07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2C DÜNYADA BUGÜN ALİ SİRMEN olaylar ve görüşler Kaçak Devlet zi haline getiren Gökçek, Atatürk Orman Çiftliği içindeki ASKİ sosyal tesislerinin kaçak olduğunun farkında mısın? Yani ODTÜ yerleşkesinin 45 binasını yıkmakla tehdit eden, Gökçek’e bağlı olan ASKİ de, ruhsatsız kaçak sosyal tesis inşa etmiş. Başka bir deyişle kuralı uygulayacak olanın kendisi de kural tanımıyormuş. Eryılmaz ayrıca, bazı binaların da durumlarını açıklamış, bunlar arasında yapı ruhsatı olup da iskân ruhsatı olmayanlar şunlar: Dışişleri Bakanlığı, Başbakanlık ek binası, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve MTA... Hiç ruhsatı olmayanlar arasında ise şunlar da var: Muhasebat Genel Müdürlüğü Eğitim Merkezi, Turizm Bakanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Çevre Bakanlığı vb.. ??? Görüyorsunuz Sevgili Okurlarım, kaçak ile, kural dışı ile mücadele edecek, onları yasaklayacak olan devletin kendisi kaçak. Olay yeni ve bilinmeyen bir şey değil, uzun süreden beri biliniyordu, ama alışıldığı için unutulmuştu. Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’a belediye başkanı seçilirken, kaçak yapı sahibi olduğu ortaya çıktığında, kimi saflar onun bu yüzden seçim şansını kaybettiğini sanmışlar, kuralı uygulayacak olanın kural dışı olmasına seçmenin razı olmayacağını düşünmüşler ve yanılmışlardı. Türkiye’de kuralı koyan ve uygulayan devletin veya kamu kuruluşlarının da kural dışı olmasında şaşılacak bir yön yoktu. Peki nasıl oluyordu da, kuralı uygulayacak olanın kural dışı olması doğal karşılanabiliyordu? Bunun izahı kolaydı, kuralı koyup uygulayacak olanı seçen de kural dışıydı. Ve nihayet Türk demokrasisinde, milli irade her şeye kadirdi, kural dışını kural haline getirmeye de... Ve bizim gibi saflar, bu düzende, demokrasi ve adalet bekliyor, ondan hakça çağdaş bir uygulama talep ediyorlar. Galiba ne yaptığını bilmeyen Melih Gökçek değil, bizleriz. Allah encamımızı hayır eyleye! asirmen?cumhuriyet.com.tr 25 TEMMUZ 2008 CUMA eytana külahını ters giydirecek kadar hünerli olan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in ne yaptığını bilip bilemediğini yine de sormadan edemiyorum. Öyle ya! Hangi aklı başında insan kırk yıllık ODTÜ’nün binalarını yıkmaya kalkabilir, ayrıca böyle bir girişime kimin gücü yetebilir? Olayı sanırım biliyorsunuzdur. Melih Gökçek’in uzun süredir, ODTÜ’nün Eymir Gölü’ne göz koyduğu söylenirdi. Rant belediyeciliğinin üstatlarından olan Gökçek bu amacına ulaşamadığı gibi, son günlerde, ODTÜ ile yeni bir anlaşmazlığa daha düştü. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, zehirli olduğu iddia edilen Kızılırmak suyunu, kentin içme suyu şebekesine katıp, bir süre de halka habersiz içırdikten sonra, tepkilerin ortaya çıkması üzerine, herkesin gözünün içine bakarak, “Elimizde ODTÜ’nün ‘Temizdir’ raporu var” deyiverdi. Ne var ki, ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Ural Akbulut onu yalanladı. Biz öyle bir rapor vermedik. Tersine bizim analizlerimize göre o suda limitinin iki katı arsenik var, dedi Akbulut. Rektör bununla da yetinmedi ve Gökçek iddiasını ispat etmezse halkı aldatmaktan dava açacağız, diye ekledi. Öyle görünüyor ki, bardağı taşıran damla da bu oldu. Olayın hemen ertesinde, Melih Gökçek ODTÜ yerleşkesindeki 45 binanın ruhsatsız olduğunu, 2 trilyon ceza kesilmesine ve binaların yıkılmasına karar verildiğini açıklayıverdi. ??? Yani Melih Gökçek, binlerce öğrenci yetiştirmiş irfan yuvasını gençlerin ve hocalarının başına yıkıverecek. Olur mu, demeyin, olur. Burası Türkiye ve Türkiye’de milli irade her şeye kadirdir. Eh Melih Gökçek de, Ankara halkının oylarıyla seçildiğine göre, her şeyi yapabilir. Basın konuyu tartışırken, olaya Çankaya Belediye Başkanı Muzaffer Eryılmaz da dahil oldu ve Gökçek’e bazı binaları anımsatarak, meydan okudu: Yüreğin yetiyorsa bunları da yık! Eryılmaz Büyükşehir Belediye Başkanı’nı şöyle uyardı: Ankara’yı hukuk dışı yapıların merke Ş ir gece elimde televizyonun kumanda aleti program açıyor program kapatıyorum. Progarmın birinde durakladım. Belgesel. Bir ülke. Unuttum; Latin Amerika ülkelerinden biri olmalı. Sahil. Çevresi karayla çevrili deniz bir “U” gibi. Tahminime göre genişliği bir kilometre. İki yakada balıkçılar ve balıkçı tekneleri. Balıkçılar “U”nun başladığı yöne bakıyorlar. Ben de. İleride askeri disiplin içinde balinalar görünüyor. Belki yirmi adet. Balıkçılarda bir hareket ki, görmeye değer. Hemen geçiyorlar balinaların önüne tekneleriyle. Atıyorlar ve çekiyorlar ağlarını. Çekilen balıkçı ağlarının içinde on binlerce balık. Balıkları boşaltıyorlar teknelerinin içine. Balinalar zıplıyor teknelerin çevresinde. Nefesleri kesilmiş ölü balıkları avuçlayan balıkçılar balinalara avuç avuç balık atıyorlar. Belgeseli çeken soruyor balıkçılara. Balıkçılar yanıtlıyor: “Biz denize açılmayız. Bekleriz. Ne zaman ileride balinaları gvrürsek eyleme geçeriz ve işte gördüğünüz gibi balıkları avlarız. Nasıl mı oluyor? Şöyle: Balinalar karınlarını doyurmak için bu balıkları açık denizde yakalayamayınca onların etrafını sarıyor. Katıyor balıkları önüne buraya sürüyor. Biliyorlar ki, biz balıkları yakalayınca onlara atıyoruz.” Balinaların bu kadar akıll olduklarını bilmiyordum. Belgeseli izledikten sonra emperyalist sömürünün kıskacı içindeki ülkelerden biri olan ülkem aklıma geldi yine. Balinaları ülkemi yönetenlere, balıkları bizlere, balıkçıları ülkeme yatırım yapan emperyalist ülkelerin temsilcilerine benzettim. Doğru mu benzetmişim? Sonra Nâzım Hikmet’in “Akrep gibisin kardeşim” şiirini okudum Özgürlüğün En Acımasız Düşmanı, Halinden Memnun Kölelerdir! B Sefer YILMAZ yine sessizce. Hep miliyetçiler, hep Müslümanlar yönetti ülkemizi. Hepsi, emperyalist ülkelere emek ihracıyla övündü. “Sen şu kadar yüz bin, ben ise şu kadar milyon ihraç ettim” diye. Ülkem, Türkiye, Almanya’nın iki büyüklüğünde. İklimi Almanya’nın ikliminden daha güzel ve toprağı daha verimli. Üç tarafı denizlerle çevrili. Emekçisi üretken. Yurdumuzda kalanlarımızın çoğunluğu yarı aç. Yurt dışına çıkanlar tedirgin. Ezik. Neyiz biz? Daha çok, daha çok sömürüleceğimiz kesin. Üretim dışı yeni yüz binlerce dinci asalak. Yaşamak, yaşatmak için emeğinden başka bir şeyi olmayan, secdeye kapanmış yeni milyonlar. Bir karış aklımızla biz emekçiler. Gazeteler, televizyonlar... Politikacılarla “Kuran şöyle mi demiş, böyle mi?” diye tartışıyoruz. Emperyalizm yıkıyor, katlediyor, sömürüyor. 70 yaşlarında “ünlü” kendinden 30 yaş genç bir kadınla evli çok Müslüman bir yazar, başka bir kadınla hovardalık yapıyor. Hovardalık yaptığı kadının kendisine “dede” diyen 15 yaşındaki kızının da ırzına geçiyor. Önce laikçilerin iftirası derlerken, sonra “bunun ispatlanması için dört şahit şart” demeye başlıyorlar. Yani yaparken 3 erkek bir kadın görmüşse, tanıklıkları kabul edilemez. Üç erkek bir kadın dört etmez, üç buçuk eder! Kendileri gibi Müslüman dört erkek şahit şart. Ve bizler hâlâ “Kuran acaba şöyle mi, böyle mi der”, onu tartışıyoruz. Bu nasıl demokrasi? Kime göre, kimin için demokrasi? Biz emekçiler bile “demokrasi” diyoruz. Ölürüz, öldürürüz, aç PENCERE Kıyametin Ortasında Bir Mahkeme... Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu geldi... Nasıl?.. Sovyetler yıkıldı, Doğu Batı blokları ortadan kalktı, Türkiye’nin komünizme karşı ‘ileri karakol’ işlevi kalmadı, 1923 Cumhuriyeti zaten Batı’ya karşı savaşla kurulmuştu, artık icabımıza bakacaklar... Gerçek mi?.. Gidişat sonumuzun geldiğini vurguluyor; Anadolu’nun batısında, Amerika’nın ve Avrupa’nın güdümünde bir ılımlı İslam devleti üzerine tasarım kuvveden fiile dönüşüyor; Lord Curzon Lozan’da İsmet Paşa’ya ne demişti... Ne demişti?.. Şimdi sana verdiklerimin hepsini ilerde ödeteceğim dememiş miydi?.. Evet, buna benzer bir şeyler söylemişti... Vakti zamanı geldi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü hali bir istikbal vaat etmiyor... ? Gün geçtikçe böyle düşünenlerin sayısı artıyor... Gerçekten de durum parlak değil... Memleketin taşını, toprağını, bankasını, fabrikasını, borsasını, sermayesini, şirketini, holdingini, ekonomisini yabancılara devrederek, borçlandıkça borçlanmanın kısırdöngüsünde dönendikçe ne diyoruz: Oh.. oh.. Küreselleşiyoruz... Siyasal iktidar tam tamına Amerika’nın Ortadoğu’daki taşeronuna dönüştü... Suyumuz ısındıkça ısınıyor... ? Ya halkımız?.. Halkımız dıştan ve içten kuşatmanın daralan çemberinde soluksuz ve şaşkın... Halk ne yapabilir?.. Bizim halkımızı bir yana bırakıp soruyu sınır dışına taşıralım: Irak halkı ne yapabilir?.. Denebilir ki: Türk halkı Irak halkına benzemez, sırası geldiğinde yapacağını yapar... Sırası ne zaman gelecek?.. İş işten geçtikten sonra mı?.. ? Şimdilik iş işten geçmedi; ama, Amerika, İslamcılığı kullanarak, Türkiye’yi istediği gibi çekip çevirmesini biliyor... Oyun artık açıkça oynanıyor... Son günlerde Ankara’ya gelip giden Amerikalının bini bir para... Amaçları ne?.. ABD, AB, Feto’cular ve AKP için yakın amaç Anayasa Mahkemesi’ni etkilemek, kapatma davasına yön vermek, dinci siyasal iktidarı korumak, yürürlükteki tezgâhı sürdürmek... Dikkat edin!.. Dışarda ve içerde hiçbir kimse kafayı hukuka takarak kapatma davasına bakmıyor... Anayasal hukuk yitik bir değer... Dış ve iç siyasal çıkarcılar, yasaları ve hukuku çoktan bir yana itelemenin keyfiyle Türkiye üzerinde baskıyı yoğunlaştırıyorlar... ? Böylesine bir baskı karşısında ve kıyametin ortasında Anayasa Mahkemesi ne yapabilir?.. Bilemiyoruz, ama mahkemeye ve yargıçlara saygı duyuyor, sorunun yanıtını merakla bekliyoruz... G eçen gün dostlarla tartışıyorduk, içimizden biri dedi ki: kalırız da demokrasiden vazgeçmeyiz. Ben de bir karış aklımla örnek veririm hep: Türkiye dışında kaçak yaşayan soyguncu birini yurtdışındayken milletvekili seçen bizler nasıl demokratız? Hiç çıkmaz aklımdan ve hep anımsatırım: Medya yaratıkları ve CIA ajanları tarafından yaratılıp demokrasi cazgırlığına yükseltilen Çiller, girdiği ilk seçim mitinglerinde elindeki iki anahtarı sallıyor şıklatıyordu. Soruyordu kendisini dinleyen “biz” emekçilere. “Sizlere vereyim mi?”. Biz de “Ver, veer!” çığlıkları atıyorduk. Ne vereceğini de bilmeden. Meğer vereceklerinin biri ev, diğeri de otomobil anahtarıymış. Mafyaya verdi vereceğini. İkinci seçimde yine mitinglerdeydi. Bu kere elinde iki anahtar değil, konuştuğu kürsünün sağında, solunda, önünde, arkasında yığın yığın başörtüleri vardı. Avuçlayıp avuçlayıp atıyordu bizlerden olan dinleyicilerine. Evleri, otomobilleri görmedik. Din... Onu görmüştük, gördük, göreceğiz. O, vermekle tükenmezdi. Asırlardır veriyorlar. Bitmiyor. Bitmez. İnsan hakları, eğitim, özgürlük özellikle emekçilerin hakları onların ürettikleri emekçilere yok. Ama memnunuz. Demokrasimiz var. Seçimlerde emekten yana siyasi partilere yüzde birimiz ikimiz oy veriyor. Okuyunca önce anlamamıştım. Anladığımda ürpermiştim. Anladığımı yorumladıkça susmuş içime kapanmıştım. “Die glücklichen Sklaven sind die erbittertsten Feinde der Freiheit.” İmza: Marie von EbnerEschenbach. Türkçesi: “Özgürlüğün en acımasız düşmanları, memnun kölelerdir.” ‘Cumhuriyet Savcıları’ Prof. Dr. Mahir AYDIN n ilkel hukuktur, orman yasası. Biraz hayvansal ve gücü güce yetene, mantığı üzerine kurulu. İçinde insancıl kavramlar olan yasa, anayasadır. Ve bu süreç, 1215 Magna Carta’dan başlayarak, Avrupa’nın 600 yılını almıştır. İşte bu uzun süreçten sonradır ki devletler, hukuk devleti olmaya başladılar. 500 yıl öncenin tarım toplumunda vergi toplayıcılar, tam bir karabasandı. Köylü, onun insafına kalmıştı. Bu çağın insanları, özgürlüğü ancak kentlerde görürdü. İster Doğu’da, ister Batı’da olsun. Bu nedenledir ki, Alman atasözü şöyle der: “Kent havası insanı özgür yapar.” 85 yıla ulaşan Türkiye Cumhuriyeti, çok çetin bir sınav veriyor. Sınavın bu denli çetin oluşu, onun kuruluşunda gizli. Çünkü bu devleti kuran kuşak, 11 yıl sürekli savaştı: Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya, Sakarya, Dumlupınar. Ve devletinin başına gelebilecek her türlü felakete, karşı durmaya çalıştı: Etnik parçalanma, dinmezhep çatışması, ayaklanma, işgal, emperyalizm sömürüsü. Bu kuşağın bilgi yaşı, biyolojik yaşından kat kat fazlaydı. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’ni, başlarına gelenin bir daha yaşanamayacağı, sağlam temeller üzerinde kurdular. Bugün İstanbul medyasının bir kısmı, kutsal görevini bırakmış, yargıç rolünde. 90 yıl öncesine gittiğimizde, benzer yaklaşımlarla karşılaşıyoruz. İstanbul için bu durum, belki kendisinin bile istemediği ve 40 yılda bir değil, 90 yılda depreşen alın yazısı. İstanbul Kurtuluş Savaşı’na doğrudan katılamadı. Daha da kötüsü, işgal altında kaldı. Bu yüzden de, ulusal coşkudan beş yıl uzak yaşadı. Bu dönem İstanbul’unda, sekiz Türkçe gazete vardı: Akşam, İkdam, İleri, Tanin, Tercümanı Hakikat, Tevhidi Efkâr, Vakit ve Vatan. İstanbul’un ulusal coşkudan uzaklığına belirgin örneklerden biri, Tan gazetesinde görülür. Lozan Barışı’nı yorumluyor: “Doğu Barışı’nın sağlanması, sekiz ayda gerçekleşebilİstanbul Üniversitesi E di. Antlaşma ancak 24 Temmuz’da imzalanabiliyor. Gerçi görüşmeler pek uzun sürdüyse de, madem sonuçsuz kalmadı, o zaman bu uzunluk bağışlanabilir. Dört mevsimi birden kucaklamış olan konferans, meyve mevsiminde sona ermek gibi, bir özellik taşıyor.” Yorum sizlerin. Mütareke Basını’na tipik bir örnek, dediğinizi duyar gibi oluyorum. Çünkü Lozan’a, küçümsemeyle karışık, Doğu Barışı diyor. Bırakalım ulusal duyguyu, içinde Anadolu bile yok. Doğu, hangi doğu? “Barış ancak sekiz ayda gerçekleşebildi” ne demek? Batı dünyası karşısında siyasal zafer kazanmak, o dönemde kolay mıydı? Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen gruptan, hangisi kendine dayatılan koşulları elinin tersiyle itebildi. Kaldı ki Lozan, sekiz ayda değil, 51 ayda imzalandı. Çünkü Lozan Barışı, 19 Mayıs 1919’da başlar. Çok uzun sürmüş, ama sonuç alındığı için bağışlanabilirmiş! Kim kimi bağışlamalı? Yukarıdaki söylem; Lozan’a gitmenin ve barış sözcüğünü ağza almanın, kaç boyutlu ve ne büyük faturası olduğunu bilmemenin, aymazlığıdır. Meyve mevsimi benzetmesi ise, tam bir aşağılama. Bu yüzden İstanbul basınının birçok sorumlusu, 23 Aralık 1923’ten başlanarak İstanbul İstiklal Mahkemesi’nde yargılanacaktır. Ve Mustafa Kemal Paşa onları, 1 Şubat 1924’te İzmir’e çağıracak ve Göztepe’de kaldığı köşkte kabul edecektir. Burada kendilerine verdiği mesaj anlamlıdır: “Türkiye basını, ulusun gerçek iradesi olan Cumhuriyetin çevresinde, çelikten bir kale olacaktır. Bir düşünce ve anlayış kalesi. Basın mensuplarından bunu istemek, Cumhuriyetin hakkıdır.” Bugünkü uygar Avrupa’yı yaratan sağlam değerlere bakınca, yine bir Alman deyimi karşımıza çıkıyor. Bu deyim onlar için, hukuka verilen değerin tarihsel övüncüdür: “Berlin’de yargıçlar var.” Türkiye Cumhuriyeti’nin de, Cumhuriyet savcıları var.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle