi durumuna getirip, bir yandan da yarattığı dev dalgaların ortasına sürdü. Dalgaların en önemlisi kuşkusuz, ‘dinsel temelli dünya görüşü’ ile ‘dünyasal yaşam alanı’nı düzenleme girişimidir. İlkin bunu ‘takıyye’ yöntemiyle yürüttüler; ardından ‘cihad’ dönemine geçtiler.” “Demokrasi’den Teokrasiye mi?” adlı bu kitap, laik Türkiye’nin yaşamak zorunda bırakıldığı yapılanmayı ve daha da nelerle karşı karşıya kalınacağını gözler önüne sermeyi amaçlıyor. Osmanlı Saray Sanatkârları 18. Yüzyılda Ehli Hıref/ Bahattin Yaman/ Tarih Vakfı Yurt Yayınları/ 258 s. 17. yüzyılda İstanbul’da 40 mürekkep dükkânının varlığından ve 65 kişinin bu işle uğraştığından bahsedilir. Bu dönemde Beyazıt’ta, Mürekkepçiler kapısı denilen yerde toplanan mürekkep dükkânları arasında Mürekkepçi Kadı lakaplı zatın yapmış olduğu mürekkep en meşhuru olur. Bu esnaf, kırmızı ve siyah mürekkep yapar, yazılacak hatta göre mürekkep imal eder. Eski mürekkepçiler kendilerinden mürekkep isteyenlere hangi hat çeşidi için istediklerini sorarlardı. Çünkü sülüs için ayrı, talik için ayrı, nesih için ayrı kıvamda mürekkep bulunurdu. Batıdan gelen ucuz mürekkepler ile rekabet edemeyen mürekkepçiler zamanla kepenkleri kapatmak zorunda kaldı. Bu çalışmanın ilk bölümünde dönemin sanat faaliyetleri ni etkileyen unsurların anlaşılmasına yardımcı olmak amacıyla yüzyılın siyasi olaylarına yer veriliyor. Ayrıca dönemin genel sanat faaliyetleri ve Osmanlı toplumunda sanat faaliyetlerini yürüten kurumlar hakkında da bilgiler yer alıyor. İkinci bölümde yaklaşık üç asır faaliyet gösteren ehli hıref teşkilatının genel yapılanması anlatılırken, üçüncü bölümde, 18. yüzyılda teşkilatta görülen topluluklar ele alınıyor. Son bölümde ise teşkilatın genel değerlendirmesi bulunuyor. Hayali Komünizm/ Derya Çağlar/ Berfin Yayınları/ 204 s. 20. yüzyıldaki iki büyük savaştan sonuncusu olan İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde başlayan ve 1990’lara kadar devam eden ‘soğuk savaş’, aslında bütün dünyada kamuoylarının, ezenlerin yararına yeniden oluşturulduğu bir süreç. Ezenlerin, kendi çıkarları doğrultusunda oluşturdukları kamuoyları, ezilenler açısından büyük bir yanılsama, ezenlere bağımlılık, kendi gerçeğinden ve dolayısıyla dünya gerçeğinden kopuş anlamına gelir. Öte yandan bu süreç, ezen ülkelerin insanları açısından da gerçeklere dayanmayan, kurgulanmış kamuoyları; dolayısıyla, sözde bir demokrasi ve özgürlük görüntüsü yaratma yı başarır. Zaman zaman bu görüntüyü bozmaya kalkışan toplumsal hareketler ve hareketlilikler ise çeşitli denetim mekânizmaları ile toplum dışına itilir. ‘Soğuk Savaş’ı, sürecin başlıca iki figürü olan SSCB ile uzun coğrafi sınırı nedeniyle neredeyse ön cephede yaşayan Türkiye, yaklaşık yarım yüzyıllık bu süreçten en çok etkilenen ülke olur. Bu etki, hem devletin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün, kuruluş aşamasında koyduğu uluslararası ilişkiler temel politikasını değiştirir, hem de etkileri bugün bile devam eden siyasal, sosyal ve kültürel gelişmelere yol açar. Bu çalışma, esas olarak söz konusu dönemde gazetelerde yer alan ve çerçevesini SSCB karşıtı propagandanın oluşturduğu iletilerin taranması ve incelenmesinden oluşuyor. Liberalizm Masalı/ Mahmut Esat Bozkurt/ Kaynak Yayınları/ 176 s. Mahmut Esat Bozkurt’un “Liberalizm Masalı” başlığı altında derlediğimiz bu yazılarında, Kemalist devrimin devlet ve ekonomi anlayışı, halkına ve emekçilere bakışı ile muhalefeti, basın ve eleştiri özgürlüğünü, demokrasi ve eşitlik kavramlarını nasıl değerlendirdiği irdeleniyor. Bozkurt’un bu kitabı bir anlamda bugünkü ‘devrim muhalifleriyle’ de, kendini Türkiye’de ‘öz değil de üvey görenlerle’ de bir tartışma. Mahmut Esat Bozkurt bu kitabında, liberalizmi köklü bir şekilde eleştirirken; liberal ekonomilerin ilerleme halindeki milletlerin ekonomisine kötü etkisi bulunacağını, kuvvetlilerin esiri haline getireceğini, buhranlara ve işçi kitlelerinin ıstıraplarına sebep olacağını belirtiyor. am on yıl önce bir dergide okuduğumda gülmüştüm, sadece gülmüştüm. Yazının önemsenecek hiçbir yanı yoktu. Kendi içinde çelişkilerle, anlamsızlıklarla, sadece suçlamak adına yapılan hata zinciriyle dolu bir yazıydı… Ama, Yücel Kayıran bu yazıyı “Felsefi Şiir” adlı kitabına alınca hatalarını ve haksızlıklarını yazmak şart oldu. Kayıran “Magazinel yaklaşım”ın, konu edindiği nesneyi geçmiş ve gelecek boyutlarından arındırarak, onu bugün içinde ele aldığını, geçmişten örneklemeler yaptığını, ama nedensellik ilişkisi bakımından bağlantısız olduğunu, uzak ve erişilmez görüneni gündeliğin bayağılığı içinde evcilleştirdiğini, gerçeği ortaya çıkarmadan çok, ortadan yok ettiğini uzun uzun anlattıktan sonra, lafı benim bir yazıma getiriyor ve komedi de bundan sonra başlıyor!.. Sayın Kayıran’ın “Attan Düşen Jokey” adlı yazımdan yaptığı alıntıyı aynen alıyorum. Okuyalım lütfen: “Orhan Veli’nin cansız bedeni Cerrahpaşa Hastanesi’nin morguna kaldırılırken, elbiseleri de depoya gönderilir. Şairin ceplerinden sarı ambalaj kâğıdına sarılmış bir dış fırçası çıkar. Fırçanın sarılı olduğu kâğıt açıldığında üstünde ‘Aşk Resmigeçidi’ adlı bir şiir yazılı olduğu anlaşılır. Bu şiirinde Orhan Veli, on iki sevgilisini anmaktadır sırayla. Koşuya hazırlanan yarış atları gibi sıralanan kadın adlarının kimileri okunmaz. Bunun nedeni, şairin dişlerinde gezdirdiği fırçanın kurumasını beklemeden kâğıda sarması ve böylelikle kimi dizelerin mürekkep lekesine dönüşmesidir. Yani, bir yerde, dudaklarının ıslaklığıdır kadınların adlarını silen. Sevgililerinin sayısını otuz ikiye tamamlayamadan ölen Orhan Veli’nin ceplerinden bir de at yarışı bülteni çıkar (…) Siyah takım elbiseler içerisinde bir gelin ile La Cumparsita eşliğinde dans ederken çekilen bir fotoğrafı yoktur Orhan Veli’nin. Nikâh törenlerinin vazgeçilmez şarkısı olan La Cumparsita, 1917 yılında, Uruguay’da Mathus Rodrugues tarafından bestelenir. Genç besteci, şarkısının telif haklarını editör Ricardi’ye satar ve aldığı tüm parayı at yarışlarında kaybeder.” Yücel Kayıran, iddiasına kanıt yapmak için yazımı keserek, makaslayarak, yukardaki bölümü alıyor sadece… Ve bir sorgulayıcı gibi başlıyor sıralamaya: “Bu yazının niyeti nedir? Şiirdeki at izleği mi konu edinmektedir bu yazıda, yoksa at ile kadın arasındaki benzerlikler mi?”… Sorularını hedefini şaşırmış bir tabancanın mermileri gibi sıralamaya devam ediyor ama, hedef tahtası yaptığı yazımı keyfine göre kesip biçtiği için, bundan sonraki sorularının tutarsızlığını anlamakta zorlanacaksınız. Zaten, amacı okurunu aydınlatmak değil, bağcıyı dövmek olan Kayıran için işin bu tarafı sorun olmamaktadır. Sıralıyor Kayıran: “At ile İslamcılık arasında bir bağ mı kurulmaya çalışılıyor bu yazıda, yoksa at ile sosyalizm ve Che Guevara’nın uçakta yolculuk yapışı arasında mı?” Böylelikle de, sözünü ettiği, sözüm ona eleştirmeye çalıştığı “magazinel yaklaşım”ın en güzel örneğini bizzat Kayıran’ın kendisi sergilemeye başlıyor. Onun için, yazımdaki akıcılık, bütünsellik önemli değil… Keyfine göre kesip biçtiği yazıyı, gündeliğin “bayağılığı” içinde kendi algı seviyesine göre “evcilleştirmeye” çalışıyor… Hal böyle olunca da, gerçeği ortaya çıkarmadan çok, ortadan yok ediyor. Diyor ki yanılgı ustası yazarımız: “Akın’ın yazısında, birbirinden farklı alanlara ve değerlere sahip bu örnekler, eşit değerlere sahip örnekler olarak sunulmakta”… El insaf!!!... Orhan Veli’yle, Rodrugues’i “eşit değerler” olarak algılayacak bilgi yoksunu kaç kişi bulabilirsiniz? Ya da, yazıda adı geçen Cemal Süreya T MAGAZİNEL YAKLAŞIM Hadiii, buyurun!.. Magazinel yaklaşım.. ne yapardı Sayın Kayıran, anımsa, aynen şunu yazmışsın: “Geçmişin bu tarzla örneklenmesi, bugünün yüceltilmesi ve geçmişin bugünden farklı olmadığının gösterilmesi işlevini görür”… Sorarım, senin gibi “magazinel” baksaydım, kendi dönemi ve koşulları içinde tarihi bir gerçeklik olan tulumbacıların çıplak ayakla yangına gittiğini eleştirseydim, okurumu “geçmişin bugünden farklı olmadığı” yanılgısına sürüklemez miydim? Dönemi içinde algılanması gereken bir olayı “bugün içinde” değerlendiren bakış acaba kimde sende mi, bende mi? Kafandaki bu yaklaşım “magazinel”liğin anayasası olarak gösterdiğin “gerçeği ortaya çıkarmaktan çok, yok etmek” değil de nedir?.. Sen, o yıllarda ayakkabılarla yangına koşmanın, ayakkabısız koşmaktan daha çok can acıtacağını, bunun tüm tulumbacılar arasında bir gelenek olduğunu bilmiyorsan, kabahat bende mi? Bundan böyle tulumbacıları yangına yalın ayak koşarken gösteren bir film sahnesi çeken yönetmenin ya da onun resmini yapan ressamın, hele ki betimleyen yazarın vay haline!.. Bence Kayıran, sen “abartı” dolu haksız saldırılarınla kendini “yüceltme” peşindesin. Üstelik bu infazı, yalnızca bana değil, pek çok değerli, saygın şaire, yazara da yapıyorsun. Kitabında duyarlı şair ve yazarlara son derece kaba saba saldırıyorsun. Benim yazımı anlayacak incelikten uzak olduğunu bir kenara bırakalım, yazımı karalamak için alıntı yaptığın yazarların ne demek istediğini bile anlamakta zorluk çekiyorsun. Murat Belge’den bir alıntıyı paravan yaparak bana yönelttiğin “sıradan bayağılığın düzeyi” gibi çirkin lekeyi inan bana, üstünden atamayacak olan sensin. En kötü edebiyatçı bile senin şu “sıradan” ve “bayağı” sorununu ağzına almaz, en donanımsız eleştirmen bile bir sanat eserine senin şu tavrınla yaklaşmaz: “Bu yazının niyeti nedir?”… Yine de gönlüm bir yazarın haksız çıkmasına el vermiyor!.. Bari ben de magazinleşeyim de, Yücel Kayıran’ın gönlü olsun: “Tulumbacı Hayriye Hanım çıplak ayaklarıyla yağmur, çamur demeden sokaklarda koşuyordu… Yalnız o mu? Tüm tulumbacılar ayakkabısızdı. Siz değil tulumbacılar, sizi çıplak ayak koşturanlar utansın… Sizi ayakkabısız bırakan, sizden bir çift ayakkabıyı esirgeyen amirlerinize, ayakkabısını çıkarıp size vermeyenlerin tümüne yazıklar olsun be, yuh olsun!”… Kalıntılar son çarın çocuklarının MOSKOVA (AA) Rusya’da geçen yıl bulunan insan kalıntılarının, Rus Çarı İkinci Nicholas’ın 90 yıl önce öldürülen tek oğlu ve kızına ait olduğu kesinleşti. Rusya Genel Savcılık Soruşturma Bölümü’nden yapılan açıklamada, Urallar bölgesindeki Yekaterinburg kenti yakınlarında bulunan kalıntılar üzerinde yapılan DNA ve diş testlerinin, kalıntıların İkinci Nicholas’ın 13 yaşındaki oğlu Prens Aleksiy ve kızı Mariya’ya ait olduğunu ortaya çıkardığı kaydedildi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle