06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 C röportaj YANSIMA OSMAN İKİZ 18 TEMMUZ 2008 CUMA Mehter takımı gibiyiz iki ileri bir geri! Alper TURGUT Oyuncu, şarkıcı, manken, fotomodel, modacı, güzellik kraliçesi ve Türk sinemasının Çirkin Kral’ı Yılmaz Güney’in ilk eşi… Nebahat Çehre, bugün 64 yaşında… O, yıllara meydan okuyacak kadar güzel, gençlere taş çıkartacak kadar enerjik bir kadın. Söyleşiyi yaparken istisnasız tüm hemcinslerinin gözü onun üzerindeydi. “Nazar değmesin” diyelim. Bir röportajınızda okumuştum, 13 yıldır hayatımda aşk yok diyordunuz... Şimdi 15 yıl oldu. Öncelikle yaş büyük dezavantaj. Hem bekâr, hem benim yaşımda ve üstelik birbirimizi taşıyacağız. Bu sayısal lotoyu yakalamak kadar zor… O defteri çoktan kapattım. Ayrıca yalnızlığı da seviyorum. Eve gidiyorum, geçiyorum televizyonun karşısına… Anlayacağınız rahatım yerinde… Birçok dostum var, onların yazlığına gidiyorum. Yeğenlerim var, yaptığım iyi şeylerden mutlu oluyorlar. Bu saatten sonra kesinlikle onların başını eğecek bir harekete girmem. Çocuk sahibi olmadığınız için pişmanlık duydunuz mu? Samsun’dan İstanbul’a geldiğimizde 5 yaşımdaydım. Anne tarafım koyu Laz, baba tarafım ise Gürcü. Dört kardeşiz, tek kız benim. Geniş bir aile… Ben babamı küçük yaşta kaybettim, onsuz büyüdüm. Çocuklar, anne ve babaları tarafından ortaklaşa yetiştirilmeli, bunu bilir, bunu söylerim. İşte bu nedenle çocuğum olmadığı için üzgün değilim. Başa dönelim isterseniz. Çok küçük bir yaşta güzellik kraliçesi seçilmişsiniz. Yıl 1960… Henüz 15 yaşındaydım. Bir arkadaşım yarışmaya katılmıştı, bana da teklif ettiler. Herhangi bir iddiam yokken Türkiye’nin Güzellik Kraliçesi oldum. 1965 yılında Türkiye’de güzellik kraliçesi seçilmemişti. Aradan 5 yıl geçmiş, ben 20 yaşıma girmiştim. Bu süre zarfında, fotomodellik, mankenlik yapmış, sinema için gelen tekliflere “evet” demiştim. Neyse… Beni dünya güzellik yarışması için apar topar ABD’ye yolladılar. Bir ay boyunca, New York, Washington ve Miami’de gezdim, dolaştım. Ancak Türkiye’den yarışmaya katılma belgesi gelmedi. “Eski güzel, yeni güzel seçilmesin” diyenler vardı, ülkem de duyarsız kaldı. Böylelikle finale çıkamadım. Pamplona, dünyanın resmi gibi RİZİN NEDENİ SPEKÜLASYON Gazeteler petrol fiyatının yarattığı şoku yazıyorlar. Yükselen sadece petrolun fiyatı değil. Altın, bakır, aluminyum’un fiyatı da iki yıldır durmadan tırmanıyor. Gıda fiyatları da öyle. Gazetelere bakacak olursak, fiyat artışlarının nedeni petrol. Oysa George Soros bile fiyat artışlarını spekülasyon diye açıklıyor. İngiltere’nin tanınmış ekonomi gazetecilerinden Evan Davies, konut piyasasında patlayacağı belli olan krizi, önceden yazıp halkı uyandırmak gerekirdi diye bir anlamda özeleştiri yaptı. Ama medya ne yazık ki yeterince duyarlı değil. Gazetelere bakın. Türkiye daha işin başında. Bazı gazeteciler mortgage kredilerinin, krize yol açabileceği uyarısında bulundular ama halkın konut sevdasıyla, gazetelerin piyasayı kızıştırma politikaları yüzünden sorun yeterince anlaşılmadı. Varsa yoksa ekonomik büyüme, borsa, tüketim. Bu şuursuz ekonomi anlayışıyla, boğaların kızgın nefesinde ölümün kokusunu duymak istemenin arasında ne fark var? ZELLEŞTIRMEDEN KAMULAŞTIRMAYA Ortaçağ zihniyeti ve talancı yeni liberal ekonomi anlayışıyla ülkeyi leş kargalarının cenneti haline getiren iktidarın yarattığı tahribatı gidermek çok zor olacak. Ekonomik kaynakları kurutulmuş, vergi toplamakta yetersiz, kasası boşalmış bir devlet ne kadar hizmet verebilir. Oysa birçok iktisatçı önümüzdeki yıllarda özelleştirilen hizmet sektörünün tekrar kamulaştırılmak zorunda kalacağı görüşünde. Bakın, Yeni Zelenda’da sağcı hükümetin özelleştirdiği demiryolları işletmesini yeni hükümet tekrar kamulaştırıyor. Geçen hafta Guardian’da yayınlanan bir karikatür ilginçti. Birinci karede George W Bush oturmuş nasıl hatırlanacağını düşünüyor. İkinci karede ise devasa bir ayak Bush’u eziyor. Bush sadece bir simge. Ezilip yok edilecek olanın Bushizm olduğunu söylemeye gerek var mı? osman.ikiz?tele2.se anki deprem bir daha İstanbul’u vurmayacakmış gibi kaygılanmadan yaşıyor insanlarımız. Ne fay hattının üzerinde oturanların, ne de memleketi idare edenlerin, Marmara’nın fokurdamasına aldırdıkları yok. TV kanalları, gazeteler arada bir konuya el atıyor ama yeterli değil. Türban ve Ergenekon’dan vakit kalmıyor olsa gerek. Rusya’nın geri gönderdiği domatesleri Türkiye’de pazara çıkardılar. Olay magazin haberi olmaktan öteye gidemedi. Gizli belgelere uzanan, savcılığa verilen ifadeleri birkaç dakika içinde öğrenen, gizli örgütlenmeler hakkında sanki örgütün personel şefiymiş gibi yazıp çizen, kimin kimle yatıp kalktığını hergün sayfalarda gözümüze sokan ya da kulağımıza haykıran becerikli gazetecilerin biri bile pazardan iki domates alıp laboratuarda tahlil ettirmeyi akıl edemedi. Türbandan, Ergenokon’dan, bel altından vakit kalmıyor olsa gerek. S K HARAÇ MEZAT SATIŞLAR İNŞALLAH GELİNİM OLUR Sinema’ya 47 yıl önce girmişsiniz. Neredeyse yarım asır… Sanatın emeklisi olmaz ama bugün sonuçta sinemadan emekliyim. 560 YTL gibi bir maaş alıyorum. Bunca yılın, deneyimin, oyunculuğuma katkısı var. “Allah’ım her yaşta oynayacağım” diyorum hâlâ kendime… Sinema beni aşırı heyecanlandırıyor. Benim asıl tanınmamı sağlayan film, 1962’de ödül de aldığım Metin Erksan’ın “Acı Hayat”ı idi. Bizim jenerasyon çok çekti. Yokluklar içindeydik. Şimdi makyözü, kuaförü, sanat yönetmeni ve şoförüyle sinema tam bir ekip işi haline geldi. Artık herşey dört dörtlük... Biz eskiden giyinmek için tanımadığımız insanların kapısını çalardık. İthal edilen filmler ateş pahasıydı ve boş yere harcamamak adına bırakın denemeyi, bir çektiğimizi bir daha çekemezdik. Yok, senet kırdır, yok ona buna borçlan. Zaten birkaç oyuncu dışında kimse sinemadan para kazanamadı ki… Yılmaz Güney ile ilk ne zaman tanıştınız? Yılmaz Güney’le tanıştığımda 1964 yılıydı. Televizyon Film yazıhanesinde karşılaşmıştık. “Çirkin Kral” sıfatını almamıştı henüz, hatta ondan daha meşhurdum diyebilirim. Aramızda bir elektriklenme oldu. Yaşanan platonik bir şeydi. Kısa bir flört sonra zaten ayrılık. Hem yaşım daha küçüktü, 19’umdaydım. Sonra o, bir sene içinde ünlendi, Çirkin Kral’a dönüştü. Lafı uzatmayayım. Osmaniye’de “Dağların Oğlu”nu çekiyorduk. Yılmaz, beni annesiyle tanıştırdı. Anaoğul Kürtçe konuştular aralarında… Sonradan öğrendim ki; “Beyaz bir pamuk gibi… İnşallah gelinim olur” demiş. 1966’da nişanlandık. Sonra da düğün… Hayır. Benden önce birlikte yaşadığı bir hanım (Can Ünal) vardı. Baktım kadın 4 aylık hamile. Bu olay benim görüşüme ve vicdanıma ters… Yılmaz’a “çocuk doğsun öyle ver kararını” dedim. Kabul etti. Elif Güney Pütün doğunca ona bir ev ve dadı tutuldu. Yılmaz, “ne olursa olsun, ben seninle evlenmek istiyorum” dedi. Taksim’de bir binanın 5. katına yerleştik, annemle oturduğumuz evden çok da uzak değildi. 30 Ocak 1967’de evlendik. Yılmaz Güney’in kafanızdaki bardağa ateş etme hikâyesini dinlemek isteriz. Yılmaz, tam bir av meraklısıydı. Bazen beni de ava götürürdü. Hatta ateş etmeyi bana o öğretmişti. Müthiş keskin bir nişancıydı. Havaya bozuk para atar, ortasından vururdu. Örneğin Erol Günaydın’a, Erol Keskin’e boş bira şişelerini tutturur, sonra ateş ederdi. Garibim Erol Günaydın, karanlıkta asla yatamayan adam elinde bira şişesinin sapıyla kalıverirdi. Herkesin diline düşen, meşhur olay, Anadolu yakasında bulunan Kalkavanlar’ın villasında yaşandı. Film çekiyorduk. Yılmaz tutturdu, “başının üstüne bardak yerleştirip nişan alacağım” diye… Bilen bilir, filmlerde bu iş genelde fünyeyle yapılır. Ancak Yılmaz bu, laftan anlamıyor, illa ki Giyom Tel gibi kafamın üzerindekini vuracak. Baktım olmuyor, kaçış yok, “ya öleyim, ya kurtulayım” dedim. Yılmaz, bardağı başımın üstüne koydu, soğukkanlılıkla nişan aldı ve ateş etti. İlk iki atışı boşa gitti. Ve üçüncüsünde tam isabet… Bardağı vurdu, tuz buz etti. Sonra çekim devam etti. Bir iki adım attım, tespihi avuçlarına bıraktım. Ardından çığlığı bastım. 49 kiloyum, dal gibi inceyim, tir tir titriyorum. Halimi görünce “sen de bana ateş et” dedi. Kıskançlık yapar mıydı? “Seni ordunun içine sokarım” derdi. Sonsuz güvenirdi bana… Mesela mini etek modaydı ancak ben diz altı giyerdim. Hiç konuşmamıştık ama giymemi istemediğini bilirdim. Tek isteği eve geldiği zaman kapıyı benim açmamdı. Tertemiz ve iyi kalbi vardı. Şık ve hoştu. Kaba ve zarifti. Fotoğraflarıyla alakası yok, Yılmaz çok yakışıklı bir adamdı. Güzel gülerdi, gözleriyle, dişleriyle gülerdi. Eve mutlaka çiçekle gelirdi. Zamanla ilişkimiz yıpranmaya ve bize zarar vermeye başlamıştı. 1968’de de bitti. Ancak Yılmaz askerliğini yapmaya Sıvas’a gidince onu yalnız bırakamadım. Mali işlerimize bakan Abdurrahman Keskin de yanımdaydı. Evlilik bitince sinemacılar, onun böyle bir şeyi zin yanınızda bu nasıl olur?” dedim. Israr edince “Kırmızı gülün alı var”ı söyledim. Beğendi, “müthiş” dedi. Sonra işi sıkı tuttum, müziğe ciddiyetle sarıldım. En iyi hocalardan dersler aldım ve 1970’de sahneye ilk adımımı attım. Ta ki 1976’da ikinci evliliğimi yapana dek… İkinci evliliğiniz de pek uzun ömürlü olmadı sanırım… Yavuz Demir ile 6 yıl nişanlı kaldıktan sonra 1976’da evlendik. (Eski Galatasaraylı milli basketbolcu Yavuz Demir, iki yıl önce kanser nedeniyle yaşamını yitirdi. Nebahat Çehre, 5 kez evlenen Demir’in üçüncü eşiydi) O dönem sahneyi bıraktım, camiadan uzak kaldım. Kendimi evin dekorasyonuna verdim. Eskiden mankenlik yaptığım için modayla da uğraştım. Ticaretten anlamadığım, kârsız mal satmamla ortaya çıktı. Olmayınca olmuyor, 1979’un sonunda evlilik bitti. Yılmaz Güney ve Yavuz Demir. İki zıt kutuptular. Benim yapımdaki sevmezse devam edemez. Sevgi değil, evlilik seçimlerim yanlıştı. Yani sevgimi dolu dolu yaşadığım için asla pişman olmadım. İlişkilerim beni olgunlaştırdı. İnsanlara ve hayata bakışım tümden değişti. Evlendim yalılarda yaşadım, boşandım kimseden hiçbir şey almadım. Çünkü arkama dönmek istemiyordum. Sonuçta azla da yetinmesini bildim. İnsanı mal, mülk, mutlu veya mutsuz etmemeli. Hayatım boyunca mesuliyetler aldım, kimsenin sırtına basmadım. Bugün 4. Levent TRT Basın Sitesi’nde 120 metrekarelik bir dairem var. Bana yetiyor. Sıra 1980’li yıllara ve insanlar tarafından tekrar keşfedilmenize geldi. Sinemada seks furyası sürüyordu ve ben onun içinde olamazdım. Yeniden sahneye çıktım. Ama devir değişmiş, izleyicidinleyici, seyirciye dönüşmüştü. 1991’e dek sahnede şarkı söyledim. Ekonomik açıdan güçlenmiştim, bir gecede sahneye veda ettim. Sinema için istediğim şartlar oluşmuyordu. Sonra Selim İleri’nin “Yedikuleli Mihriban” adlı dizisi için teklif aldım ve böylelikle benim için beyazperdenin ardından TV dizileri dönemi de başlamış oldu. Yepyeni bir yüz olarak ekranlardaydım artık… 2004 yılında, kuvvetli bir kadın karakteri canlandırdığım “Haziran Gecesi” ise benim tekrar tanınmamı sağladı. Ufukta yeni bir proje var mı? Aşkı Memnu adlı diziye 1 Ağustos’ta başlayacağız. (Bu onun yer aldığı 105. yapım olacak) Aslında Aşkı Memnu, 34 yıl önce TRT’de yayınlanan Türkiye’nin ilk yerli dizisi. Yazarı Halit Ziya Uşaklıgil… Yöneten ise Halit Refiğ… Başrollerde Neriman Köksal, Müjde Ar, Salih Güney ve Şükran Güngör oynamıştı. Biz, eseri bugüne uyarlayacağız. Halit Ziya Uşaklıgil ve Halit Refiğ demişken sizin de rol aldığınız 1965 tarihli “Kırık Hayatlar”ı sormak istiyorum. TRT, geçen gün filme sansür uygulamış, Cüneyt Arkın ile olan öpüşme sahnelerinizse sansürlenmiş. Kırık Hayatlar bir başka Uşaklıgil kitabı ve uyarlayan yine Refiğ idi. 43 yıldır sansürlenmeyen yapım, günümüz Türkiye’sinde halkın tutucu kesimi yüzünden kesintiye uğradı. Türkan Şoray kanunları hüküm sürüyor. Ancak dikkatimi en çok çeken şey ise filmin en can alıcı bölümlerinden biri olan muayene sahnesinin özel bir teknikle yok edilmesiydi. Bunun adı sanat, sadece ve sadece senaryonun gerekliliklerine uyulmalı. Ne hikmetse bunlar bizi kasıyor. Anlayacağınız mehter takımı gibiyiz. İki ileri, bir geri... “Ormanları da satacağım’’ diyor maliye bakanı. Aman acele etsin. Elinde kalır sonra; kıyamete beş var. Talan ekonomisinin son turfanda satışları bunlar. Dünya ekonomisinin hali İspanya’da Pamplona kentindeki, vahşetten başka birşey olmayan festivali andırıyor. Yularlarından salıverilmiş azgın boğalar ile sürü halinde koşuşturan insanlar. Boğalar önüne çıkanı deviriyor. Çıldırmış kapitalizm de boğalar gibi. Azgın boğaları, canını kurtatmak için kaçışanları ve yerlerde kan revan içinde yatanlarıyla Pamplona kenti, dünya ekonomisinin alegorik bir resmi gibi. ABD’de iki büyük finans kuruluşu batma noktasına geldi. Fannie Mae ile Freddie Mac’ı kurtarmak için ABD Merkez Bankası kesenin ağzını açtı. Kriz aslında yeni değil. İngiltere’de, Northern Rock da böyle kurtarıldı. Konut kredilerinin geri ödenmemesi yüzünden başlayan krizin giderek derinleşeceği yolundaki görüşler yaygınlık kazanmakta. Kimilerine göre bu kriz 1929’da ABD’de borsanın çöküşüyle başlayan krizden daha derin. Ama bu arada zenginler daha da zenginleşiyor. Piramidin tepesindekilerin cüzdanları şiştikçe, aşağıdakiler daha da yoksullaşıyor. Ö Baykal Saran Bu yıl Baykal Saran adına düzenlenen “En İyi Oyuncu Ödülü”ne, (ADT) sanatçıların dan Durukan Ordu değer görüldü. Baykal Saran Tiyatro Ödülü Durukan Ordu’ya ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) İki yıl önce yaşama veda eden tiyatro sanatının duayen isimlerinden Baykal Saran adına düzenlenen “En İyi Oyuncu Ödülü”ne, bu yıl Ankara Devlet Tiyatrosu (ADT) sanatçılarından Durukan Ordu değer görüldü. DT’den yapılan yazılı açıklamaya göre, DT Genel Müdürü Lemi Bilgin, tiyatro eleştirmeni Atila Sav, tiyatro sanatçısı Selçuk Yöntem, Baykal Saran’ın kardeşleri Gülen Saran ve Erkal Saran’dan oluşan Baykal Saran Tiyatro Ödülü Seçici Kurulu, Erhan Gökgücü’nün yazıp yönettiği “Giordano Bruno” oyunundaki rolüyle Durukan Ordu’yu, 2007 2008 sanat sezonunda “En İyi Oyuncu” seçti. Ordu, 10 bin YTL’lik para ödülünün de sahibi oldu. istememesine karşın Yılmaz’dan yana tavır koydular. Bu yüzden uzun bir süre film çeviremedim. Ekonomik sıkıntı içindeydim. Sonra şans bana güldü, sinemaya tekrar döndüm ve filmler peşi sıra geldi. İki yılda 36 filmde rol aldım. Şimdi geriye dönüp baktığınızda, ‘evet, bu evlilik bitmek zorundaydı’ diyor musunuz? İlişkimiz yürümezdi, süremezdi. Çünkü bir kez korkuya dönüşmüştü. Yılmaz, tipik koç burcu, fevri ve son derece tehlikeli bir adam. Öfkesi bir anda patlar ve hemen sönerdi. Ancak ölene dek hep yanımda oldu. Sarılık geçirdim, hastaneye koştu. Başım ağrısa Hızır gibi yetişirdi. Yılmaz bana çok şey kattı. O benim okulumdu. Paris’e her gittiğimde kızı Elif Güney ile buluşuruz ancak Pere Lachaise’deki mezarını ziyaret edemedim. Sahneye çıkmaya nasıl karar verdiniz? Ne mutlu ki Zeki Müren sayesinde… Kumsalda Zeki Müren ile yürüyoruz, yanımızda da İsmet Ay var. Bana neden sahneye çıkmadığımı sordu ve ardından ona şarkı söylememi istedi. Utandım, “Si Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü Kültür Servisi Özel Notre Dame de Sion Fransız Lisesi, Fransa ve frankofon ülkelerle Türkiye arasındaki kültürel alışverişe ve sanatsal etkinliklere katkıda bulunmak amacıyla her yıl ‘Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü’ verecek. Kurumsal bir gelenek haline getirilecek olan ‘Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü’, ilk olarak 2009’da bir Türk yazara verilecek. 2010’dan itibaren de her yıl bu ödül Türk vatandaşı veya Türkiye’de oturan bir yazara ya da yapıtı Türkçe’ye çevrilmiş bir frankofon yazara verilmesi düşünülüyor. Yazar, gazeteci ve öğretim üyesi Notre Dame de Sion mezunlarından oluşan dokuz kişilik bir seçici kurulun yapacağı değerlendirme nisan ayında sonuçlanacak. Son iki yılda yayımlanmış, düzyazı niteliği taşıyan roman, anlatı, öykü, deneme, günlük yazı, masal, biyografi vs türlerinde yapıtların kabul edileceği ‘Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü’ne katılmak isteyenlerin yapıtlarını [email protected] adresine 15 Temmuz 2008’e dek göndermeleri gerekiyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle