Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
14 C röportaj 23 MAYIS 2008 CUMA O uçağı kaçıran bendim Berat GÜNÇIKAN ki hafta önceki sayımızda, 68’in 40. yılı, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamının 36. yılı nedeniyle Deniz’in abisi Bora Gezmiş’le konuşmuştuk. Gezmiş, idamları engellemek ve dünya kamuoyunun dikkatini Türkiye’ye çevirmek gerekçesiyle dört gencin, dönemin tanımıyla dört “anarşist”in 3 Mayıs 1972’de Boğaziçi isimli Türk Hava Yolları uçağının Sofya’ya kaçırmasını hatırlatmış, bu olayı “karanlık” bulduğunu söylemişti… Doğrudan söylemese de, uçağın kaçırılmasının üç gencin idamını çabuklaştırmaktan başka bir işe yaramadığını ima etmişti. Bu sadece Bora Gezmiş’in şüphesi değil, Nihat Behram da “Darağacında Üç Fidan” kitabında olayın sonuçlarının hâlâ karanlıkta kaldığını vurguluyor, Bulgar ve Türk hükümetleri arasındaki görüşmelerin belgeleri açıklanmadan da bu karanlığın süreceğini söylüyor. Zülfü Livaneli ve Altan Öymen ise anılarında 12 Mart’ın operasyonlarından Şafak 2’yle gözaltına alındıklarında Boğaziçi uçağını kaçırmakla suçlandıklarını anlatıyor, ama olayın gerçek faillerine ve sonrasına ilişkin bir şey söylemiyorlar… O tarihi inceleyen herkesin bildiği bu eylemin faillerinden biri, Bora Gezmiş’in kuşkularının yaratacağı kafa karışıklığını gidermek için olmalı “O uçağı kaçıranlardan biri bendim” diyerek ortaya çıktı, eyleme ve sonrasına ilişkin yaşadıklarını anlattı. Bu kişi Sefer Şimşek. Uçağı kaçırma kararının alınmasını, eylemi ve sonrasında yaşananları anlattı ve yaptıklarından asla pişman olmadığını söyledi. Peki, Sefer Şimşek kim? 1950’de Iğdır’ın Karakoyunlu ilçesinde doğdu, ilkokulu köyde, ortaokulu Iğdır’da, liseyi ise Kars’ta okudu. 68 başkaldırısına da Kars Devrimci Gençlik Derneği’nde katıldı, Ankara Emek Ticari İlimler Akademisi’ndeki öğrenciliği sırasında ise THKO ile bağlantı kurdu, üçüncü sınıftayken diğer bütün solcularla birlikte o da 12 Mart darbesiyle sarsıldı. Balyoz Harekâtı’nı, Sinan Cemgil ve arkadaşlarının Nurhak’ta öldürülmesini, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanmasını, Kızıldere katliamını kaygıyla izliyor, dışarıda kalmayı başaran diğerleriyle birlikte neler yapılabileceğini tartışıyordu... Meclis’in infazları çabuklaştırma çabası onları da hızlandırdı, akıllarına gelen sayısız eylem biçiminden, Filistinli gerillaların yöntemini seçtiler, onlar da uçak kaçıracaktı... Sefer Şimşek bu eylemin Deniz’leri idamdan kurtarmak için Deniz’lere rağmen yapılmadığını söylüyor, “Onlara soruldu” diyor “Önceleri onay vermiyorlardı, ancak idamların kesinleşeceğine inandıktan sonra onay verildi”. Bu onayı verenler kimlerdi? Şimşek o günün tanıklarının yaşadığını öne sürüp isim vermeye yanaşmıyor. Uçağa sıradan bir yolcu gibi bindiler, daha önce üç kez yolculuk yapmış, kontrolün olmadığını tespit etmişlerdi. Şimşek de iki bomba ve iki silah vardı, iki silah da diğerlerinde. Yalova üzerinde pilot kabinine girip uçağın rotasını Sofya’ya yönelttiler. Tarih 3 Mayıs 1972’ydi. Uçak Sofya Havaalanı’na indiğinde, iki ülkenin de istihbaratı ve yetkilileri görüşmelere başlamıştı bile. Yolcular, uçuş ekibi ve dört devrimci uçakta 36 saat beklediler. Görüşmeler umulan sonucu vermeyince dört “hava korsanı” (Şimşek, Aynullah YANSIMA OSMAN İKİZ Basın Özgürlüğünü Sınırlayan Sadece Baskıcı Rejimler mi? ağırlığı almaya başlaması. Gelişmiş demokratik ülkelerde bile medyada araştırmacı gazetecilerin sayısı azalmaya başladı. Hala medyada direnen bu tür gazetecilerin önünü de tüketilmeye hazır hale getirdikleri hazır malzemeleriyle halkla ilişkiler şirketleri kesiyor. En gelişmiş demokrasiye ve demokratik medyaya sahip ülke olarak gösterilen İngiltere’de haberlerin yüzde 60’ı ajanslar ve halkla ilişkiler şirketlerin hazırladığı malzemeden oluşuyor. Yüzde 20’de de gelen hazır malzemenin izleri görülüyor. Üstelik bu malzemenin yüzde 8’ni kaynaklarca doğrulatmak olanaksız. Başka bir ifadeyle haberlerin sadece yüzde 12’si redaksiyonel çalışmanın ürünü. Ajans haberlerinin yüzde 69 ile en fazla ağırlık taşıdığı gazete Murdoch’un sahibi olduğu Times. Haberler de genellikle, hükümet, partiler, kamu daireleri ve şirketlerin açıklamaları. Bu malzeme gazetelere İngiliz Ulusal Haber Ajansı Press Association tarafından geçiliyor. AZETECİLER HABER PAKETÇİSİ Nick Davies’in medyanın gerçek yüzünü açığa çıkaran Flath Earth News adlı kitabında yer alıyor bu bilgiler. Kitapta medya yöneticilerinin görüşlerine de yer veriliyor. Örneğin, ajans müdürü gazetelere geçtikleri haberlerin doğru olup olmadığının kendileri için önem taşımadığını açıkça ifade etmekten kaçınmıyor. Müdüre göre ajans için önemli olan haberde tırnak içinde aktarılan açıklamanın doğru olarak aktarılması. Peki gelen haber gazetede gözden geçiriliyor mu? İmla hataları var mı diye bakılıyor muş. Gazetecilerin sayısı azaldığından redaksiyondakiler ancak gelen haberi paketleme işini görüyorlarmış. Yani, İngiliz Hükümeti, ’’Saddam’ın toplu imha silahları var’’ diye açıklama yapınca, gazeteciler için önemli olan, iddianın gerçek olup olmadığını başka kanallardan araştırmak yerine, açıklamanın gramer hatası olmadan okura iletilmesiymiş. Tıpkı Türkiye’de siyanürle altın çıkarılmasının tehlikeli olmadığını söyleyen şirket sözcüleri ve bakanların açıklamalarına gazetelerde olduğu gibi yer verilmesi. Sahi siyanürle altın çıkarmanın başka ülkelerde nasıl felaketlere yol açtığına ilişkin haberler okudunuz mu Türk gazetelerinde ? osman.ikiz?tele2.se İ asın örgütleri 3 Mayıs Basın Özgürlüğü Günü’nü gönül rahatlığıyla kutlayamadılar. Nasıl kutlasınlar ki… Son bir yıl içinde 9 gazeteci görev başında öldürüldü. 32 ülkede, 130 gazeteci hapiste. Gazetecileri Koruma Örgütü’nün (CPJ) son raporuna göre ABD’nin işgalinden bu yana Irak’ta öldürülen 79 gazetecinin katilleri hala bulunamadı. Faili meçhul cinayete kurban giden gazetecilerin sayısı Filipinler’de 24, Kolombiya’da 20, Rusya’da 14. Amerika merkezli Özgürlük Evi adlı kuruluşun raporuna göre dünya genelinde 195 ülkeden yalnızca 72’sinde basın özgür. Tablo karanlık. Peki bu tablo haber alma özgürlüğü bakımından gerçeği tam olarak yansıtıyor mu? Basının özgür olduğu ileri sürülen 72 ülkede okurlara sunulan haberler, etik kurallara uygun olarak mı hazırlanıyor? B ÜRK MEDYASI BİLGİLENDİRMİYOR Sofya’da dört “hava korsanı”, beyaz takım elbiseli Sefer Şimşek. bir görevli üç yıl hapis cezasına çarptırılacaklarını, ancak iyi hal nedeniyle bir buçuk yıl hapis yatacaklarını söyledi. İnanamadılar. “Sosyalizm için savaşmışız, nasıl olur da sosyalist bir ülke bize hapis cezası verebilirdi” diyor Şimşek, “Üstelik bu yoldaş bu cezayı alacağımızı nasıl biliyordu? Zamanla anladık, merkez komite kararı alıyor, hâkim de onu uyguluyordu”. da düşüldü. Doktora tezini hazırlarken önlemini aldı, Brejnev ve Jivkov’dan 20’nin üzerinde alıntı yaptı. Bu, Bulgaristan’da yazılı olmayan bir yasa gibiydi, bütün tezlerde, araştırma ve incelemelerde Jivkov’dan alıntı yapılması gerekiyordu, ne kadar çok alıntı varsa, çalışmanın onaylanma şansı o kadar yüksek oluyordu... Türkiye’de Milliyetçi Cephe hükümetlerinin kurulması Şimşek ve arkadaşlarının dönüş yolunu tümüyle kapatmıştı. Geldikleri ülkede olup biteni izlerken, yaşadıkları ülkede olanlara, henüz dili de yeterince öğrenememelerinden olmalı, kulakları kapalıydı. 197475 arasında 200 bin Pomak’ın ismi zorla değiştirilmiş, onların ruhu bile duymamıştı. Giderek Türk kökenli öğrencilerin kendilerinin Türkiye’de sosyalizmi kurmak istemelerini anlayamamalarının nedenini kavradılar, onlar için sosyalizm isimlerinin değiştirilmesi, askerde zor koşullarda çalıştırılmak demekti. Şimşek, 1981’de Türk asıllı bir Bulgar’la evlenince bu koşulların ağırlığını daha yakından gördü. İki çocuğu olmuştu ve o artık Almanya’ya, akrabalarının yanına gitmek istiyordu. Bulgar yetkililerin önerisi ise gazetecilik fakültesinde öğretim üyeliği yapmasıydı. 198586 yıllarında Türk kökenlilerin isimlerinin değiştirilmesi, Türk kökenli bürokratlardan işçilere kadar onlarca kişinin televizyonlara çıkıp gönüllü olarak isimlerini değiştirdiklerini anlatması gitme isteğini daha da arttırdı, ama pasaportunu vermiyor, oyalıyorlardı… 86 sonunda Almanya’ya geçti Şimşek, ama bu kez kendisini bekleyen işsizlikti, dahası eşi ve çocukları Sofya’da kalmış, ailesi parçalanmıştı… Şimşek bütün bu yaşadıklarını birkaç yıl sonra “Zorla Gönüllü İvan” başlığıyla kitaplaştıracaktı. Onca eleştirisine rağmen Bulgaristan’ı kendisini 14.5 yıl ağırlayan, minnet duyulası bir ülke olarak tanımlıyor Sefer Şimşek. Yaşadığı sorunların sorumluluğunu sosyalizme değil, kişilere yüklüyor. Hâlâ sosyalizmin insan onuruna en değer veren öğreti olduğunu düşünüyor. Uçak kaçırmak mı? “Yaptığım eylemle gurur duyuyorum” diye yanıtlıyor “Tüm bu zaman içinde keşke yapmasaydım diye asla düşünmedim. Bizler kardeş gibiydik, inancımızı, yüreğimizi ortaya koymuştuk. Hiçbirimiz çıkar gözetmedik, samimiydik”. Türk medyası içim iyimser konuşmak çok zor. Örneğin, Gümrük Birliği konusunda okuduklarınızı şöyle bir aklınızdan geçirin. Gümrük Birliği Antlaşması’nın siyasi boyutu bir yana ekonomik bakımdan Türkiye’ye ne getirdiği, ne götürdüğü konusunda sizi tatmin edecek aydınlatıcı bir araştırma yazısı okudunuz mu? Ünlü köşe yazarları, gazetelerdeki köşelerinde ve TV ekranlarında, evrensel hukukun geçerli olduğu bir ülke olabilmemiz için AB’ye girilmesini savunuyorlar. Ama AB içinde neler olduğunu anlatmıyorlar. Oysa bırakalım sosyalistleri, Avrupalı sosyal demokratlar bile demokrasi ve insan haklarıyla, sendikal özgürlüklerin, sermaye sınıfının haklarının gerisine çekilmesine isyan etmekteler. Türk kamuoyunun ise bunlardan haberi yok. Baskıcı rejimlerin basın ve haber alma özgürlüğünü kısıtladığını biliyoruz ama özgür basının neyi ne kadar çarpıttığını biliyor muyuz? Tuzakları bilmemek refleksleri körelttiği, yanılma payını yükselttiği için özgür basının yanıltıcı haberleri sonuçları bakımından çok daha tehlikeli. RAŞTIRMACI GAZETECİLİĞİN ÖNÜ KESİLDİ T G OSYALİZMM, İŞTE BUDUR! Akça, Mehmet Yılmaz, Yaşar Aydın) teslim oldu, uçak boşaltıldı. Şimşek, “Sizi Cezaevinde yatmadılar ama sürekli teslim olmaya iten neydi” sorusunu “Her gözetim altındaydılar, 1974 başında saşeyin bittiğini, ereğimize ulaşamadığımılıverildiler. Bulgar yetkililerin onlar için zı anlamıştık” diye yanıtlıyor: “Uçağı Bulbiçtiği gelecek ya okumak ya da çalışmakgar yetkililere teslim ettik”. Eylemi faytı. Okumayı seçtiler. Şimşek gazetecilik dasız, hatta zararlı bulanlara da havaalafakültesine yazıldı, öğrenci yurduna yernında düzenledikleri basın toplantısıyla leşti, her yıl Brigada denilen çalışma Türkiye’de olup bitenleri bütün dünyaya kamplarına gitti. O ve arkadaşları her duyurmalarını hatırlatarak yanıt veriyor. kamptan birincilikle dönüyorlardı. “BulBugün de eylemlerinin doğruluğunu ve gar öğrenciler iş olsun diye çalışırken biz başarılı olduğunu savunuyor, hem kendi yırtınıyorduk” diye anımsıhem de bir gün sonra yor Şimşek. Bu yavaşlığın Ankara’da başarısız sonedenini anlaması ise uzun nuçlanan Jandarma sürmeyecekti. Bulgaristan Genel Komutanı Ke“Sosyalizm, işte budur” demalettin Eken’i kaçırdirten bir ülkeydi önceleri, ma eylemlerine ilişkin ücretsiz eğitim ve sağlık, işörgütten hiçbir şekilde sizlik, neredeyse herkesin bilgi sızmadığını vurbir evinin olması, kiranın ve guluyor. elektriğin ucuzluğu, her kuSefer ve arkadaşları rumun her çalışanını deniz Sofya dışında bir semttatiline göndermesi, kitap te, bir villada tutulduokuma yüzdesi Türkiye ile lar, başlarında nöbetçikıyaslandığında dudak ısırler vardı. Deniz’lerin tıyordu. Sonraları işsizliğin eylemlerinden iki gün suni iş alanları yaratılarak sonra asıldığını burada Sefer Şimşek 1976. ortadan kaldırıldığını, sisteöğrendiler. Bulgar yetmin asla eleştirilemediğini, kililer bütün istekleriTodor Jivkov’un sosyalizmi ni yerine getiriyordu, değil, kendi diktatörlüğüonların en çok istediknü kurduğunu anladı. Şimleri ise kitaptı. şek’in üniversite bitirme Okumayla geçen tezi olarak kendisine seçtiyedi aydan sonra mahği konu, Türkiye’de ilerici kemeye çıkarılacaklabasının 197080 arası karşırı söylendi, suçları laştığı sorunlardı. 100 sayuçak kaçırarak Bulgafanın 30 sayfasını da “Bizim ristan hava sahasını ihRadyo” da dahil TKP’nin lal etmek, kişilerin özyayın organlarının eleştirigürlüklerini bilerek alısine ayırmıştı. Tezi kabul koymaktı. Yetkililerin gördü, ama “Kardeş Koisteği üzerine her biri münist Partisi’ne karşı eleşayrı savunma hazırladı. Sefer Şimşek 2008. tiri olmasına karşılık” notu Mahkemeye giderken 1972, Boğaziçi uçağı boşaltılıyor... S A Doğru haber alma özgürlüğünü sınırlayan bir başka gelişme de haber ajanslarının ve halkla ilişkiler şirketlerinin medyanın haber kaynakları arasında Hem işsiz hem eğitimsiz 100 genç erkeğin 23’ü, 100 genç kızın 55’i, iş ve eğitim hayatında yok. ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Türkiye’de, 1524 yaşları arasındaki 4.4 milyon genç ne okuyor ne de çalışıyor. Atıl durumda bekleyen gençlerin yüzde 72 ile en büyük bölümünü kızlar oluştururken her 100 genç erkekten 23’ü, genç kızlarınsa 55’i yaşamlarını “boşa” geçiriyor. Çalışan gençlerin yüzde 62’sinin sosyal güvencesi bulunmuyor. Ankara Ticaret Odası (ATO), “Gençliğin Hali” başlıklı bir rapor hazırladı. Türkiye’de gençlerin zamanını “boşa” geçirdiğini ortaya koyan raporun dikkat çektiği sonuçlar şöyle: Türkiye’deki 15 ile 24 yaş arası 11 milyon 271 bin gencin sadece 3 milyon 425 bini çalışıyor, 3 milyon 424 bini okuyor; 4 milyon 422 biniyse ne üretimde ne de eğitimde yer alıyor. Bugün 5 milyon 830 bin genç kızdan 1 milyon 508 bini eğitimini sürdürüyor, 1 milyon 140 bini çalışıyor, 3 milyon 182 binininse herhangi bir uğraşı yok. Kentlerde yüzde 37 olan atıllık oranı, kırsal yerleşim yerlerinde, özellikle kızların eğitim dışında kalmaları nedeniyle yüzde 44’e yükseliyor. AB ülkelerinde gençlerin yüzde 87’si okudukları için işgücüne dahil olmazken, bu oran Türkiye’de yüzde 49’u buluyor. Bu Türkiye’deki gençlerin yarıdan fazlasının eğitim olanaklarından yoksun olduğunu da gösteriyor. Atıl gençlerin yüzde 14’ünü oluşturan 600 bin işsiz genç, çalışmak istediği halde “umutsuz” olduğu için iş aramıyor. Kayıt dışılık oranı lise altı eğitimlilerde yüzde 73’e çıkıyor. Çalışan gençlerin büyük çoğunluğunun kayıt dışı küçük işletmelerde geçici işlerde çalışması, işten çıkartılmalarını kolaylaştırıyor. İş arayan 836 bin gençten sadece 296 bini iş piyasasına ilk kez gireceklerden, 540 biniyse daha önce bir işte çalışırken işsiz kalanlardan oluşuyor. Çalışırken işsiz kalanların oranının 2006 yılında yüzde 62 iken, bu oranın geçen yıl yüzde 65’e yükseldiği görülüyor. ransa’da yaşayan İranlı çizer Marjane Satrapi ile Fransız meslektaşı Vincent Parannaud’nun ortak ürünü “Persepolis”i görmüş olmalısınız. Bu bir çizgi film. Fakat yarattığı duygu öylesine gerçek ki bir süre sonra kendinizi filmin kahramanlarından biri gibi görmeye başlıyorsunuz. Böyle hissetmenizin bir nedeni daha var: Filmde anlatılan “İslam devrimi” öncesi ve bu “devrim”in süreçlerindeki İran’la günümüz Türkiye’si arasındaki çarpıcı benzerlikler... Bunlardan birkaç tanesini sıralayalım: Orada da bizdeki gibi “sol” yaklaşan tehlikenin farkında değil. Kendini şah karşıtlığına, proletarya devrimi sloganlarına kaptırmış, gerisini umursamıyor. Orada da bizdeki gibi iflah olmaz iyimserler var. Bu iyimserler, dinciler iktidarı ele geçirip cinayetler işlemeye başladığında bile her şeyin düzeleceğine inanmayı sürdürmekteler. Orada da bizdeki gibi, önce yavaştan, giderek hızlanan bir süreçte, gündelik yaşam dinselleşiyor. Ve bizdeki gibi, kadınların kapanmasıyla başlıyor bu değişim. Fakat haksızlık etmiş olmamak için, ya da filmin yaratıcıları atlamış olduğundan, bizde hem de sürüsüne bereket bir şeyi İran’ı anlatan filmde göremediğimi söylemeliyim: Kaypak, oportünist, omurga F CUMARTESİ YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU sız “aydın” tipleri... “Persepolis”te bunlar yok. İranlı devrimci aydın değişmiyor. İnançlarından ödün vermiyor. Hatasının, öngörüsüzlüğünün cezasını idam edilerek çekerken de devrimci inançlarına bağlı kalıyor. Köktendincinin kuyruğuna takılmıyor. Ona yaltaklanmıyor. Onun uşaklığını, dalkavukluğunu yapmıyor. Bence bu olgu, bizim ülkemiz için ne kadar iç karartıcıysa, İran için o ölçüde umut vericidir. Hatasını anlayan İranlı devrimci aydın, gerici, dinci despotluğu eninde sonunda yıkmayı başaracaktır... ??? Yine çizgi filmden esinlenerek, İran’da köktendinciliğin örgütlenmesiyle bizdeki örgütlenme arasındaki bir benzerliğin altını çizelim. Filmdeki “cam silicisi”, bir başka deyişle “hizmetçi”, yeni düzenin polisi olarak eski düzendeki efendinin karşısına çıkıyor. Bir anda onun efendisi konumuna yükseliyor. Bu dönüşümün “bir anda” olamayacağı, sessiz ve derinden Dinci Polis Devletine Doğru bir ön çalışmanın ürünü olduğu çok açık... Günümüz Türkiye’sinde de bu türden çevrelerin, her alanda, nasıl bir örgütlenme etkinliği içinde oldukları gözler önünde... Gözle görülenlerin yanında bir de görülemeyenler, sessiz ve derinden çalışmalar var. Tarikatlar, tekkeler, dinci belediyelerin kanatları altında palazlanıp örgütlenen çıkar çevreleri, bunlardan akla ilk gelebilecek olanlar... Durumu uygun gördüklerinde bu gruplardan her birinin ve tek tek her kişinin, önceden (şimdiden) belirlenmiş görevlerini üstlenmeye hazırlıklı olduklarından kuşku duymamak gerek... ??? Bununla birlikte, ülkemizde İran’dakiyle benzeşmeyen bir başka durum daha söz konusu. Daha mı iyi daha mı kötü siz karar verin... Bizde dincilik herhangi bir “devrim”e gerek kalmadan, “demokrasi” içinde mevziler kazandı... İktidar olmayı bile başardı... Ayrıca dinci milisler kurmaya gerek kal maksızın eldeki devlet güçlerini milisleştirmeye yöneldi... 2007’nin ve bu yılın 1 Mayıs’larındaki polis şiddeti, acımasızlığı, kıyıcılığı başka nasıl açıklanır? Mardin’deki, Trabzon’daki cinayetleri, Hrant Dink’in katledilmesini, Danıştay saldırısını ve cinayetini, Cumhuriyet’e saldırıları bir de bu açıdan irdelemek acaba nasıl olur? Paksüt çiftinin ortaya çıkardığı, mızrağın çuvala sığdırılamayacağı kadar ortadaki “telekulak” olayı, AKP’yi kapatma davasıyla birlikte düşünüldüğünde, polisin “taraf”sızlığını yitirmiş olmasından başka neyin kanıtı olabilir? ??? Toplum “Ergenekon” masallarıyla uyuşturulup uyutulmaktayken dinci polis devletinin kolları Danıştay’ından Yargıtay’ına, oradan Anayasa Mahkemesi’ne, tüm yüksek yargıyı kıskaca almaya, boğup yok etmeye yöneldi... Sıra kuşkusuz Ordu’ya da gelecektir... O zaman işbirlikçi aydın tayfasının ve dışarıdaki destekçilerinin istedikleri demokrasi gerçekleşecek ve dinci polis devleti ülkeye zaten tümüyle egemen olacağından, sonuçta burada ve orada yapılanlar (ve yapılacaklar) arasında fark bulunmasa da, İran İslam Devrimi modeline gerek kalmayacaktır... ataolb?cumhuriyet.com.tr