Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 C Osman Çutsay’la “Şerefsiz Osmanlı’ya Dönüş”... kitap KULE CANBAZI SUNAY AKIN 23 MAYIS 2008 CUMA ‘Dibe vurduk, evet...’ ortaya çıkınca, bizimle Lozan’a oturdular. Türkiye gericiliği, bu kuruluşu bir yenilgi olarak göstermekte kararlıdır. Madem öyle, biz de onun önemli bir başarı ve bir dostluğun ürünü olarak görmek zorundayız. Emperyalizmin Türkiye’den ne kadar nefret ettiğini görmek isteyenler, sadece ABD’nin izlediği politikalara değil, AB’den son dönemde sürekli öne sürülen “çok büyüksünüz, sizi hazmedemeyiz” uyarılarına da kulak vermek zorunda. Batı’nın egemen sınıfları bizden hep nefret etti. Tek yolumuz var o halde: Kendimizi zor kullanarak kabul ettireceğiz. Osmanlıcılık açık bir ihanettir. AKP hükümetleri, bütün yardakçılarıyla birlikte bir ihanet senaryosuna karşılık geliyor. Cumhuriyetin varlığını 1917’ye bağlıyorum, evet, ama kuruluşumuzun onun doğrudan ürünü olduğunu söylemiyorum. Bir yan ürünüz. 1923 Türkiye Projesi, 1917’nin değiştirdiği yeni bir dünya düzenini ilk fark eden Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, yani Türkiye aydınının ürünüdür. Kuruluşumuzu kolaylaştıran bu dış dinamik, bütün sonuçlarıyla ortadan kalkmışsa, Türkiye’nin eski haliyle devamını hiçbir emperyalist başkente kabul ettiremezsiniz. Söylediğim bu. emperyalizm Türklerin ve Kürtlerin tozunu çok rahat atardı. Türkiye’deki ulusal demokratik devrim, bir sosyalist devrimin desteğiyle yerleşti yani. Trajik olan, bu aydınlanma cumhuriyeti yönetiminin, kısa sürede, Ekim Devrimi düşmanlarının eline geçmesi ve 1945 sonrasında da açıkça ABD’ye satılmasıdır. Neyse... Tarihimiz Marksizm olmasaydı yazılamazdı dedim, ama elbette 85 yıllık tarihimiz üzerine yazılmış bir şeyler olurdu, sadece biz onlara, bilimlerin anası sayılan tarih bilimi içinde yakışır bir yer bulamazdık. Ortalıkta vakanüvis mi yok? Ama bu, çok önemli değil; önemli olan, 1923 Projesi’nin özgünlüğü... Özgündür, çünkü hiçbir aydınlanma devrimi diğerine tıpa tıp benzemez. Hepsi özgündür. Bir şey, çok doğrudur: Kimilerinin saklamak istediği kavramlarla değil, doğru kavramlarla konuşursak, Türkiye’nin gerisinde, 200 yıla yaklaşan bir demokrasi mücadelesi değil, bir aydınlanma mücadelesi var. Bunlar bir ve aynı şey değildir. Geçen yüzyılın başında, aydınlanma çabamızın somutlaşması için, komşu bir ülkede, dünyanın altıda birini oluşturan bir bölgede, Rusya’da, tarihin en büyük devriminin gerçekleşmesini bekledik. Türkiye’nin kurucu babaları, bu tarihsel olanağı kullanarak, Anadolu’nun makus talihini kırmışlardır. O fırsat kullanılmasaydı, bugün Irak, İran, Mısır, Cezayir gibi yerlerde sürünüyor olurduk. Demek ki aydın potansiyelimiz, aydın inadımız, başka coğrafyalardan yararlanacak ve hatta başka âlemleri etkileyecek kadar güçlüymüş. Aydın malzememizde büyük eksiklik olduğuna hiç inanmadım. Gerilemelerimiz, başarısızlıklarımız, yenilgilerimiz oldu tabii, ama aydın, sonuçta nitel bir kavramlaştırmadır. Sayısına ve halkla kurduğu ilişkiye bakarak falan tanımlayamayız. Türkiye Cumhuriyeti tarihi, özgündür elbette, ama kopukluk anlamında bir aşırılığın ürünü değildir. Bir devamlılık da içerir, bu anlamda, sosyalist bir deneyimin özelliklerini gösteremez. Eski rejimle bir biçimde uzlaşır; bu, sosyalist deneyimlerde mümkün değildir. Ana hatlarıyla bir aydınlanma çıkışıdır 1923; daha bilimsel bir tabirle bir burjuva Batı var. Orta Avrupa’da görece sakin yaşanan, ama Balkanlar ve Doğu Avrupa’da çok kanlı geçen, Irak’ta açıkça gördüğümüz bir süreç de işliyor. SSCB sonrasında Türkiye’ye destek anlamında hiçbir dış tutamak noktası yoktur. Bütün emperyalist başkentlerin çekmecelerinde, yeni dünya düzeninde küçültülecek Türkiye’nin yeni haritaları yer alıyor. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş ilkelerinden uzaklaştırılacak, sol düşmanı iki faşizan milliyetçi ve dinci, elbette de “ekonomik liberal” ülke halinde bölünecektir. Zaten şu BakuCeyhan boru hattının başka bir anlamı da yok. Bir iç sınırdır. Bu trajediyi egemen Türk siyaseti bizzat hazırladı. Ama... İlk direniş anıtı!.. gazetesinin adının, ders kitaplarına yazılmayarak unutturulmak istenilmesi, direnişin devam ettiğinin kanıtı değil midir? Ne var ki, insan hakları savunucularının çoğu da, Hasan Tahsin’in “İnsan Hakları” adlı bir gazetesi olduğunu bilmezler. Bu yüzden, her 15 Mayıs günü, Konak Meydanı’ndaki Hasan Tahsin heykelinin önünde düzenlenen anma törenine yalnızca “protokol” katılır. Sahi, düşünce özgürlüğünü, insan haklarını savunan kaç insan bir karanfil bırakır, Hasan Tahsin’in heykelinin önüne?.. Ders kitaplarında ne Hasan Tahsin’in gazetesinin adına yer verdiler, ne de onun bir tek yazısına. Ama biz de, işgale karşı direnişi başlatanın bir gazeteci olduğunu bildiğimiz halde, onun bir tek yazısını olsun merak ettik mi?.. Eminim, bu yazıyı okuyanların çoğu, Hasan Tahsin’in bir yazısıyla birazdan ilk kez karşılaşacaktır. Tarih, 22 Mart 1919… Hasan Tahsin’in “Alt Tabaka” başlıklı yazısından bir bölüm: “Umumi olması lazım gelen mektepler bile patronların çocuklarına mahsustur. Fakir, sabahtan akşama kadar kızgın güneşin altında çalışır, didinir. Fakat bu kadar say ve gayretiyle beraber ailesini yine bihakkın terfih edemez. Ve çocuğunun mesaisine de muhtaç olur. O sebepten çocuklarını da tarlada, yahutki dükkânda çalışmaya çabalamaya sevk eder ve nihayet çocuklar tahsil çağını geçirirler. Bu suretle cahil kalanlar adedi, ekseriyeti teşkil eder.” ARALI EĞİTİME KARŞIYDI Hasan Tahsin’in paralı eğitime karşı olduğu açıkça belli oluyor yazısından. Öyleyse, paralı eğitime karşı olan öğrencilere vurulan her tekme, atılan her yumruk Hasan Tahsin’in düşüncelerine de uygulanan şiddettir. Ne var ki, fırsat eşitliğini ortadan kaldıran paralı eğitime haklı olarak karşı çıkanlar da, Hasan Tahsin’i tanımamaktadırlar. İzmir, Konak Meydanı’nda “İlk Kurşun” anıtı vardır. Bu heykelde Hasan Tahsin, elinde tabanca tutarken görülür. Heykelin adını silin, bir çete üyesinin adını yazın.. hiçbir şey değişmez. Çünkü bu ülkede Hasan Tahsin’in düşüncesine değil, tabancasına sahip çıkılıyor. Düşüncesine sahip çıkması gerekenler de ne yazık ki, Hasan Tahsin’in asıl adının “Osman Nevres” olduğunu dahi bilmiyorlar! ANTİEMPERYALİST BÜYÜME... Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan işgal askerleri saat kulesini geçerek, Kemeraltı’na doğru yöneldiler. Kemeraltı Caddesi’nin Konak Meydanı’na açılan köşesinde bulunan Askeri Kıraathane’nin önünde duran koyu renk elbiseli adam, elini beline attığında, bulutlar iyice kararmış, yağmur ha yağdı ha yağmak üzereydi… Efzon askerlerinin önünde, atın üstünde ilerleyen Teğmen’in elinde ucu yere kadar değen kocaman bir bayrak vardır. Duyulan kurşun sesiyle birlikte bayrağın tamamı serilir yere. Şaşkınlığını atlatan işgal askerlerinin karşılık vermesi üzerine koyu renk elbiseli adam, işgale karşı ilk kurşunu sıktığı yerin 150 metre ötesinde öldürülür. Görgü tanıkları, bağımsızlık uğruna canını veren adamın koskoca orduyu metrelerce kovaladığını anlatırlar. 15 Gamze ERBİL erefsiz Osmanlı”ya Dönüş, Cumhuriyet Hafta’da yayımlanan yazılarınızdan derlenmiş. Yazıları neye göre seçtiniz? Dönemin özelliği nedir? Evet, kitabın temelini, 2000 yılından bu yana her hafta, Cumhuriyet Hafta’da yayımlanan yazılarım oluşturuyor. Sonraki kitaplarda daha geniş çalışmalar da girecek içine... Dönem, Türkiye’nin de bitirilme sürecine girdiği yeni bir dünya düzeninin, Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) pratiğe damgasını vurduğu bir dönemdir. Avrupa’nın mali başkentinden, önce ekonomideki gelişmeleri siyasetle ilişkilendiren analizler yazmaya çalışarak başladım. İlericiler, her anı derinlemesine analiz ederek ve bu analizleri de paylaşarak yaşamak zorunda olan insanlardır. Geçmişle değil, şimdiki zamanla yaşarlar. Bu kitap, içinden geçtiğimiz acılı sürece sadece tanıklık etmiyor; bir müdahaleyi irdeliyor ve çözüm önerileri de içeriyor. Bize neleri reva gördüklerini ve göreceklerini birinci elden irdelemek zorundayız; önerilerimizi de her gün yeniden ve yeniden ortaya koymalı, tartışmalıyız. Kitaba temel oluşturan tezlerden biri, “1923 projesinin emperyalistlerce kabul görmediği” tezi... Türkiye Cumhuriyeti’nin hep kapitalist sistem içinde kaldığını, kalma tercihi yaptığını ve bunun karşılık bulduğunu biliyoruz. Bu değerlendirmenizi neye dayandırıyorsunuz? Türkçüler, Kürtçüler, Osmanlıcılar, her türden liberal... Bunlar bize hep bir “anomali” olarak baktılar. Türkiye, doğmaması gereken bir çocuktu. İlhan Selçuk’un gerçekten mükemmel vurgusuyla, “Bunlar bizi hiç istemedi, ama biz yine de yaptık, Türkiye’yi kurduk”... Türkiye’nin sadece ilericileri, devrimcileri, bu ülkenin bir anomali olmadığını, bir tarihsel haklılığın ürünü olduğunu ileri sürebildi. Yani, uzantılarıyla birlikte 19191922 arasında sürdürülmüş savaşların ertesinde, emperyalist merkezlerin bize bir ülke bahşettiğini düşünmek doğru olmaz. Bugün Türk ve Kürt gericiliği, özellikle Osmanlı hayranı uşaklar, Türkiye’nin bir hediye olduğu görüşündedir. Lozan ise Sevr’den pek farklı değildir. Bunların Türkiye düşmanı olması normal, bunlar her zaman Sovyetler Birliği düşmanıydı. Türkiye düşmanlığı SSCB düşmanlığıydı ve SSCB düşmanlığı her zaman Türkiye düşmanlığı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babaları kapitalist bir yol seçmiştir son tahlilde, doğru, ama yeni yeni yazılmaya başlanan devrim tarihimiz, bu yolun hiç de öyle kolay olmadığını gösteriyor. SSCB, bu yanlış seçimin, kapitalist yolun, Türkiye’ye çok pahalıya mal olmasını, ülkemizin dağılmasını önleyen bir dış dinamikti. Yani, Türkiye’nin, kuruluşundan birkaç on yıl sonra emperyalist merkezlerin istekleri doğrultusunda yeniden kırpılmasını engelleyen, SSCB’dir. Ermeni sorununda hâlâ Türkiye’nin en büyük kozu Sovyet ve Ermenistan Sosyalist Cumhuriyeti arşivleri. O ülke, bütün sonuçlarıyla tasfiye edilince, Türkiye’ye de eski faturalar çıkarılmaya başlanmıştır. Şimdi iç dinamik çok daha önemli olmuştur. Ama Türkiye aydınlanması, bu ülkeyi savunacak ve geliştirecek bir emekçi sınıf cephesi ile derinlemesine düşünebilen, kavgacı bir aydın kategorisi de yaratmıştır. Medyada bu olgulardan hiç bahsedilmemesine aldırmayalım. Bu, eski dış dinamiğin sağladığı kolaylıkları içeriden dengeleyebilecek bir olanaktır. 1923’ü dünya emperyalist sistemi “çarnaçar” sineye çekmek zorunda kaldı. Ekim Devrimi’nin yerleşiklik kazandığı “Ş ‘MÜTAREK İSTANBULU’ VahdettinDamat Ferit çizgisi ile Abdullah GülTayyip Erdoğan çizgisi arasındaki süreklilikten bahsediyorsunuz. Bunu da biraz açabilir miyiz? Türkiye bugün artık “Mütareke İstanbulu” konumundadır. Yöneticiler de birer Vahdettin veya Vahideddinile Damat Ferit kimliğine sahiptir. Bunlara, bu Osmanlı’ya, “şerefsiz” veya “onursuz” sıfatını yakıştıran ben değilim, dönemin emperyalist ülkelerindeki egemenlerin bize bakışıdır. Ben yinelemiş oluyorum. “Boğaziçi’ndeki hasta adam”, er ya da geç bu sıfatlara da hak kazanacaktır. Söylediğim şey şu: Ne Abdullah Gül ne de Recep Tayyip Erdoğan, Cumhuriyet Türkiye’sinin nimetleriyle yetiştikleri halde, bu ülkenin kurucularını “hayırla” yad etmezler. Hayırla yad ettiklerini söylüyorlarsa, hadi başka türlü ifade etmeyeyim, “doğru söylemiyorlar” demektir. Bunların hepsi Osmanlı hayranı ve modern Türkiye’nin düşmanı olarak yetiştirildi. Gazi Mustafa Kemal’in Nutuk’ta, bu soysuz hanedana layık gördüğü ifadelerin yanından bile geçemezler. “On birinci reisicumhur”, birinci “reisicumhur”un ifadelerinin ancak ve ancak tam tersini kullanabilir. Bunlar, Nutuk’u kendilerine bir küfür sayarlar. Haklıdırlar da. Gericiye, “Neden gericisin?” diye soracak halimiz yok. Mücadele edeceğiz. Ama asıl önemlisi ve benim gelmek istediğim nokta şu: Türkiye devrimcilerinin her birinde, Vahdettin istesinler istemesinler, bu devrim defterinden önemli parçalar var. demokratik devrimidir. Bu tür Türkiye devrimcileri, en eleştirel devrimler de hiç tamamlanmazlar. bakanları bile, damarlarında şu ya da bu ölçülerde Mustafa Kemal’in kanını EHLİKELİ” ŞİFRELER taşıyorlar. Bunu reddedenleri, ne entelektüel açıdan ne de devrimcilik açısından ciddiye alabiliriz. Ama 1923 Projesi, bütün kurucuları yeminli buradan, “asrı saadet”e dönüş sosyalizm düşmanı bile olsa, ki programı da çıkmaz. Türkiye ileri değildirler, sosyalizmle bağlantılı ve sıçramazsa, biter. Zaten bitiş sürecinin onun bir yan ürünüdür. Genlerine içindeyiz. Kitap bu süreci açımlıyor. işlemiş bu “tehlikeli” şifreler, Türkiye Cumhuriyeti’ni ve tarihini kurucuların niyetlerinden bağımsızdır; Marksist analiz araçlarıyla somut tarihsel koşulların ve değerlendirmek çoğu zaman etkileşimlerin ürünüdür. O nedenle indirgemecilik ya da bu sürece aşırı benim için dincilerin ve onların “özgün”lük atfetmek gibi sonuçlar müttefiki milliyetçilerin sollu sağlı her verdi. Tüm özgün niteliklerine türden liberalle birlikte hastalıklı bir rağmen 1920’ler süreci bir burjuva “Kemalizm” düşmanlığında devrimi değil mi? Burada hassas ortaklaşması, şaşırtıcı değildir. olunması gereken sınır nasıl Washington, Paris, Londra veya Berlin belirleniyor? gibi başkentler, “Kemalizm” başlığı Marksizm olmasaydı, ciddiye altında özetlenebilecek bir Türkiye alınabilir ölçülerde yazılmış bir aydınlanmasını sevmemekte, ona cumhuriyet tarihimiz de olmazdı. 1917 alerjik tepkiler göstermekte Ekim Devrimi olmasaydı, bugünkü kendilerince haklıdır: O emperyalist Türkiye Cumhuriyeti de olmazdı. merkezlerin bize uygun gördükleri “Olurdu” diyenlere, kendi payıma anlaşmaları yırtarak bu ülkeyi kurduk. ancak gülüyorum. Sevres’de Fakat bu yırtma eyleminde en büyük öngörülen bir şey olurdu tabii. Ama gücü, dünyadaki ilk sosyalist ülkenin ben, Lenin’in gönderdiği söylenen uluslararası arenaya getirdiği yeni altın tenekelerinden falan söz siyasi harita ile elde edebildik. SSCB, etmiyorum. Onlar değildir, yaşadıkça, Türkiye’nin tarihsel Türkiye’deki aydınlanma girişimini haklılığını sorgulayıcı, onu sarsıcı başarıya ulaştıran. Onlardan çok daha hiçbir zemine izin vermedi. Bugünkü önemli başka bir şey var: Ekim trajedimiz burada: Eğer kuruluşumuzu Devrimi, uluslararası yerleşikliği altüst ve hatta yaşamımızı borçlu olduğumuz ederek, emperyalist sistemi felç ederek bir dış dinamik artık bulunmuyorsa, Türkiye’nin kurucu babalarına dünyanın efendileri bize bundan böyle kendilerinin bile inanmakta güçlük neden tahammül etsinler ki? Türkiye, çektiği bir tarihsel fırsat tanıdı. Bu bu desteğini 19891991 dönemecinden fırsatı ilk kullananlar, Sovyetler Birliği itibaren tümüyle yitirdi. O nedenle ile dostluğa hep önem verdiler. O ülke karşımızda, dinciler, milliyetçiler ve olmasaydı ve yaşatılamasaydı, onların altyapısını oluşturan liberal Bir kaçınılmaz kaderden söz eder gibisiniz. Bu durumda hiç şansımız bulunmuyor sanki... Hayır, hayır, kendimi doğru ifade etmek isterim: Sonuçta, ben de bu planların hepsini yırtabilecek bir gizilgücümüz olduğuna inanıyorum. Türkiye aydınının ve emekçi halkının, sıfırlanamayacağını biliyoruz. Söylemek istediğim, ondan bir adım daha ileride: Emperyalist planları yırtmış bir siyasetin, bir siyaset sınıfının, kuramsal inadın, bir pratiğin ve bir dilin, kısaca Türkçenin, sadece Anadolu’ya sığmayacağını eklemeliyim. Eğer bu badireyi atlatırsak, sadece emperyalistkapitalist dünya sistemine çok şaşıracağı bir darbe indirmiş olmakla kalmayız. Bu durumda gücümüz bugünden görülebilecek olanın ötesine geçer, çok büyür. Milliyetçi, dinci, liberal, kısaca emperyalist bir büyümeden değil, elbette sol yönelişli, antiemperyalist bir büyümeden söz ediyorum. Baştaki sorunuza gelirsek: Türkiye, ya 85 yıl önce başladığı işi sosyalist bir yönelişle yeni bir aşamaya çeker ya da hep birlikte yerle yeksan oluruz. Burada bir sınır görmek mümkün değildir. Şu kadarı burjuva, şu kadarı sosyalist diye bir sınır, kuramsal olarak bile mümkün değil. Ne LK KURŞUNU SIKAN GAZETECİ Cesedi parçalanan o adam bir gazetecidir. Adını eminim ki, hepiniz biliyorsunuzdur: Hasan Tahsin!.. İlkokul sıralarında ezberlettiler bizlere “Hasan Tahsin” adını. Onun bir gazeteci olduğunu da öğrettiler. Ama, hiç merak ettiniz mi; ilk kurşunu sıkan gazeteci, hangi gazetede yazıyordu?.. İşte, bizlere anlatılanlarda bu bilgi yoktur. Olamazdı, çünkü Hasan Tahsin’in başyazarı olduğu gazetesinin adı “Hukuku Beşer” yani “İnsan Hakları”dır. Orhan Asena şöyle konuşturur Hasan Tahsin’i bir şiirinde: Ne laflar edilmiş hukuku beşer üstüne, ne laflar etmişim. Ne laflar etmişim de son sözümü bu güne bırakmışım. Hak, özgürlük, kardeşlik, Bir güce dayanmayan tüm savların içine tükürmüşüm Bir söz var kulaklarımda tok bir ses Sen başla, bitiren bulunur. Nurdoğan Taçalan, Hasan Tahsin’i anlattığı kitabına şu anlamlı soruyla son verir: “Türk Kurtuluş Savaşı bitti mi? Yoksa hâlâ devam ediyor mu?” Öğrencilere, memurlara alanlarda uygulanan şiddete, düşünce özgürlüğünü savundukları için yargılanan yazarlara, cezaevlerindeki uygulamalara bakarak, bu alanda bir insan hakları savunucusunun başlattığı direnişin bittiğini hiç kimse söyleyemez. Hasan Tahsin’in İ P Damat Ferit “T olacağımızı, yani istikbalimizi okumak isteyenler, Yugoslavya veya Irak’a baksın. Oralarda geleceğimizle ilgili çok fazla ipucu bulunuyor. Oraya itiliyoruz. AKP’nin varlığı, bizi sözünü ettiğim o iki ülkeye daha da yaklaştırmaktan başka bir anlam taşımıyor. Dibe vurduk, evet. Dağılmamız büyük ihtimaldir. Bu ihtimalin gerçekleşmesini engelleyecek olan ise özellikle son 40 yıldaki büyük sol çıkışımızın yarattığı aydın kadrolardır. Zaten herkesin saldırdığı da onlar. Solu Kemalizmle, Kemalizmi solla buluşturma çabanızın nedeni nedir? Türkiye solunun farklı dönemlerinde Kemalizmle ilişkiler farklı biçimlerde öne çıktı, ağır biçimde köprüler atıldı, kimi zaman sağlıksız yakınlaşmalar oldu... Tüm bu dönemlerin kısa bir değerlendirmesi ve bugün bu ilişkinin neden böyle tarif edildiği üzerine görüşleriniz... Bu sorunuza tek cümleyle yanıt vermek isterim. Türkiye devrimcilerinin, Türkiye ilericiliğinin Mustafa Kemal veya Kemalizm gibi bir hasmı yok. Chavez ile Fidel’in, Simon Bolivar veya Jose Marti gibi hasımları var mı ki, bizim devrim tarihimizdeki kahramanlardan hasım üretme lüksümüz olsun. Türkiye gericilerinin baş düşmanı Osmanlı’yı yıkıp Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Mustafa Kemal Paşa’dır. Sadece bu bile yeter, cephelerimizi açıkça belirlemek için. “Şerefsiz Osmanlı’ya”dönüş/ Osman Çutsay/ Yazılama Yayınları/ 256 s. UNESCO’dan yalanlama UNESCO Dünya Kültür Mirası Başkanı Francesco Bandarin, Sulukule ve Four Seasons Oteli ek inşaatının devam ettiği arkeolojik sit alanındaki projeleri, kamuoyuna yansıtıldığı gibi onaylamadıklarını söyledi. İstanbul Haber Servisi UNESCO Dünya Kültür Mirası Başkanı Francesco Bandarin, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve İstanbul Valisi Muammer Güler’e açıklama göndererek Sulukule ve Four Seasons Oteli ek inşaatının devam ettiği arkeolojik sit alanındaki projeleri, kamuoyuna yansıtıldığı gibi onaylamadıklarını, konunun yanlış anlaşıldığını belirtti. Bandarin açıklamasında, Sulukule Projesi’ni bugünkü haliyle onaylandığını söyleminin uygunsuz kaçacağını ifade ederek, “Koruma ihtiyaçları ile sosyal ihtiyaçlar arasında bir dengenin bulunması gerektiğini net bir şekilde söyledim. UNESCO, bir kentin yalnızca anıtlar ve yapılardan oluşmadığını, ama kent içindeki toplulukların, koruma süreci içerisinde esas rolü oynadıklarını ve onların yaşamlarının iyileştirilmesinin kentsel korumanın esas hedefi olduğunu savunmaktadır. Bu nedenle, projenin fiilen dengeli hale getirilmesi için üzerinde daha fazla çalışılması gerektiğini düşünüyoruz” dedi. Bandarin, bu bölgede alınacak kararlara, gerçekten demokratik ve katılımcı bir sürecin eşlik etmesi gerektiği konusunda ısrarlı olduklarını kaydetti. ARKLI BİR ÇÖZÜM BULUNMALIYDI UNESCO’nun Sultanahmet Four Seasons Oteli’nin arkeolojik sit alanlarında yeni bir bina inşa etmesini en iyi çözüm olarak görmediğini vurgulayan Bandarin şöyle devam etti: “Ancak, yapının tamamlanmış olduğu gerçeğini göz önünde bulundurarak ve yapı yüksekliğinin sınırlı olması nedeniyle kent silueti üzerinde çok büyük etkilerinin olmadığını düşünüyorum. Yine de, hem kentsel miras değerlerine tam olarak saygılı, hem de otelin ekonomik ihtiyaçlarını sağlayan farklı bir çözüm yolu bulunabilirdi ve bulunmalıydı diye düşünüyorum. Bu yüzden, aynen bu konuda da, kimi basın organlarının iddia ettiği gibi, UNESCO bu projeyi de ‘onaylamamıştır’. Yine aynı meseleyle ilgili olarak, alanın yakın zamanda kamuya açılacak olması hususunda memnuniyetimi ifade ettim.” F