Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
18 TEMMUZ 2008 CUMA kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K.ERDEMOL C 15 ‘Sanat yolunda gerçek bir bilim insanıydı’ Egemen BERKÖZ Bedrettin Cömert’in öldürülmesinin 30. yılı. Genç bir aydın, çok değerli bir bilim adamı ve benim arkadaşımdı Bedrettin. 1962 yazında İtalya’da tanıştıktan sonra, bağımızı mektuplar ve telefonlarla sürdürmüş, ama bir daha görüşememiştik. Ben Ankara’ya gidebilirsem ya da o İstanbul’a gelebilirse görüşecektik. O uğursuz 11 Temmuz 1978 sabahı olmasaydı… Bir ağabey gibi sevdiği Hasan Hüseyin şöyle anlatıyor onu: “Ortaokul sıralarından beri tanırım Bedrettin Cömert’i. Ortaokulu Gürün’de bitirdi. Oradaydım o sıralar. Zekâsı, bilgisi, kişiliğiyle sivrilmiş bir öğrenciydi. Önder bir öğrenciydi. Sonra Sıvas Lisesi’nde okudu. Liseyi birincilikle bitirdi. Seven, okuyan, şiirler, yazılar yazan bir öğrenciydi. Ağbi – kardeş ilişkimiz hiç kopmadı. Mektuplarından yaşam tütüyordu buram buram. Burs kazanarak İtalya’ya gitti. Perugia’da, Roma Üniversitesi’nde okudu.” Ben de orada, Perugia’da tanıdım Bedrettin’i. L’Universita per Stranieri’deki İtalyanca öğrenimini tamamlamış, Roma Üniversitesi’ne gitmeye hazırlanıyordu. Bir ay aynı evde kaldık. O bir aydan belleğimde kalan en güçlü anı, Bedrettin’deki, Nâzım Hikmet’in İtalyanca şiirleri ve oyunlarıdır. O yıllarda Türkiye’de bırakın şiirlerini okumayı, adını anmak bile tehlikeliydi Nâzım Hikmet’in. Doğal olarak, tümünü yutar gibi okumuş ve şiirlerden 20 kadarını bir deftere aktarmıştım. İtalya’da Roma Üniversitesi’nde İtalyan edebiyatı okuduktan, doktorasını yaptıktan sonra ülkesine dönmüş, Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne asistan olarak girmiş, “Croce estetiği” konulu teziyle doçent olmuş, Gombrich’ten çevirdiği “Sanatın Öyküsü”yle 1977’de Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü’nü kazanmıştı Bedrettin. Sanat tarihi ve eleştirisi alanlarında çalışıyor, yazılar yazıyor, dergilerde yayımlıyordu. Doktora öyküsünü Prof. Dr. İsmail Tunalı’dan dinleyelim: “Geçen yıl şu aylar içinde geçirdiğim ağır bir trafik kazasının kırıkları ve acıları içindeyken, üye seçilmiş olduğum bir doçentlik sınavının doçentlik tezini getirdiler. Bu benim için tam bir sürpriz oldu: Tez, Bedrettin Cömert’in Croce estetiği ile ilgili bir çalışmasıydı. Yaşamımın en acılı günlerinde kader beni mutlu etmek istemişti: Sevdiğim iki insana aynı anda kavuşuyordum. Hem Croce’ye hem de Bedrettin Cömert’e. (...) Bedrettin Cömert doçentlik sınavının bütün aşamalarını çok başarılı geçirdikten sonra doçent oldu. Yaşamımın en mutlu ve en unutulmaz anlarından biri, ona jüri YILDA BİRÇOK YAPIT VERDİ Sakal bırakanlar değil, sakalsız bıyıksız olanlardı. Sakalın altın devirleriydi o dönemler. Sakalsız olanı hem yarı imanlı hem de eksik erkek sayarlardı. Büyük edebiyatçımız Şinasi’nin başına gelen unutulur mu? Sakalını kestiği için Osmanlı döneminin Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki görevinden kovulmuştu büyük Şinasi. İstediği kadar, “saçkıran girdiği için kestim” desin, kimse dikkate almamıştı bunu. Dini yaşam tarzının bir gereği olarak bırakılmasının iyi olduğu düşünülür sakalın. İrsali Lihye diye, uzatıldıktan sonra okunan bir de duası vardır. Osmanlı toplumundaki önemi konusunda sayısız örnek sıralanabilir. ??? Sadece bizde değil, örneğin 1700’lerin Almanya’sında da çok önemliydi derler. Alman kahvehanelerinde konuşulan yegane konunun sakal bıyık biçimleri olduğunu yazanlar vardır. Sakallı bıyıklı diye ayrımcılığa tabi tutulmak eski dönem insanının aklına bile gelmezdi. Tam tersine bıyıklılar rahat kahve içebilsinler diye, dudakla buluştuğu noktada bıyığın kahveye bulaşmasını engelleme amacıyla fincanlara bir köprü yapılmıştır. Hâlâ bulunabilir bu fincanlar, ararsanız bulursunuz. Ama, gün geldi, sakal bıyığın da altın dönemleri sona erdi. İş kollarında hijyenin öneminin farkına varıldı çünkü. Pislik kaynağı olduğundan değil işin estetik tarafı hijyenle birlikte düşünülür olduğundan tabii. Sonra, iş yerlerinde astüst ilişkisine benzer hiyerarşik yapılar oluşmaya başladı. Sakalın, bu hiyerarşide, saygıyı kendisinde zoraki olarak toplayan bir özellik olarak var olması kabul edilir olmaktan çıktı. Genç bir müdürün, kendisinden yaşlı birine, bir de sakalı yüzünden söz geçirememe ihtimali iş verimliliği açısından olumsuz etki yapar diye inanılır oldu, özellikle bizim gibi toplumlarda. Bir ayrımdan söz etmeden önce, Başbakan, işin tarihçesinden haberdar olmalıydı. Sakala, bıyığa karşı olmanın, dini sembollere olan hoşnutsuzluklardan kaynaklanmadığını anlaması daha kolay olurdu diye düşünüyorum. Rahmi Koç’un yaptığı, nihayetinde, yaşam tarzına uygun olarak, batılı esintiler taşıyan, estetik kaynaklı bir itiraz. Ama Başbakan, açık söylemese de bu itirazın, dindarlara karşı ayrımcılık amacıyla yapıldığını düşünüyor. İşi oralara kadar götürmenin anlamı yoktu, bana sorarsanız. Ama Türkiye’de normal bu. Fikirlerden çok semboller üzerinden tartışmaların yapıldığı bir ülke Türkiye, unutmayalım. kemalerdemol?yahoo.co.uk Sanat tarihçisi, eleştirmen, Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi Bedrettin Cömert 30 yıl önce öldürülmüştü Şiirdeki duyarlığımı eleştiriye uygulayınca daha verimli, daha yararlı oluyorum. Kendimi ozan saymıyorum senin anlayacağın. (…) Gençliğimin ilk yapmacık heyecanlarından sıyrıldım artık.” 7 adına doçentlik payesini verdiğim an olmuştu diyebilirim.” İtalya’daki okuma ve çalışmalarıyla kendini geliştiren Bedrettin Cömert, genç bir şair olarak çıktığı sanat yolunda gerçek bir bilim adamına dönüşmüştü. Şiiri bir yana bırakıp sanat eleştirisine yönelmesinin nedenini bir mektubunda Hasan Hüseyin’e şöyle anlatıyordu: “…Fakat ben şiirlerime güvenmiyorum artık. Bedrettin Cömert Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışabildiği yaklaşık yedi yılda pek çok yapıt verdi. Bunların çok azı dergilerde yayımlanan eleştirilerinin dışında sağlığında yayımlanabildi. “Sanatın Öyküsü” ile Milliyet Sanat dergisinin eki olarak yayımlanan “Çağdaş Dünya Şiiri” seçkisine hazırladığı “İtalya” bölümü de bunlar arasındadır. Onun sanat tarihçiliğine ve sanat eleştirisine bakışını üniversiteden çalışma arkadaşı Günsel Renda anlatıyor: “Titiz bir araştırmacının duyarlığını ve nesnelliğini mutlaka koruması gereğine inanır ve bunu ürünlerinde yansıtırdı. Ülkemizdeki sanat tarihi yazıcılığına boyut kazandırmak, güçlü bir kuramsal temele dayandırmak isterdi. Sanat eleştirisi olmadan sanat tarihi yapılamayacağını, sanat eleştirisinin ise temel bir estetik anlayışa dayanmadan ayakta duramayacağını savunurdu. Sanat tarihçiliğinin geniş bir okur kitlesine ulaşması en büyük dileğiydi. Nitekim ‘Sanatın Öyküsü’nü bunun için çevirdi ve çok önemli iki başka sanat kitabını da dilimize kazandırmak üzereydi.” Gülsüm Cengiz Almanca’da Kültür Servisi Gülsüm Cengiz’in 7 kitabı daha Almanca Türkçe olarak yayımlandı. “Kuşlar Kralı Kim Olacak?”ı “Wer Wird König der Vögel”, “Küçük Beyaz Güvercin”i “Die Kleine Weisse Taube” adıyla yayımlayan Verlag Anadolu, “Küçük Ayı”yı da “Der Kleine Bar” adıyla yayına hazırlıyor. Üç kitabı da Prof. Dr. Nazan Erkmen resimledi. “Sihirli Ellerin Öyküleri” dizisindeki 5 kitap ise Almanya’nın Bonn kentinde Freie Akademie tarafından AlmancaTürkçe olarak yayımlandı. “İpek Giysi Das Seidenkleid”, “Çikolatalı Pasta Der Schokoladenkuchen”, “Sihirli Köpükler Der Zauberschaum”, “Ayakkabının Öyküsü Die Schuhe” ve “Köprü Olmak İsteyen Çivi Der Nagel” adlı kitapları Saadet Ceylan resimledi. Kitapların tümü TC Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın TEDA Tasarısı desteğiyle basıldı. Böylece, 1997’de İsviçre ve Avusturya’da yayımlanan Ayşe’nin Günleri adlı gençlik romanından bu yana, yazarın Almancaya çevrilip yayımlanan kitaplarının sayısı 20’ye ulaştı. Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes ödüllü ‘Üç Maymun’ filmi Asya ve Arap Sineması bölümünde gösterilecek. Beş filmimiz Hindistan’da Gönül DÖNMEZ COLIN YENİ DELHİ 1020 Temmuz arasında 10. yaş gününü kutlayacak olan Cinefan Asya ve Arap Sineması Festivali’ne bu yıl tam beş filmle katılıyoruz. Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes ödüllü ‘Üç Maymun’ filmi Asya ve Arap Sineması bölümünde, Handan İpekçi’nin ‘Saklı Yüzler’ filmi ‘Hoşgörü(süzlük)’ bölümünde ve Dersu Yavuz Altun’un ‘Münferit’ filmi de ilk filmler bölümünde yarışacak. Yine Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Uzak’ filmi ‘Başlangıç Noktası’ bölümünde gösterilirken Semih Kaplanoğlu’nun ‘Yumurta’ filmi de Freskolar bölümünde izleyici ile buluşacak. Asya ve Arap Sineması bölümünde yarışacak filmler arasında İsrail’den Eran Riklis’in ‘Limon Ağacı’, Mısır’dan Yousry Nasrallah’ın ‘Akvaryum’u ve Japonya’dan Kiyoshi Kurosawa’nın ‘Tokyo Sonata’ filmi de Ceylan’ın ‘Üç Maymun’u gibi iddialı yapıtlar ve Chantal Akerman’ın başkanı olduğu jüriyi epey terleteceğe benziyor. ‘Hoşgörü(süzlük)’ bölümünde ise ‘Saklı Yüzler’in yanı sıra dikkati çeken filmler arasında İsrail’den Eran Kolirin’in ‘Bando’nun Ziyareti’, Philippe Aractingi’nin Lübnan, Fransa ve İngiltere ortak yapımı ‘Bombalar Altında’ ve Çin Cumhuriyeti’nden Zui Yu Fa’nın ‘Suç ve Ceza’ yapıtı var. İsrail ve Filistin filmlerine ayrılan bölümlerin yanı sıra Hint filmleri yarışması, Hint Sineması Mozaik’i, Asya Freskoları, Sinema ve Yazın Sanatı (ve Necip Makfuz’a saygı) merakla beklenen diğer bölümler arasında. Her yıl olduğu gibi bu yıl da görkemli bir açık artırmada sinemayla ilgili nesneler gibi tanınmış ressamların yağlıboya yapıtları da meraklısına sunulacak. ‘Taksi Şoförü’ ve ‘Mishima’ filmlerinin ünlü senaryo yazarı Paul Schrader, senaryo yazımı üzerine bir Master Class vereceği gibi ‘Yeni Medya’ üzerine de bir konuşma yapacak. Mrinal Sen ve Pete Lakaba yaşam boyu başarı ödülü alırken festivalin kurucusu Aruna Vasudev de özel bir ödülle onurlandırılacak. On gün sürecek olan bu nefis şenlikte dağıtılacak olan ödüllerin toplamı 250.000 Amerikan Doları’nı buluyor. oç Holding Onursal Başkanı Rahmi Koç’un, “sakallı bıyıklı kişilere iş vermem” deyişi Başbakan Erdoğan’ın tepkisini neden bu kadar çekti anlamış değilim. Çok kişisel bir tercihi yansıtan bu ifadelerin Türkiye’de gündeme damgasını vurmuş olmasına da anlam veremedim, doğrusunu isterseniz. Çünkü bu ilk kez söylenmiyor. Show TV’nin ilk sahibi, bankacı Erol Aksoy’un, yıllar önce bir söyleşide “sakallı bıyıklı kişilerden nefret ederim” dediğini hatırlıyorum da, pek de öyle itirazla karşılaşmamıştı bu sözler. Türkiye’de, İsmet İnönü’nün, etrafında sakalı az da olsa uzamış kişiler gördüğünde nasıl kızdığını bir efsaneymişcesine anlatırlar, İnönü’ye batılı tavrından ötürü hayranlık belirtilerek hem de. Erdoğan’ın alınganlığı şu “yaşam tarzı”nın bir ifadesi olan sembollere verdiği önemle ilgili. Yani, Recep Tayyip Erdoğan’ın, Rahmi Koç’un, çok belli ki estetik bir kaygıyla söylediği değerlendirmesine bu kadar sert tepki vermesinin, “mevcut ortam”la bir ilgisi var, bu kesin. Mevcut ortam, malum, fikirlerden çok sembollerin çarpıştığı, her sembolün bir yaşam tarzına denk düştüğünün sanıldığı “arabesk” bir ortam aslında. İnsanın aklına, Başbakan, Koç’un sakal bıyık nefretinden, acaba dini bir sembole hoşnutsuzluk duyulduğu sonucunu mu çıkardı, sorusu geliyor. Başbakan, yine de bir hayli dikkatli. Çıkardığı sonuç benim sandığım sonuç ise eğer, bunu belli etmiyor pek. Koç’a çıkışını, mevcut ortam gereği, bir dini sembole hoşnutsuzluk gösterilmesi üzerinden değil, “ayrımcılık” üzerinden yaptı. “Dünyanın neresinde böyle bir ayrımcılık var?” diye sorması bundan. Başbakan, bu soruyu sorarken bu kadar rahat olmamalıydı. Çünkü “dünyanın neresinde var?” diye sorduğu sakal bıyık kaynaklı ayrımcılık, en azından İngiltere’de var. Hem de artarak süren bir biçimde var. Hatırlayanlar çıkacaktır, 2005 yılında Sunday Times gazetesinin bir muhabiri takma sakal bıyıkla iş başvurusu yaptığı yerlerden olumsuz yanıt alınca bunu haber yapmış, işe alımlarda sakallı bıyıklı olmanın bir dezavantaj olduğunu yazmıştı. İngiltere’de kendilerine ayrımcılık yapıldığına inanmış oldukları için sakallı bıyıklı İngilizler, 1995 yılında Sakala Özgürlük Cephesi adlı bir örgüt bile kurmuşlardı. Başbakanın araştırmadan konuşma huyu iyi değil hiç. Sakal, Başbakan’ın sandığı gibi bugünden çok geçmişte bir ayrımcılık gerekçesiydi. Ayrımcılığa uğrayanlar da sakal ya da bıyık K Kültür dünyamız temsil edilecek Kültür Servisi Son günlerde “Kültür ve Turizm Bakanlığı”nın 1419 Ekim tarihlerinde yapılacak “Frankfurt Kitap Fuarı”na davet ettiği bazı şair ve yazarların, AKP ve Kültür Bakanlığı’nın politikalarını gerekçe göstererek daveti reddetmeleri üzerine Fuar Ulusal Yürütme Komitesi kamuoyuna açıklama yaptı. PEN Yönetim Kurulu adına Başkan Tarık Günersel de “Frankfurt Kitap Fuarı’na katılacak yazarlar tamamen bağımsız bir şekilde PEN, Türkiye Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği, Yazarlar Birliği, BESAM, EDİSAM ve İLESAM’ın oluşturduğu Yazarlar Komitesi tarafından seçildiğini” vurguladı ve “ülkemizin edebiyat birikiminin en iyi şekilde temsil edilebilmesi içten dileğimizdir” dedi. Ulusal Yürütme Komitesi adına Müge Gürsoy Sökmen (Ulusal Yürütme Komitesi Eşbaşkanı), Enver Ercan (Yazarlar Komitesi Moderatörü), Münir Üstün (Yayıncılık Komitesi Moderatörü) ve Tanıl Bora (Konferanslar ve Bilimsel Toplantılar Komitesi Moderatörü) kamuoyuna yaptığı açıklamada “Bu büyük uluslararası platformun kültür dünyamızın sansürsüz, siyaset ötesi temsili için elde edilmiş bir hak” olduğu vurgulandı. Açıklamada vurgulanan noktalardan bazıları ise şöyle özetleniyor: “Türkiye’de yazarların, çizerlerin, sanatçıların, aydınların siyasi otoriteden tedirgin olmak için haklı sebepleri vardır. (...) Öte yandan unutmamalı ki Frankfurt Kitap Fuarı, devletler ve hükümetler arası bir organizasyon değil, yayın dünyasının bir organizasyonudur. Dünya edebiyatlarının ve kamusal düşünce üretiminin, yayıncılık deneyimleri ve piyasası aracılığıyla buluşturulduğu bir zemindir. Kuşkusuz devletler ve hükümetler (bütçeleri ve organizasyonları ile) Frankfurt Kitap Fuarı’na katılımda etkin oluyorlar; zaten kamusal bir kaynak niteliği taşıyan devlet bütçelerinden bu organizasyona pay ayrılması, bir lütuf değil, bir sosyal hak olarak düşünülmelidir. (...) Yazar örgütlerinin temsilcilerinden oluşan Yazarlar Komitesi’ne bakanlıktan ya da diğer komitelerden herhangi bir müdahale olmamıştır. Yayıncılıkla ilgili konularda Türkiye Yayıncılar Birliği, Basın Yayın Birliği, Çocuk ve İlkgençlik Kültürü ve Edebiyatı Araştırmacıları Derneği (ÇİKEDAD), Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği (ÇGYD) konularıyla ilgili kararları vermiştir. Bakanlıktan bir temsilcinin katılımıyla yönetim ilkesine göre çalışan Yürütme Komitesi’nin temel hassasiyeti, Frankfurt Kitap Fuarı’nın bir yayıncılık platformu olduğunu unutmamaktır. Benimsenen anlayış, Türkiye’nin konuk ülke olması fırsatını, asla bir diplomatikturistikfolklorik tanıtım ve güzelleme vesilesi olarak görmemek; tersine, Türkiye’nin yayıncılık deneyimini, edebiyat ve düşünce birikimini bütün yelpazesiyle görünür kılarak değerlendirmektir.” bdüllatif Şener merkez sağ bir parti kurmak için yola çıktı. Solcu bir yurttaş olarak gönlüm bu merkez sağ partinin başarılı olmasını istiyor. Böylece cemaat partilerinin yerine yavaştan da olsa sınıf partilerine doğru yol açılmış olacak. Çünkü gündem öncelikle türban, laiklik ve ordu olmaktan çıkacak, daha farklı gündemlerle karşılaşacağız. Bence bu yeni partinin önceliği, Türkiye’nin bir an önce IMF kıskacından kurtulması için çalışmak olmalıdır. Bu nedenle, IMF’nin ne olduğunu, her gün cebimizdeki paranın ne kadarının dış borç faizine gittiğini, bu parayla yapılacak yatırımların neler olabileceğini, 6 yaşındaki bir çocuğun anlayacağı gibi hepimize bir güzel anlatmaya başlamalılar. Diyeceksiniz, Türkiye’de hiçbir parti IMF’den çıkmayı öneremez, kazın ayağı öyle değil, bal gibi önerebilir ve Türkiye’nin tıpkı Brezilya gibi IMF’nin parasını bir çırpıda ödeyecek gücü vardır. Bu bir hesap kitap ve istek meselesidir. Ve emin olunuz, sadece sağ oylar değil pek çok sol oy tek bu nedenle yeni kurulacak partiye gidebilir. Yeni partinin ikinci ödevi bir Türkiye envanteri çıkarmak olmalıdır. IMF’den kurtulunca bu envanteri çıkarmak kolaylaşacaktır. Türkiye’nin nesi var nesi yok bir A AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK bilinsin. Kaynaklarının tam bir dökümü yapılsın, kendimizi bir görelim. Ülkenin uydu haritalarına dikkatlice bakalım. Şu toprağın altında neler var, neler yok? Benden söylemesi, toprak altı silme altın madeniyle kaplı, üstelik bu temiz bir altın yani sadece içinde gümüş karışımı var, çıkarımı kolay ve siyanüre çok az ihtiyaç duyuyor. Yeni parti soracak, yabancılar neden özellikle Güneydoğu’da sürekli toprak alıyorlar? Elbette bir bildikleri var, yeni partinin görevi IMF’den kurtulduğumuz için yabancıların bildiklerini Türk halkına da anlatmak olmalı. Buralarda petrol mü var? Ekolojik tarım için çok verimli topraklar mı var? Yeni partinin ilk ve en önemli işi yeni bir maden yasası çıkarmak olmalıdır. Bildiğiniz gibi dünyanın en zengin bor madeni yataklarına sahip ülkemizde bor madenini başkaları çıkarmakta, işlemekte ve IMF Al Paranı Bırak Yakamı! işlenmiş boru bize vahim bir fiyata geri satmaktadırlar. Bor ileri teknolojide kullanılan, Irak savaşı başlarında Bush’un ağzından kaçırdığı gibi çok değerli bir madendir. Ve yasa hemen değişmelidir, artık Türk sanayicisinin hem petrol hem bor çıkarmak için gerekli teknik donanımı vardır. Gelişmiş ülkelere baktığınızda öyle küreselleşme filan palavralarını pek duymazsınız, kendi madenlerini kendileri işletirler, kendi uçaklarını kendileri yaparlar. Kimse bizim gibi zenginliklerini kimselere peşkeş çekmiyor. Türkiye’nin IMF’den çıkması gerçek bir devrimdir. Bir zamanlar kendi yağıyla kavrulan, İkinci Dünya Savaşı sırasında Adalar’dan kaçan 2500 Yunan direnişçisine kendi kuru üzümünü şeker olarak ikram eden Türkiye, bu yeni devrimi de başarabilecek güçtedir. Ne düşündüğünüzü biliyorum, senin bu önerilerini ancak sol bir parti yapabilir di yeceksiniz. Doğrudur ama ülkesini seven, muhafazakâr bir sağ parti de pekâlâ bu işlere soyunabilir ve bir yeni umut olmayı başarabilir. Dünyada bunun pek çok örneği var, devam edelim, öncelikle enerji politikasının bir raya konulması gerekmektedir, çünkü enerji bir sağsol işi değil Türkiye’nin hayati bir meselesidir. Türkiye daha nereye kadar dışa bağımlı bir enerji politikasıyla yönetilebilir? Yönetilemediği gün gibi açık, elektriğe daha ne kadar zam yapabilirsiniz, doğalgaz fiyatı nerelere kadar çıkabilir? O zaman nükleer mi, rüzgâr enerjisi mi daha az maliyetli, bunun bir iyi açığa kavuşturulması gerekmektedir. Fransa’da nükleer santral sayısı 23; komşumuz Bulgaristan’ın bir nükleer santralı hemen burnumuzun dibinde. Biz de bu işi iyi bir tartıp biçelim. Çünkü enerji olmazsa hayat olmaz. Tıpkı su gibi. Daha bir yığın öneri aklıma geliyor ama yerim az. Son söz, hangi parti kurulacaksa kurulsun ama ne olur içinde türban sözü olmasın. Yeni parti vatana ve millete hayırlı olsun: Ve hep birlikte bağıralım, “IMF al paranı bırak yakamı!” isilozgenturk?gmail.com